Boşluğun ortasında üç kişiydik. Ben, Tekin ve yaşlı adam.
Bozkır, ıssız; gece, beyaz bir karanlık içindeydi.Uzaktaki dağlar, bizim gibi sisin içinde kaybolmuş, varlıklarından hiçbir işaret bırakmaksızın silinip gitmişlerdi. İnsan kolaylıkla kendini, kocaman bir boşluğa düşmüş gibi duyumsayabilirdi.
Saatlerimizin durduğu bu kasabada, gerçekte var olduğundan emin olamadığımız bir kahvenin önüne konmuş üç iskemlede oturuyorduk.
Arabamız yolun ilerisinde bir yerlerde artık çalışmaz olmuştu. Tekin, yolun kenarına çekmiş;yarı aralık gözleriyle, görünmeyen yolun ilerilerini işaret ederek “İnip yürümekten başka çaremiz yok” demişti. İncecik bir örtü gibi karla kaplanmış olan yoldan çıkıp önümüzü görmeden yürümeye koyulduk.
Ne kadar zaman önce yolumuzu kaybetmiş, ne zaman kaybolduğumuzu kabul etmiştik, artık Tekin de ben de anımsamıyorduk. Beyaz karanlığın içinde, sisin ortasında, bir hayalet gibi beliren bir masa, dört de sandalye çıkmıştı karşımıza. Oturduk. Konuşmak için acele etmiyorduk ikimiz de.Bir süreliğine zamanın ve mekânın dışına çıkmış, kaybolmanın tüm dünyevi anlamlarından soyutlanmış, ruhumuzdaki dinginliğe bırakmıştık kendimizi. Oturduğumuz tahta iskemleler, boşluğun içinde yüzen bir gemi gibi sallanıyor, yer değiştiriyor, her adımda bizi biraz daha ileriye, gerçekliğin dünyasından ötelere götürüyordu. Belki de sallanan bizdik.
Arkamızda, karanlık bir kahve, önümüzde, sisin içinde, tek bir sokak lambasının umutsuzca aydınlatmaya çalıştığı geniş bir sokak; belki bir sokak değil de köyün meydanı.
Karanlık kımıldadı, sis yarıldı; ağır adımlarla yaşlı bir adam belirdi sokak lambasının altında. Elinde bastonu, ayağında çarıklarıyla, bastonuna yaslanarak, ayaklarını yarı sürüyerek bize doğru yaklaştı. Arkasındaki ışıktan yüzünü göremiyorduk. Yanımıza geldi; sandalyeyi çekip ağır ağır yerleşti. Bastonuna doğru eğilerek “Kimsiniz siz?” diye sordu. Sesi, bir kuyunun içinde yankılanıyormuş gibi geldi bize.
“Sarhoşuz biz” dedi Tekin.
‘Edilecek laf mı bu’ dercesine arkadaşımın yüzüne baktım. Toparladım hemen;
“Arabamız bozuldu ileride…” Elimle belirsiz bir yönü gösterdim. “Buraya kadar yürüdük.”
“Epeyi yürümüşsünüz” dedi ihtiyar, kuyunun içinden. “Yol, buraya bayağı uzak sayılır.”
İhtiyarın gelişiyle masadaki eksiğin bir kısmı dolmuş gibi, ikimiz de aynı anda dönüp beklentiyle, boş kalan diğer sandalyeye baktık. Arkadaşım cebinden küçük konyak şişesini çıkardı. Tam içecekken önce yaşlı adama uzatmanın daha doğru olacağını düşündü. Başıyla ‘Hayır’ işareti yaptı ihtiyar.
“Bu soğukta bundan iyisi yoktur” gibi bir şeyler söyledi Tekin, ağzının içinde.
Biz, şişeyi elden ele geçirerek içmeye, yaşlı adam, sessizce oturmaya, gemi, boşluğun dalgalarında sallanmaya devam etti. İhtiyar, konuşmadan bize katılmış gibiydi. Üçümüz de arada bir dönüyor, yanımızda, karanlıkta kalmış boş sandalyeye bakıyor, sonra yine, sokak lambasının titrek loşluğuna çeviriyorduk yüzümüzü, pervaneler gibi. Öyle sanıyorduk ki ışıktan boş sandalyeye, başımızı her çevirişimizdeki umudumuz ne kadar güçlü, ne kadar tutkuluysa bir adım daha yaklaşıyorduk ona.
Birbirimizin neyi beklediğini bilmiyorduk; belki kendimizin de. Nasıl ki her canlının bedeni birbirinden ayrı ve her canlı için bir diğeri anlaşılmazsa biz de birbirinden o denli uzak; fakat sessiz ortaklığımızla da bir o denli yakındık. İnançlarımızın, hayallerimizin ayrılığı, beklentimizin tutkusuyla birleşiyor, bekledikçe bütünün içinde eriyor, tekliğe dönüşüyordu.
Ne kadar zaman geçtiğini anımsamıyorduk. Sonunda yaşlı adam, otururken ki hareketlerinden daha ağır, bezgin devinimlerle yerinden kalktı; bastonuna dayanarak küçük adımlarla yürüdü, geldiği yerde gözden kayboldu.
Tekin, elinde boş konyak şişesiyle kımıldamadan oturuyordu. Uyuduğunu anladım. Bir an ben de uykuda olduğumdan kuşkulandım; fakat her şeyi, havanın soğuğunu, karşımdaki manzaranın sokak lambasına sıkışmış görüntüsünü, masanın sertliğini,yanımdaki sandalyenin boşluğunu algılıyor, hepsini ayrı ayrı duyumsayabiliyordum.
Derken karanlık yeniden kımıldadı; sis,bu kez daha büyük bir dalgalanmayla yarıldı. Yavaş yavaş önce gölgeleri, sonra yüzleri belirdi.Genç, yaşlı erkekler, aralarında kadınlar, hatta birkaç çocuk, hepsi bize bakıyorlar,yaşlı adam gibi hiç konuşmadan, kımıldamadan duruyorlardı sisin ortasında. Gecenin, sisin ve boşlukta sallanan bu masanın üzerimdeki düşsel etkisiyle, hiç yadırgamaksızın baktım ben de onlara.
Sonra bir ses duydum; ihtiyarın sesi gibi, önce kuyunun içinden geliyordu ses. Fakat bir an sonra, bana doğru bir adım atan, elindeki silahıyla genç bir adam, beni zorla gerçekliğe döndürdü.
“Kimsiniz siz?”
Bu da aynı soruyu sormuştu. Tekin gibi yanıt verecekken vazgeçip biraz da ayılmamın düş kırıklığı içinde, küstahça,
“Siz kimsiniz?” dedim.
Genç adam, dönüp arkasındakilere baktı. Sonra kalabalık yeniden dalgalandı; birkaç kişi, üzerimize doğru yürür gibi kımıldadı. Bir tanesi, Tekin’in oturduğu sandalyeye sert bir tekme savurdu. Arkadaşım, sarsılarak fırladı; düşecek gibi oldu, sonra toparlanıp anlamayan gözlerle bir bana, bir kalabalığa baktı.
“Geldi mi?” diye sordu. İrkilmiş, ayağa fırlamıştım. Başımla çevremizi saranları gösterdim Tekin’e. Bu arada kalabalık da kendi arasında konuşmaya, fısıldaşmaya başlamıştı. İki adam yanımıza yaklaşıp üstümüzü aradı. Tekin’in paltosunun sayısız ceplerinden, üç şişe daha konyak çıktı. Başka da bir şeyi yoktu. Benim üzerimden çıkan, yarım paket sigarayla bir kutu kibriti geri uzatıp kimliğimi, arkadaki bir adama verdiler. Adam, bir kimliğe bir bana baktı.
“Neden geldiniz buraya?” dedi.
Elinde silah olan genç, topallayarak çevremizde döndü; kuşkulu gözlerini bize yaklaştırdı. Ben, alçak bir tonda, ‘Yolun ilerisinde arabamız bozuldu’ diye başlamıştım ki beni fazlaca dinlemedikleri fark ettim. Dikkatim, kendi aralarındaki konuşmalarına yöneldi.
Kimliğime bakan orta yaşlı adam, “Bilemiyorum” diyordu, “Yani pek onlara benzemiyorlar. Bunlar daha çok…”
Tekin, anlamış gibi başını sallayarak konyak şişesini adama uzattı; “Soğukta iyi gelir.”
O zaman, hemen önümüzde bizi sorgular gibi duran birkaç kişi dışında, kalabalığın yüzlerindeki korkuyu gördüm. Erkeklerin beceriksizce gizlemeye çalıştığı, kadınlarınsa bir yandan çekinceyle çocuklarını arkalarına saklarken bir yandan,bize yönelttikleri kaçamak bakışlardaki sonsuz ürküntüye kaptırdım kendimi.Kalabalığın elle tutulur korkusu, beni de sarmaya başlamış; bu, her zaman üzgün görünüşlü köylü suratlarından taşan ürküntü, olağan dışı bir şeyle karşılaşan tüm insanların midesine inen sıcak bir kor gibi düşmüştü benim de içime.
Genç olanı, silahıyla bir işaret yaparak “Yürüyün” dedi. Yürüdük. Biz önde, silah sırtımızda, diğerleri onun arkasında, sisi yararak köyün göremediğimiz yollarından geçtik.Her adımda incecik karın,ayaklarımızın altında ezilen sesinden başka ses duyulmuyordu. Tekin, arada bir tökezliyor, sonra toparlanıyor, sırtına dayanmış silahı fark etmiyormuş gibi yürümeyi sürdürüyordu. Bir ara siste yürümenin zorluklarından bahsedecek oldu; arkasındaki, sırtını dürterek susturdu onu.
Yakınlaştıkça tek tek görünür olan küçük köy evlerinin arasından geçtik. Bizi evlerden birinin önünde durdurdular. İçeri itildik. Bedenlerimiz, aniden değişen ısının şaşkınlığını taşırken arkamızdaki topallayan genç, “Geçin” diyerek bir kapıyı açtı. İçeri girdik. Kapı hemen yüzümüze kapanıp kilitlendi. Tekin, odada bulunan iki sedirden birine kendini bırakıp cebinden konyak şişesini çıkarırken ben bir sigara yakıp kapının ardından bölük pörçük duyabildiğim seslere verdim kulağımı.
“Nasıl anlayacağız?” diyordu biri. “Bu adamların bir şeyden haberleri yok gibi… Silahsızlar…”
“…yoksa burada ne işleri olacak… belli ki… kılık değiştirip…” Silahlı gencin sesiydi bu. “…tanıyamayız sandılar…”
“…Yüzbaşı kendi gelmez ki bunun için. Riske atmaz kendini. Hem…”
“Yüzbaşı bir şeyden korkmaz! …en iyi… tanıyorsun…”
Kısa bir süre sessizlikten sonra, “Bekleyelim” dedi biri.Kapının ardındaki zincir sesleriyle son buldu konuşmalar. Arkadaşıma döndüm; gözleri kapalı, yarı sızmış bir halde arkasına yaslanmış, bir şeyler mırıldanıyordu. Onunla konuşmanın anlamı yoktu; en iyisi sabahı beklemekti.
Odaya göz gezdirdim. İki sedir, bir de yerdeki kilimden başka bir eşya yoktu. Duvarın yukarısına açılmış bir pencere vardı bir de. Parmaklarımın ucuna kalkıp buğulanmış camdan dışarı bakmaya çalıştım. Karanlığın içinde, bir insan gölgesi, bir silah gölgesine sarılmış oturuyordu. Kendimi yorgun duyumsadım; pencereden çekilip sedire uzandım. Kafamdan bir sürü düşünce gelip geçti; fakat aslında bir şey düşünmediğimin ayrımındaydım. Üşüyordum; paltoma biraz daha sarınıp gözlerimi kapadım.
Hava ısınmaya, sis dağılmaya başladı. Biz, yolun bir yerinde terk ettiğimiz arabamızın içindeydik.“İnip yürümeli miyiz” diye düşündüm. Tekin kolumdan çekiyor, köye giden yolu gösteriyordu. Sonra köyün kahvesinin önünde, boşlukta sallanan tahta iskemlelerimizde bulduk kendimizi. Umutlu bekleyişimize geri dönmüş; arada dönüp boş sandalyeye bakmaya başlamıştık. Ben, Tekin ve yaşlı adam.
Gözlerimi açtım. Tekin doğrulmuş, anlamayan bakışlarla bana bakıyordu.
“Neredeyiz?” dedi. Köylüler tarafından zorunlu birer konuk olarak tutulduğumuzu söyledim. “İyi” dedi, sonra yeniden yatıp uyumayı sürdürdü.
Hava aydınlanmıştı. Pencereye uzanıp dışarı baktım. Sis dağılmaya, uzaktan, bozkırın ötesinden dağlar, başlarını uzatmaya başlamışlardı.
Kapının sesiyle yerime döndüm. Silahlı bir adam, arkasından, elinde tepsiyle başka biri içeri girdi. Silahlı olanı tanıyor gibiydim; dün gecekilerden biri olmalıydı. Öteki, elindeki tepsiyi yere bıraktı, dışarı çıkıp kapıyı kapattı. Tepsiye göz attım; içinde ekmek, peynir, zeytin vardı.
Silahlı adam, karşımda dikilip keskin bakışlarla süzdü beni.
“Bizi neden tutuyorsunuz burada?” dedim.
Çatık kaşları, derin yüz çizgileri, esmerleşmiş teniyle yüzüme bakıyor, yere dayadığı silahıyla köylüden çok bir savaşçı gibi görünüyordu.
“Bir süre misafirimiz olacaksınız” dedi.“Gerçeği anlayana kadar.”
“Hangi gerçeği?”
Çatık kaşlarını hiç değiştirmeden, gözlerinden alaycı bir bakış geçti. Başka türlü konuşmam gerektiğini anladım.
“Dün gece…” dedim, “Bazı konuşmalar duydum. Sanırım beklediğiniz birileri var, bizim de onlar olduğumuzu sandınız; doğru değil mi?”
Yanıt vermeden beni izliyordu. Ağzımdan çıkacak her sözcüğü yakalamak ister gibi dudaklarıma, gözlerime bakıyor, dikkatle her hareketimi takip ediyordu. Elimden geldiğince rahat davranmaya çalıştım.
“Bakın” dedim, “Bize bir bakın…” Elimle, hâlâ uyuyan Tekin’i gösterdim, “Biz sıradan insanlarız. Silahsız, sıradan insanlar. Arabamız bozuldu, biz de yürümeye başladık. Sonra da burayı bulduk. İsterseniz, sizi arabanın yanına götürürüz. Orada başka kimlikler de bulabilirsiniz…”
“Kimliklerin bir önemi yok” dedi, keskin bakışlarını benden ayırmadan.
“Peki, sizi nasıl inandırabiliriz?”
Yanıt vermedi; ilk kez yüzünden bir kararsızlık bulutu gelip geçti.
“Kim bu Yüzbaşı?” dedim.
İrkilmiş gibi oldu. Bu adam her kimse, adı bile köylüleri korkutmaya yetiyordu. Fakat yanılmıştım; yüzündeki irkilme, korku değil nefret doluydu.
“Bir iblis” dedi, dişlerinin arasından. Sonra toparlanıp kapıya yöneldi. Alaycı mı iyi niyetli mi olduğu anlaşılmayan bir sesle,
“Sen şimdi bunları düşünme” dedi. “Bir şeyler yiyin, dinlenin.”
Sonra hızla odadan çıktı. Kapının arkasından zincir seslerini duydum yeniden.
Tüm sabahı düşünerek geçirdim. Sıkılmış, kötümserliğe kapılmıştım. Kim olduğumuzu kanıtlamanın olanaksız olduğunu düşündüm. Geceki düşsellikten, beklentilerimizden sonra her şey ne kadar çirkin bir gerçekliğe dönüşmüştü. Peki, dün geceki yaşlı adam kimdi?
Tekin uyanmış, yatağının içinde doğrulmuş, beni izliyordu. Yüksek sesle konuştuğumun farkına vardım.
“Onu sen de gördün mü?” dedi. Onca konyaktan sonra, düşle gerçeği birbirine karıştırıyordu. Rahat, aldırmaz tavırlarından, hâlâ içinde bulunduğumuz durumu tam algılayamamış olduğu anlaşılıyordu. Ona, gece duyduğum konuşmaları anlattım.
“Boşver” dedi, “Nasıl olsa onlar olmadığımızı anlarlar.” Sonra ceplerini karıştırdı, konyak şişesini buldu.
“Neyse ki bunu almamışlar.”
“Yeter, içme” dedim. “Artık ayık kalmanı istiyorum.”
Anlamayan gözlerle, şaşkın şaşkın baktı.
“Neden? İçmekten ve beklemekten başka yapacak neyimiz var ki?”
Haklıydı. Bir sigara yakıp ben de ona katıldım.
Akşama doğru kapı yeniden açıldı. Umutlandım. İçeri, daha önce görmediğim iki köylü girdi. Biri, asık suratıyla silahını üzerimize doğrultmuşken diğeri elindeki yemek ve suyu yere bıraktı; sonra hemen çıkıp kapıyı kilitlediler. Hayal kırıklığına uğramıştım. Sabahki adamla yeniden konuşmak istiyordum. Tekin, çoktan dün geceki sarhoşluğuna geri dönmüş, kendi kendine bir şarkı mırıldanıyordu.
Karanlık, odanın içinde adım adım yayılmaya başladı. O zaman, odada bir ampul olmadığının ayrımına vardım. İçimden bir isyan alevi yükseldi; pencereye koşup “Bu yaptığınız hiç insanca değil! Bizi hayvanlar gibi kapattınız buraya!” diye bağırdım. Dışarıda nöbet tutan genç bir oğlan, dönüp boş boş yüzüme baktı.
İçkimiz hemen bitmesin diye yavaş içiyorduk. Son yudumlarda, Tekin’in yüzünde ilk kez umutsuzluk gördüm. Onu taklit ederek, “Boşver” dedim, “Herhalde bize bir şeyler ikram ederler.”
Arkadaşım ters ters yüzüme baktı; sonra, uyuyacağını söyleyerek arkasını dönüp yattı. Pakette kalan son sigaramı çıkardım. Kibritim bitmişti. Umutsuzca sigarayı yerine koydum.Uyumaya çalışmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Gözlerimi kapadım.
Ne kadar süre öylece yattığımı bilmiyorum. Şimdi sıcak ve soğuk renklerin iç içe girip kucaklaştığı, capcanlı bir ortamdaydım. Çevremde, yüzleri yabancı fakat tanıdığımdan emin olduğum insanlar, konuşarak, gülüşerek dolaşıyorlar; hızlı devinimleri, rengârenk giysileriyle bir renk cümbüşü oluşturuyorlardı.
Bu neşeli karnavalın içinde, bir süre gözlerimle Tekin’i ve konyak şişesini aradım. Herkes neşeli görünüyor, gülüyordu; fakat gülüşlerinde tuhaf, ürkütücü bir şeyler vardı. Gözüme çarpan ayrıntılarla, gördüklerim gitgide anlam kazanmaya, bana yabancı gelen yüzlerin sahipleri, kim olduklarını belli etmeye başladı. Yıllardır görmediğim herkes oradaydı; fakat yüzleri, silik, her an yok oluverecek birer hayalet gibi birbirine karışıyor, bir an görünüp sonra kalabalığın içinde kayboluyorlardı.
Onları izlerken bu hayalet suratların hiçbirinin, bana iyi şeyler anımsatmadığının ayrımına vardım. Her biriyle ilgili tüm kötü anılar, belleğimden sıyrılmış, özgürce dolaşmaya başlamışlardı beynimin içinde. O zaman, uyanık olmadığımı, kötü bir düşün içinde olduğumu düşündüm. Hatta belki de ölmüştüm. Bu düşünceyle sarsıldım. Belki de dün geceki o iskemlenin üzerinde, yavaş yavaş donarak ölüyordum; bunlar, beynimin tamamen durmadan önceki son kıpırtılarıydı. Vücudumu hissedemez olmuştum. Yalnız, yüzümün sol yanında dayanılmaz bir acı vardı. Bunu hissediyorsam, hâlâ hissedecek yaşayan bir yanım vardı demek ki.
Fakat ben neyi bekliyordum ki? Bunu anımsayamıyordum. Belleğimi zorladım; sonuçsuzdu. Neyi beklediğimi bilmeden, geldiğini nasıl anlayabilirdim? Belki de bu yüzden, hayatlarımız burada, bu isimsiz köyün ortasında, anlamsızca son bulacaktı. Öyleyse, beklediğimiz, geleceğimizdi. Bekledikçe bizden uzaklaşan, etrafımızı saran sisin, şu aşılmaz görünen dağların içinde kaybolan geleceğimiz… Şimdi bu kayıp geleceğimi, oldukça net fakat hiç gerçekleşmeyecek bir düş olarak görebiliyordum.
Gözlerimi açtım. Bizi kapattıkları odada, sedirin sertliğine dayanmış yüzümün acısıyla yatıyordum. Tekin, yandaki sedirde horluyor, bu gürültünün arasında, kulağıma insan sesleri geliyordu. Dikkat kesilerek onları anlamlandırmaya çalıştım; fakat mantıklı olabilecek bir sonuç çıkaramıyordum. Yeniden gözlerimi kapadım.
“Ne yapacağız?” diyordu bir ses.
“…kimlik de sahtedir… bunlar…”
“…son gelişlerinde… On yıl önce bugündü… sen daha çocuktun…”
“…Mışkin gideli iki gün olmuştu…”
“…Yüzbaşıyla Doktor…”
Karların ve sisin ortasında bir açıklıktaydım. Kadınlar, erkekler, çocuklar vardı; hepsi boşluğun etrafında, çepeçevre dizilmişler, çıplak ayakları, soğuktan mı korkudan mı titrediği anlaşılmayan bedenleriyle suskun, bakıyorlardı. Yüzbaşı, silahıyla kalabalığın karşısında dikiliyor, ayağının dibinde, bembeyaz karlara kızıl bir gölge gibi düşmüş bedeni işaret ediyordu. Yüzündeki maskenin beyazı, gözlerinin karanlığıyla karşıtlık oluşturuyordu. Başka bir adam, kapkara yüzü, maskesinin altından fırlamış gibi duran kocaman gözlükleriyle, insan zincirini dolaşıp tek tek herkesin yüzüne bakıyor; kalabalık, suskunluğunu koruyordu.
“Bir daha sormayacağım!” diye bağırdı Yüzbaşı. “Mışkin nerede?!”
Bu isim, evlerin kerpiç duvarlarında, tek tük ağaçların karla ağırlaşmış dallarında, sırayla dizilmiş köylülerin yüzlerinde yankılandı; sonra etraflarını saran sisin içinde kaybolup dağlara doğru yol aldı.
Yüzbaşı, insan zincirinden birini işaret etti. Doktor, zincirden koparıp karların içine fırlattı onu. Yeni yetme bir oğlandı; kısalmış şalvarının altından görünen sıska bacakları, morarmış çıplak ayaklarıyla, başını kaldırıp nefretle baktı Yüzbaşının gözlerine. Yüzbaşı, çocuğun yanına çömeldi, yumuşak bir el hareketiyle saçlarını okşadı.
“Sen onun oğlusun, değil mi? Baban burada olmadığına göre, ailenin reisi sensin. Şimdi vereceğin kararla, bütün köyü kurtarabilirsin, oğlum.”
Sesinin yumuşak tınısı, köylülerin titreyişini arttırdı. Bir kadın, ağlamaya, yalvarmaya başladı. Sonra tüm köyden sessiz yalvarma sesleri, bastırılmaya çalışılan çocuk hıçkırıkları yükseldi. Yüzbaşı ayağa kalktı, cebinden bir sigarayla, kırmızı, resimli bir çakmak çıkarıp sigarasını yaktı. Sabırla, korkunun dalga dalga artmasını, köydeki herkesin yüzüne yayılıp titreyişlerini arttırmasını bekler gibiydi. Sakince sigarasının dumanını üflerken bir eliyle de cebinin yanına takmış olduğu küçük bir kurt başıyla oynuyordu. Yerdeki çocuğun gözleri, bu kurt başına, onun kızgın bakan gözlerine takılı kalmış, kalabalığın yalvarmaları yükselmişti.
Sonra bir silah sesiyle her şey sustu. Bir an sonra, kadın, çığlıklar atarak yerde, acıyla bacağını tutan oğlana kapaklandı. Artık yalnız, kadının çığlıkları vardı. Kalabalık nefeslerini tutmuş, titremeye bile korkarak susuyordu. Derken bu donmuş kalabalığın arkasında bir kıpırtı oldu. Küçük bir çocuk, bir evin duvarının ardından süzülüp kolları iki yanına çarpa çarpa hızla koşmaya başladı. Doktor, silahını doğrulttu; aynı anda Yüzbaşı eliyle durdurdu onu. Ağır adımlarla, çizmeleriyle karları ezerek çocuğun ardından yürüdü.Ahır gibi bir yerin önünde durdu, tahta kapısını araladı. Kapıda öylece, aydınlığı arkasına alarak dikildi. İri gövdesi, kapıdan gelen tüm aydınlığı kaplıyor, hayvanların, saman yığınının, küçük çocuğun üzerine, kara bir gölge olarak düşüyordu.
Bir anda başına aldığı bir darbeyle savrulup yere düştü.Hemen, ustalıkla toparlanarak saldırganına doğru hamle yaptı. Yaşlı bir adamdı. Yenilgiyi kabul etmiş, kaybedecek bir şeyi kalmamış insanların direngenliğiyle saldırıyor; elindeki tek silahı, bastonuyla, düşmanına arka arkaya darbeler indiriyordu.Yüzbaşı, bir el hareketiyle, kendine engel olan kar maskesini çıkarıp attı. O zaman yaşlı adam, şaşkınlıkla karşısındaki yüze bakakaldı; Yüzbaşı, her hangi birinin yüzüne sahipti. Alelâde; bir ailesi, hatta çocukları olan, herkes gibi hasta olabilecek, herkes gibi ölebilecek sıradan bir adamın yüzü…
Yüzbaşı işini bitirip ahırdan çıkarken ihtiyar, bundan sonra, artık görmeyen gözlerinde, dünyada gördüğü son şey olan bu yüzü hep saklayacaktı.
Daha sonra tüm görüntüler silikleşti, birbirinin içinde erimeye başladı. Silah seslerine kadın çığlıkları, çocuk ağlamaları karışıyor; gitgide büyüyen kızıllığın içinde eriyen beyaz, çamurla, karla kaplanmış, ezilmiş insan yüzlerinin üzerini örtüyor; hepsi iç içe geçip birbirinden doğup birbirini doğuruyordu.
Boşluğa düşermiş gibi sıçrayarak uyandım. Tüm o dehşet görüntüleri gözümün önünde, silah sesleri hâlâ kulaklarımdaydı.
Dün sabahki adamı, odanın köşesinde yere oturmuş, bana bakarken buldum. Hemen doğruldum. Pencereden vuran soluk aydınlık, sabaha karşı bir saatte olduğumuzu haber veriyordu. ‘Bu saatte odaya gelmesinin tek bir nedeni olabilir’ diye düşündüm; fakat bu kötü olasılık, kulaklarımda hâlâ yankılanan silah sesleriyle birleşince bana çok doğal, kaçınılmaz göründü. Biraz da şaşırarak hiçbir şeyin umurumda olmadığını hissettim.
Adam, kendi kendine konuşur gibi, “Tam on yıl oldu” dedi. “Son ziyaretinin üzerinden on yıl geçti.”
Toparlanıp ayağa kalktım. Tekin, sırtı bize dönük yatıyordu.
“Fakat neden yıllar sonra yeniden buraya gelsin ki?” dedim.
İçimden, ‘Bu adamlar yıl dönümü kutlayacak değil ya’ diye geçirdim.
“Kişisel bir hesaplaşma mı?”
Yeniden alaycı bir bakış dolaştı yüzünde.
“Bizim dünyamızda kişisel bir şey yoktur.”
Yanıt vermeyeceğini bile bile merakıma yenik düştüm; “Mışkin kim?”
Adam, kaşlarını çatarak doğruldu;
“Nereden duydun bu adı?”
“Gece, köylüler konuşurken duydum. Pencereden. Şu Yüzbaşıyla yanındaki, on yıl önce onu arıyorlardı, değil mi? Peki ama neden şimdi…”
Gevezeliğime son verdim; birden anlamıştım. Mışkin, yeniden buradaydı. Köylüler bu yüzden, bu iki adamı bekliyorlardı.
Birden her şey anlaşılır göründü. Mışkin dedikleri aranan adam, yeniden köyüne dönmüş, köylüler de Yüzbaşı’nın, bunu haber aldığını öğrenmişlerdi. Bu kez tüm köy hazırlanmış beklerken biz çıka gelmiştik. Bu havada, gecenin bir saati, üstelik bir uğrak yeri olmayan böyle bir köyde, birdenbire ortaya çıkan iki yabancı, onları şüphelendirmiş, varlığımız, beklentileriyle örtüşmüştü. Demek ki bu adamların yüzünü gören yoktu içlerinde. Konuşmalarından anlaşıldığı kadarıyla, yalnız bazı ipuçları vardı ellerinde; bunlar da önemsiz şeylerdi. Doktor’un gözlükleri, Yüzbaşı’nın çakmağı, cebinde asılı duran kurt başı gibi. Buna karşın, sıradan bir köylü olmadığı anlaşılan Mışkin’in, onun öfke dolu sakat oğlunun ya da tüm yaşadıklarından sonra köylülerin, bizi öldürmeleri kaçınılmaz gibi görünüyordu. Yüzlerindeki korkuyu ancak böyle silebileceklerdi.
Bu olasılık, yarı uyuşmuş duyumsadığım beynimde,öyle doğal, olağan, hatta olması gereken bir şeymiş gibi gözüküyordu ki şaşkınlıkla, başımıza geleceklerin bir önem taşımadığının ayrımına varıyordum.
Tekin uyanmış, bir bana, bir adama bakıyordu.
Adam,silahını omzuna asıp kapıyı yavaşça aralayarak “Bir karar verdik” dedi. Hareketlerinde, doğru ya da yanlış, sonunda bir karara varmış insanların rahatlığı sezilebiliyordu.
“Gidebilirsiniz. Sizi burada daha fazla tutmayacağız.”
Tekin, ayağa kalktı. İlk kez ilgilenmiş görünüyordu. ‘Herhalde boşalmış konyak şişelerinden dolayı’ diye düşündüm.
“Sonunda, beklediğiniz adamlar olmadığımızı anladınız” dedi.
Adam dikkatle Tekin’i süzdü; yüzünde garip bir gülümseme dolaştı.
“Hayır. Ama onlar olduğunuzu da anlayamadık.” Sonra bana döndü; “Biz silahsız kişileri öldürmeyiz.”
Kapıyı açık bırakıp dışarı çıktı. Arkasından yürüdük. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte sis dağılmaya başlamış, ince, beyaz örtüsüyle tüm köy, ilk kez görünür hâle gelmişti. Silahlı adam önümüzde, ağır ama sert adımlarla yürüyor; biz, konuşmadan peşinden gidiyorduk. Köy boşalmış gibi ıssız görünüyordu. Yalnız, birkaç köylü, evlerinin kapısında durmuş geçerken bize bakıyorlardı.
Sonra ileride, bastonlu, yaşlı bir adam gördük. Silahlı rehberimiz, yanına gidip alçak sesle konuşmaya başladı onunla. Arada eliyle bizi gösteriyor, ihtiyar, yüzünü yana eğmiş dinliyordu.
“Bu o mu?” diye fısıldadı Tekin.
Ben de yanlarına gittim.
“Sizinle geçen gece kahvenin önünde karşılaşmıştık, değil mi?” dedim. İhtiyar, yüzünü bana döndü. O zaman onun, derin yüz çizgilerinin içinde, neredeyse kaybolmuş boş göz çukurlarını fark ettim.
Silahlı adam, bizi köyün çıkışına kadar geçirdi.
“Şu yolu takip edin, ana yola varırsınız” dedi. Başka bir şey söylemeden, arkasını dönüp köye doğru yürümeye koyuldu. Tekin’le öylece, yolun kenarında durduk.
“Adını bile öğrenemedik” dedim.
Tekin’in aklı başka yerdeydi; “Hava bozuyor. Gidelim.”
Ana yola doğru yürürken arada dönüp arkama bakıyor, adını bilmediğimiz adamın, omzuna astığı silahıyla beyazlığın içinde gitgide kaybolmasını izliyordum. Tüfeğini kavrayışındaki ustalığı, kararlı, sakin adımları, aklıma devamlı, bir tek ismi getiriyordu.
Arkadaşım, aklımdan geçenleri sezmiş gibi,
“Mışkin ha?” dedi, “Prens Mışkin gibi mi?”
“Hayır” dedim, “Tıpkı Doktor’un gerçek bir doktor olmadığı gibi.”
Güldü. Soğuktan ürperdiğimi hissettim. Yeniden geriye dönüp baktım.
“Keşke ayrılmadan, ondan ateş isteseydim. Bir sigara iyi olurdu şimdi.”
“Bende var” dedi Tekin.
“Sigara içtiğini bilmiyordum”
“Bırakmıştım. İçkiye başlamadan önce.”
Yine güldü. Paltosunun cebini karıştırdı, elini astarın içine sokup küçük, kırmızı, resimli bir çakmak çıkardı. Eğilip sigaramı yaktım. Başımı kaldırdığımda, dikkatle kısılmış gözleri, yüzünde çarpılmış gülümsemesiyle bana bakıyordu. Bilinçsizce, uzanıp çakmağı elime aldım. Resimde bir kurt başı, kısılmış, kırmızı gözleriyle bana bakıyordu.İliklerime kadar ürperdim. Bakışlarında hâlâ, kana bulanmış karları, samanların arasına düşmüş küçük bedeni, ihtiyarın boş göz yuvarlaklarını taşıyor;gözlerinden nefretle taşan kızıllığa karışıyordu hepsi.
Donup kalmıştım. Kafamdan yüzlerce soru geçiyordu. Bir filmi geri sarar gibi iki gün öncesine, Tekin’in,arabanın çalışmadığını söyleyip yürüyeceğimiz yönü gösterdiği anlara, köydeki yalnız, düşsel bekleyişimize döndüm. Şimdi sis dağılmış; gerçek, tüm inanılması güç çıplaklığıyla karşıma dikilmiş, saflığımla alay edercesine yüzüme bakıyordu.Sorular kafamdan silindi; tek bir yanıt vardı. Orada, sisin içinde, düş gören, yalnız bendim. Ben geleceğimi, o ise geçmişini bekliyordu.
“Gel, araba şurada.”
Sesiyle irkildim; ne yaptığımı bilmeden peşinden yürüdüm. Araba, yolun kenarında, bıraktığımız yerde duruyordu. Ağır hareketlerle binip çalıştırdı. Hâlâ orada dikiliyordum. Bir şey söylemeden, arkasına yaslanıp bekledi. Arabaya bindim. Bir eli direksiyonda, bir şişe çıkarıp ağzıyla açtı, içmeye koyuldu.
Köyün bulunduğu bölgeden geçerken yavaşlayıp bir anlığına gözlerini o yöne çevirdi;sonra yeniden gaza bastı.
Boşluğun ortasındaki yol, dümdüz, ileri doğru uzanıyor,sonunda ufuk çizgisine kavuşuyordu. Şimdi arabamız köyden, gözlerini ilerideki çizgiden ayırmayan Yüzbaşı, hızla geçmişinden uzaklaşıyordu.