Cazip olan buydu belki. Bilmediği, görmediği bir coğrafyaya çekip gitmek, yeni bir hayata başlamak ya da kim bilir kaçmak. Mutsuz hissettirenlerden. Her şeyden. Oysa yolun başında olan biri için gezip tozulan, âşık olunan, ötesi düşünülmeyen yıllar olmalıydı.
Görünen sebep onlar olsa da onu asıl ürküten, bekâret çapasını çamura saplama korkusuydu. Koruyup kolladığı bakireliğine çamur bulaşmasıydı. Bu öyle bir kaygıydı ki, “İtiraf et!” diye bağırsa, tüm bakireler halinden anlardı. Çünkü hepsi bekâret köleleriydi. Nereden zarar geleceğini bilmeden başlarını karanlık odalarına gömen tutsaklar.
Ankesörlü telefonun tuşlarına bastı. Bitmeyen meşgaleleriyle uğraşan annesini aradı. “Birkaç güne kadar orada olmam gerekiyor, eşyalarımı ancak hazırlarım. Gidince ararım, merak etmeyin,” dedi. Boğazına düğümlenen kötü duygusallığıyla birkaç kelimeyi zorlukla konuşabildi. Annesinin hâlâ sesi geliyordu ahizeyi kapatırken. Başka şehirden, başka düşünceden.
Evine giderken, ne yapacağını düşündüyol boyu, “Gitsem bir türlü, gitmesem başka türlü!” diye söylendi. Boş verircesine salladı kafasını. Eve henüz girmişti ki, arkadaşı gelen telgrafı uzattı. Aynı boş vermişlikle aldı, açmadan odasına gitti. Teybin play tuşuna basıp çekyata oturdu. “Ah kavaklar ah kavaklar/ Acı düştü peşime/ Ah kavaklar ah kavaklar/ Ardımdan ıslık çalar…”
Telgraf çalışacağı yeni yerden geliyordu. Açılış için az zaman kaldığını, acilen yola çıkması gerektiğini bildiriyordu. İşin ciddiyetini o anda fark ettiğinden midir, on beş gündür yaşadığı kararsızlık bir anda geçti. Azar işitmiş gibi oldu. Kimsenin nazıyla uğraşacak hali yoktu belli ki adamların. Tekrar koştu telefon kulübesine. Akşam on otobüsüne yerini ayırtırken tek başına kalma korkusuyla yüzleşti. Genel müdür, “Sadece size ve diğer üç müdüre ayrı oda tahsis edildi,” diyerek, yapılan ayrıcalığı konuşmasının arasına sıkıştırmıştı. Yalnız kalmaktan korktuğunu söyleyemese de, “Gece kapıyı zorlarlarsa ne yaparım?” hatta, “Ya kapıyı kırıp tecavüz ederlerse bana, üçüncü sayfada gözlerim bantlı, ‘Çıplak ve ölü bulundu!’ haberlerim çıkarsa, ya da ne bileyim…” diye aklından geçirmeden edemedi. Annesinin sesiydi devamı:“Kız kısmı tek başına…” Sonra bunun bir vesvese olduğunu düşünüp kafasından atmaya çalıştı.
Valizini hazırlarken holdeki televizyondan akşam haberlerinin sesi duyuldu. Bir an elindekileri düşünceleriyle bırakıp hole gitti. Siyah beyaz televizyonun küçük karlı ekranında Saddam’ın heybetli hali göründü. Irak-Kuveyt gerginliği savaşa dönüşmüştü. Dünya kendi çalkantısı ile uğraşırken, haline sevinemedi.
Bilmediği bir mücadele çemberine girmek üzere, akşam vakti biraz korku, biraz heyecanla otobüsün bir numaralı koltuğuna oturdu. Yolun başında ne kadar kararlı veemin görünse de otobüs gece karanlığında derin sessizlikle yağ gibi kayıp gittikçe, hayalet gibi görünen dağlar yendiğini zannettiği korkularıyla yüzleşmesine neden oluyor, güveni gittikçe azalıyordu. İçinin geçtiğini fark etmedi.
Gökyüzü yavaş yavaş aydınlanmaya başladığında, uyur uyanık gözlerini açtı. Yolun dar, bir o kadar da virajlı haliyle irkildi. Otobüs yola sığmıyordu sanki, bir tarafı yolun dışında gidiyordu. Başını sol tarafa hafifçe çevirip düşmekten çekinir gibi baktı aşağıya. Uçsuz bucaksız bir uçurumun en tepesinde yol alıyordu otobüs. Altında simsiyah deniz kendiyle boğuşuyordu. Yolun bükümlü hali midesini ağzına getirmeye yetiyordu. Doğa buralarda belli ki her şeyi sınırsız kılmıştı. Sol taraf nasıl dipsiz denizse, sağ taraf da gökyüzüne bitişik Toros Dağları’nın en yüksek noktalarıydı. Her şey kendi düzeni içinde sınırsızdı. Özgür, düzce bir nizam içinde.
Sevinçlerimle gökyüzüne ulaştığım gibi, sıkıntılarımla da denizin dibini boyladığım çok olmuştu. Tam bu noktada karmaşık duygularım ve doğanın uçlar düzeni beni hızla kendine çekti. Yaşadığım gelgitler, bana karmaşık gelen duygular tıpkı doğa gibiydi. Hayatın içinde benim de uçlar düzeninin bir parçası olduğumu gösteriyordu. Gökyüzünü görmek kadar denizin dibindeki mercanları görmenin de korkulacak bir yanının bulunmadığını, yaşadıklarımla kendi izdüşümümü yeniden yansıtabileceğimi anlatıyordu. Korkularımın yavaş yavaş azaldığını hatta haftalardır ilk defa keyfimin yerine gelmeye başladığını hissettim. Çizgi dışı aykırılığa kendimi öyle kaptırmıştım ki üstümdeki yabancılık hissini atmış, gideceğim yere bir an önce ulaşmak isteği doğmuştu içimde. Sabah saat sekize gelirken yoldaki levha Kaş’a 50 km. kaldığını gösteriyordu.
Kaş terminalinde firmanın şoförü ile birbirlerini bulmaları zor olmadı. Yönetici personelin kalacağı otele gittiğinde pansiyona benzer bir yerle karşılaştı; ilçe merkezinde, uzaktan sahile bakan, ismi gibi masalsı bir havası olan Ali Baba Otel’iyle.
Adının Cemal olduğunu öğrendiği genç de masal otelin masal kahramanıydı. Sürekli burada kaldığını, bir şeye ihtiyacı olduğunda seslenirse hemen geleceğini söyleyerek valizi odaya çıkarttı. Heidi’nin Peter’iydi. Birazdan keçileri otlatmaya çıkaracak kadarkıvraktı ayağı.
Odaya girdi,yatak onu bir mıknatıs gibi çekti yanına. Odasının kapısını kilitledi. Sadece ayakkabılarını çıkartabildi. Kulaklarındaki sinek vızıltısına benzeyen çınlama odanın sessizliğinde giderek artıyor, kendiliğinden kapanan gözlerine, başının dönmesine engel olamıyordu. Virajlar, uçurumlar, dipsiz deniz kapalı gözlerinde bir görünüp bir kayboluyordu.
O kadar derin uyuyordum ki benimle birlikte tüm evren susmuş, uyanmamam için ses çıkarmamaya çalışıyordu sanki. Hep duyduğum ama bir türlü hayal edemediğim o kör kuyunun dibindeydim. Çok sürmedi, derinlerden sesler gelmeye başladı. Kapı yumruklanmasına benzeyen sesler gittikçe yükseldi. Gözümü araladım, Cemal’in sesi koridordan feryat gibi geliyordu. Telaşla koşarak kapıyı açtım. Cemal telefon geldiğini, şoförün beni almak üzere olduğunu söylüyordu. Saatime baktım. Uykuya dalalı henüz on dakika bile olmamıştı. Yeni espadrillerimi giydim. Önü kapalı, arkası açık fıstık yeşili. Yeni ayakkabımla yeni işime gitmek üzere yola koyuldum.
Haritada dokunduğu nokta geldi aklına. İşte bugün o noktadaydı. “Demek Çukurbağ Yarımadası burasıymış!” derken tebessüm etti. Gözünde canlanmayan, hayal dahi edemediği yer. Tüm güzelliklerin cömertçe verildiği, torpilli yarımada. Dapdaracık yolun iki tarafında, bir kadının iri dalgalı, uzun siyah saçlarına benzeyen deniz uzanıyordu. Şoförün derinliğin buralarda iki yüz, üç yüz metreyi bulduğunu söylemesi ile iki tarafına biraz da ürpererek baktı.
Tanışma faslından sonra tesisi dolaştı. Dün bu saatlerde yaşadığı kaygıdan sonra bugün Akdeniz’in mavi sularını seyrediyor, uzaktan isminin Meis olduğunu öğrendiği Yunan adasının evlerini görüyordu. Denizin dalgaları yeni serilmiş mavi saten çarşafın uçuşması gibi bir yükselip bir alçalıyordu. Dalgaların kokusu burnuna beyaz sabun temizliğinde geliyor, görüntüyü bir yerden kaçırsa, başka bir köşeden tekrar yakalıyordu. Kafasını her kaldırdığında, sağında, solunda deniz, deniz… Acemilik nöbetini bitirdiğinde, deniz kadar gökyüzü de karardı. Sonra şehre inme zamanı geldi.
Ali Baba Oteli’ne dönmeden bir soluk alacak kadar nefeslenmek istedi. Yakınlarda bulunan bir banka oturdu. Akşamın sessizliğinde nereden geldiğini bilmediği bir sese takıldı kulağı. Sahildeki barlardan birinden geliyor olmalıydı bu ses. Siyah parlak tüylü iki köpek ön patilerini bükmüş hızla nefes alarak gözlerinin içine bakıyordu. Karanlıkta ışıl ışıl gözlerden gelen sevimli bakışlar.
Denizden esen havayı içine çekiyor, melodiyi duymaya çalışıyordu. Uzun süredir dinleyip de içine işleyen bir ses gibiydi. Bir başınalığın ağır ağır yüreğe dokunan sesi. Sonraki akşamlarda öğrendi adının Sting olduğunu. Yaz akşamları boyunca denizin uğultusu ile aynı parça –Fragile– çalmaya devam edecekti.
Odaya çıkma saati yaklaşınca ilk geceyi atlatma telaşı da arttı. Bu da onun zifafıydı. Başka mekânda kendiyle ilk gecesi. Odaya girdi, kapının kilidini sonuna kadar çevirdi. Balkondan dalgaların sahile vuran coşkulu sesini biraz daha dinlemek istedi ama gözlerinden uyku akıyordu. Birden annesini aramadığını hatırladı, panikledi. “Yarın sabah ilk iş ararım!” diye aklının bir köşesine yazarken balkon kapısını da iki kez kilitledi. Perdeyi çekti. Yanında getirdiği banyo havlusunu omzuna atıp banyoya yürüdü.
Nihayet üzerimdekilerden kurtulup, sıcacık bir duş alacaktım. Gömleğimin düğmelerini açmaya başlamışken üstümde bir gözün dolaştığını hissettim. Olduğum yerde dondum, kımıldayamıyordum, sesim çıkmıyordu. Geri geri bir iki adım attım. Göz göze gelmiştik. Tavan ile duvar arasında kocaman, kertenkeleye benzer bir sürüngen bana bakıyordu. Sırtımı dönemiyordum. Döndüğüm an tavandan üstüme atlayacak gibi bakıyordu bana.
Hem korkmuş hem de şaşkına dönmüştüm. Hayal görmediğime emindim. Yine de öyle olmasını diledim. Korkuyla gözlerimi yumdum, sol gözüm kapalı sağ gözümü hafifçe açtım. Derisi o kadar canlı ve parlak görünüyordu ki banyonun düşük voltajlı ampulünde bile parlıyordu. Renkli pullarla kaplı gövdesinden arkaya uzayan, neredeyse yirmi santim uzunluğundaki kuyruğunu görmek bile yeterince ürkütücüydü. Felaket öncesi bir durumda hissettim kendimi, korkularımı bir yana atıp sağduyuyla ya da içgüdüsel bir hareketle kendime geldim, toparlandım. Geri geri gittim, önce duvara çarptım, sonra yan yan banyonun kapısını buldum. O anda yere pat diye bıraktı kendini. Artık ayaklarımın yanındaydı. Ağzını açtığında çıkaracağı dili şimdiden görüyordum. Her an üzerime atlayabilirdi. Hafiften ellerim arkada, duvara tutunarak kapıyı açıp kendimi dışarı attım, kapıyı kapadım. Gömleğimin düğmelerini ilikleyip merdivenlerden aşağıya koşarken bir taraftan da, “Cemal!” diye bağırıyordum. Birkaç kez daha bağırdım. Herkes uyumuş muydu? Artık durmadan bağırıyordum. Cemal dışarıdan koşarak geldi. “Banyoda kertenkele gibi bir şey var,” diyebildim nefes nefese. Cemal banyoya girdiğinde görünür yerlerisüzdü, sonra aşağılara tekrar baktı. Yüzüm bembeyazdı, ağlamaklı, ne içeri girebiliyor, ne de ne yapacağıma karar verebiliyordum. Henüz sabah gördüğüm, kıvraklığını Peter’e benzettiğim ama başka bir yeteneğini de bilmediğim birinden yardım bekliyordum. Sinek ölüsünden bile korkan ben Cemal’e mahkûm görünüyordum.
Kendince bulduğu çözümle Cemal, “Banyo kapısının altını gazete kâğıdı ile kapatırım. Odayı da şimdi iyice ararım. Gitmiştir o, siz merak etmeyin,” diye beni sakinleştirmeye çalıştı. Odayı da aradı. Ama yoktu. Oteldeboş oda da yoktu. Çaresiz; “İyice baktıysan gireyim o zaman,” diyebildim.
İki gündür üstünden çıkaramadığı kıyafetleriyle yine öylece kıvrıldı yatağına. Oda ve balkon kapısı kilitli, banyonun altı gazete kâğıtları ile kapalı, kayıp misafiri ve korkularıyla birlikte şaşırtıcı bir cesaret göstererek başını yastığa bıraktı.