Kadın huzurlu evinde huzursuz, rahat koltuğunda rahatsızdı. Burnuna indirdiği yakın gözlüğünden elindeki telefonun dallı budaklı sanal dünyasına dalmıştı. Kendi ruhunun uzantılarıyla sarılmış evinde sinek uçsa ağına takılırdı. Boğazını gıdıklayan parmaklar iş başındaydı. Öksürdü birkaç kez. Siyah, toparlak bir böceğin telaşla halının altına girdiğini fark etti. Bu böcekler havaların ısınmasıyla topraktan, kabukların altından, taşların arasından çıkıp bahçe katındaki dairesinin salonuna gelirdi. Eskiden olsa kalkıp ilaç sıkar, evini kırklardı. İki haftadır temizlik yapmak gelmiyordu içinden. Bütün dikkatini kendine vermiş, huyunu suyunu bilmediği gaddar virüse karşı alınacak önlemlere kafa yormuştu. Gece gündüz sosyal medyadan, televizyondan gelen her yeni bilgiyi takip ediyor, azıcık uykuyla idare ediyor, bütün vücudunda alarm zilleri çalıyordu.
Beş yıl önce kocasından boşanmıştı. Önceki yıl gıda mühendisi olarak çalıştığı belediyeden emekli olmuş, kızını da istemeden İngiltere’ye yolcu etmişti. Madem öyle, o da kendi hayatını yaşayacak, evinin tadını çıkaracaktı. Elinin tersiyle ateşini kontrol etti. Yanaklarına kan hücum etti birden. Orta sehpasının üstü gözünün önünde tuttuğu acil ihtiyaçlarıyla doluydu. İlaçlarının ve mendilinin arasından ateş ölçerini alıp koltuğunun altına sıkıştırdı. Aletin sinyal sesini duyunca çıkarıp baktı. 36.7C Derece. Düşüktü, yanlış mı ölçmüştü? Aleti sehpaya bıraktı, limon kolonyasını aldı, ellerine döküp burnuna dayadı, derin bir nefes çekti.
Televizyonda kareler içine alınmış profesörler yine Covid-19 virüsünü tartışıyorlardı. Uzaktan kumandayla kanallarda gezinirken ekranda hastalananların, ölenlerin sayıları, tabloları görünüyor; korkutucu senaristler, ben daha iyi bilirimciler, asıl uzman benimciler, olmazsa olmazcılar, kafa karıştırıcılar konuştukça konuşuyordu. Kahvaltı yaparken mutfakta açık bıraktığı radyodan şampuan reklamı duyuluyordu. Bu kakofoniden rahatsız değildi. Hatta evin her tarafı ayrı bir sesle dolsa, kafasındaki seslere karışsa, kendini duyamasa daha memnun olurdu. Beline bir ağrı girdi, berjer koltuktan kalkıp üçlü koltuğa uzandı. Boğazını gıdıklayan parmaklar bu defa nefes borusunu sıkıştırdı. Boğulacak gibi öksürerek doğruldu. Sehpadaki sürahiden bir bardak su içti. Gözlerine yerleşen korkuyla nefes alışındaki hırıltıyı dinledi bir müddet.
Televizyonun karşısına geçip berjer koltuğa otururken beline yastık yerleştirdi. “Evde Kalın” logoları beynine çakılmıştı. Beklenen pandemi gelmiş, dört koldan dünyayı sarmıştı. Yurt dışındaki ölüm sayılarını, özellikle İngiltere’dekileri günlük takip ediyordu. Kızı gitmeden birkaç ay evvel tartışırlarken “Bana engel olamazsın,” diye bağırmıştı. Ciddiye almamıştı. Onca iyi eğitime rağmen İngiltere’ye gidip çocuk bakıcılığı yapacağına ihtimal vermemiş, bu işi kafasına koyduğunu anlayamamıştı. Neden uzaklaşmak istiyordu? Bembeyaz boynunun arkasına dövme yaptırdığında çılgına dönüp elinden parasını, kredi kartını aldığı için çok mu gücenmişti? Geceleri dışarı çıkmasına izin vermeyişine mi, voleybol takımından çıkarıp hazırlık kursuna kayıt yaptırmasına mı içerlemişti? Onun için hep en iyisini istememiş miydi? Tam da birbirlerine ihtiyaç duyacakları zaman neden yoktu? Saçlarının kokusu burnunu sızlattı. Çocukken ezberlettiği şiirler, şarkılar, dualar parça bölük takıldı dudağına.
“Goool!” diye bir gümbürtü koptu üst kattan. Salonun avizesi, büfedeki kristaller zangırdadı. İki oğlan yine top koşturmaya başlamıştı. Banyodan Vileda sapını alıp iz dolu tavana vurdu: “Yeter artık!” Gürültü biraz azalır gibi oldu, sonra yine topla ufak ufak çalımlarını duydu.
Bu bahçe katını kiralamaya karar verdiğinde kocasından ayrılmak üzereydi. Evin loş serinliği içini diriltmiş, demirli pencerelerden görünen ışıklı bahçenin büyüsüne kapılmıştı. Bir tünelin ucunda gibiydi, özgürlüğe, toprağa, havaya, güzelliklere açılan bir tünelin ucunda. Cesaretini toplayıp adım atmalı, ayaklarının üstünde durmalıydı. O zaman üniversitede okuyan kızına evi gösterdiğinde biraz burun kıvırmış ama yine de “Sen bilirsin,” demişti.
Boğazını gıdıklayan parmaklar soluk borusunu sıkıp bırakıyordu. Temiz hava almalıydı. Bahçeye açılan demir kapının kilitlerini sabırsızca açıp dışarı attı kendini. Erik ağacının çiçekleri patlamıştı. Yağmur havası yoktu ama saçları su damlalarıyla ıslanıyordu. Başını yukarı kaldırınca ikinci kat balkonun iplerinde market poşetlerini gördü. Yıkanıp sulu sulu asılmıştı. Derin bir vazgeçişle içeri girdi. Dünyada en zor bulunan şeyin huzur olduğunu düşündü. Hayatta kalan aile büyükleri, iki kız kardeşi, akrabaları hep başka şehirlerdeydi. Komşuların çoğuyla merhabası bile yoktu. Eski iş arkadaşlarından bazıları yardıma hazır olduklarını söylemişti ama kime, ne kadar güvenebilirdi? Hastalansa perişan olurdu.
Uçuşlar durdurulduğundan beri her gün kızını anlaştıkları saatte arıyordu. Çalıştığı evde rahat mıydı, istediğini yiyip içebiliyor muydu, kıçındaki basur ne durumdaydı, parası yetiyor muydu, virüse karşı tedbir almış mıydı? Sorularına ayrıntılı cevap alamasa da kızının ses tonundan, söyleme biçiminden bir fikre varıyor, tereddüt ettiği konuları başka türlü öğrenmenin yollarını arıyordu.
Yeniden öksürmeye başladığında boğazı yırtılacak gibi acıdı. Evin içinde dolanmaya başladı. Ne yapmalıydı? Virüsü kapmış olabilirdi. Mutfağa gidip buzdolabında yılbaşından kalan votkayı aldı, çay bardağına koydu. Banyoya gidip gargara yaptı. Belki işe yarardı. Sonra burnuna su çekip temizledi. Salona geri döndüğünde siyah, toparlak böcek halının altından çıkmış ne yöne gideceğini düşünüyordu. Ayak seslerini duyunca hareketsiz kaldı. Kadın şöyle bir baktı ona, umurunda değildi.
Parmaklar yine boğazına yapışmış, kesik kesik soluk aldırıyordu. Bu evden, eşyalardan kaçıp kurtulsa, virüsün caddede, markette, otobüste, hastanede ansızın karşısına çıkıp boğazına yapışmayacağı ne malumdu? İçi titredi, üşüyordu. Kesin ateşi yükselmişti. Ateş ölçeri sıkıştırdı koltuğunun altına. Aletin sinyali daha ötmeden kapı zili çaldı. Ateş ölçeri çıkardı, steril eldivenlerini ve maskesini takıp kapıyı açtı. Bir adım geriye çekilerek marketten gelen ağzı maskeli genç adama içi dolu poşetleri dışarıda bırakmasını söyledi. Ayakkabı dolabının üstüne önceden hazırladığı parayı metal maşayla tutup uzattı adama. Fişini de maşayla aldı, teşekkür etti. Genç adam giderken “Sizlere hizmet etmek bizim vazifemiz,” dedi. Beklemediği bu sözler kulağına hoş geldi, besbelli iyi öğretmişlerdi. Poşetlerin içini tek tek boşalttıktan sonra hepsini kapının arkasındaki büyük poşete tıktı. Boğazındaki parmaklar durmuyor, öksürüğünü azdırıyordu. Eldivenlerini ve maskesini çıkarıp banyodaki çöpe attı. Köpük köpük yıkadı ellerini. Aynadaki solgun yüzüne baktı. Hadi 112’yi arasa, hastaneye gitse kızına nasıl anlatacaktı? Telaşlanır babasını yardıma yollardı? Yıllar sonra eski kocasının karşısında muhtaç durumda olmak istemiyordu. Üstelik, muhtemelen yanında getireceği yeni karısının yüce gönüllü pozlarını hiç çekemezdi.
Mutfağa geçip kendine ıhlamur demledi, içine birkaç karanfil, tarçın kabuğu, bir parça limon attı. Battaniyesini ve fincanını alıp salondaki üçlü koltuğa uzandı. Televizyonda bir aşk filmi yakaladı. Deniz kenarında yaşayan iki yaşlı insan arasında geçiyordu. Ihlamurunu yudumlarken sakin sakin izledi. Boğazındaki parmaklar da durmuştu. Ağırlık bastırınca gözlerini kapatıp battaniyenin içine girdi.
Uyandığında hava kararmıştı. Telefonuna baktı, kızını arama saatini geçirmişti ama kızından birkaç mesaj vardı. Salgın yüzünden çalıştığı evden ayrılmak zorunda kaldığını, oda tuttuğunu, iyi olduğunu yazıyordu. Uçuşlar açılır açılmaz Türkiye’ye dönmeye karar vermişti. Hemen aradı onu. Uzun uzun konuştular, o zamana kadar ki en uzun konuşmalarıydı.
Televizyonda virüs mutasyona uğrayabilir diyorlardı. İyi de olabilirmiş kötü de. Ateş ölçerin sinyalini duyunca koltuğunun altından çıkardı kadın. 37.3C Dereceydi. Bu geceyi huzurlu geçirebilirdi. Bir uyuyup uyansın, sabah yine ölçerdi.