Bakıcım Nur Hanım’la yazlığa gelmek üzere yola çıkarken yapacağım işler arasında ilk sırada size mektup yazmak vardı. Gün gelecek, mektubun ne olduğunu bilen insanlar bile kalmayacak dünyada. Oysa ne güzeldir mektup yazmak, mektup almak… İçtenlikle dökmek içini kağıtlara…
Belleğimden uçup giden pek çok dizenin arasından yerini inatla korumak isteyen birkaç dize geliyor dilimin ucuna. “Tanımıyor kimse kimseyi / Ve kendini tanımak istemiyor / İnsan tanımazsa kendini insan / Nasıl var olabilir” Ben de öyle hisseder oldum. Kimse kimseyi tanımaya uğraşmıyor, kimse kimseye zaman ayırmak istemiyor. Ne varsa eski dostlar da var ama onlar da git gide azalıyor. Yalnızlığım(ız) artıyor. Çünkü “Ve sonra yaşlanıyoruz.”
İnsanlar başkalarını tanımaya uğraşmıyor da kendini tanımak istiyor mu? İnsan kendini tanıyabilir mi? Ben 17 yaşında babam karşı çıktığı için dedemin imzasıyla dünya evine gönüllü girerken kendimi ne kadar tanıyordum? Baba ocağında evin şımarık kızıydım. Çok da güzel bir kızdım. Atadan, dededen zengindik. Hiç yokluk, yoksulluk bilmedim. Babam Cumhuriyet’e inanırdı, Mustafa Kemal’i baştacı ederdi. Eğitimli değildi ama aydınlıktı kafası. Lisede okurken yaşı, yaşımın iki katı bir erkek bana talip olunca babam karşı çıktı bu evliliğe. İstemedi evleneyim. Ben ne nedir, ne değildir, bilir miydim ama inatçıydım, istersem olurdu, olmalıydı. Bu varlıklı, yakışıklı, eğitimli (O yıllarda üniversite mezunları parmakla gösterilecek kadar azdı.) adamla evlenmek istedim. Babamın kaygılanmasına gerek yoktu. Evliyken de okurdum, üniversiteye giderdim. Böylece Ankara’ya gelin geldim.
Sizinle Ankara’da tanışmıştık. Kimi etkinliklerde bir araya gelmiştik. Ankara’da edebiyat dünyası avuç içi kadar bir dünyaydı eskiden. Şimdilerde bilmiyorum. Uzağım artık. Evden de pek çıkmıyorum zaten. Hep saygıyla anarım sizi. Bir dergide yayımlanan bir şiirimi size okutma cesaretini bulmuştum. Genç kızlığım genç kadınlığıma karışmış, lise çağlarımda yazmam gereken şiirleri yazamadan o çağları atlamıştım. Belki de bu yüzden şiir yazmaya heves etmiştim. “Yazmayı sürdür.” demiştiniz. Bir süre direndim ancak yazmayı sürdüremedim. Olmadı. Sizin okuduğunuz o şiir, yayımlanınca sevinçten havalara uçtuğum o şiir, kocamı çılgına çevirmişti. “Bu dergi senin şiirini niye yayımladı? Kimi tanıyorsun sen bu dergide?” diye üzerime yürümüştü. Hem kime yazmıştım bu şiiri? Ne yanıt verecektim ona? Yazılan ilk dizeler hep aşka dair değil midir? Aşk diye neyi biliyordum? Bildiğim en güzel aşklar yalnızca düşlerimdeydi.
Arada sırada kağıtlara dizeler düşürmekle kalsam da şiiri sevmekten hiç vazgeçmedim. Buraya gelirken de birkaç şiir kitabını yüklenip geldim. Kimi zaman bakıcım Nur Hanım’dan bana şiir okumasını istiyorum. Şiir okumayı seviyor mu sevmiyor mu, bilmiyorum ama okuyor. Belki de bir ses duymak istiyorum evin içinde. Kimi zaman da ben ona şiir okuyorum. Beni dinliyor mu, dinlemiyor mu, onu da bilmiyorum ama oturuyor karşımda.
Şiirler bana güç veriyor. Güçlü olmak iyi. Bir kadının güçlü olması hepsinden iyi. Ben bunu baba ocağında geçen 17 yılımda fark etmemiştim.
Evlilik hayatım, lüks bir semtte, lüks bir evde, elimi sıcak sudan soğuk suya sokmadan baba ocağındaki şımarıklıkla başladı. Tanımayanlar bizi baba-kız sandılar. Tanıyanlar eşimin yanında oyuncak bir bebek olarak gördüler beni. Hemen hamile kaldım. Çocuğun çocuğu oldu. Hayat başka bir yöne doğru akmaya başladı. Liseyi bitirmiştim. Ya üniversite? Ne gerek vardı üniversiteye? Eksiğim mi vardı? Halılar, avizeler, abajurlar, biblolar… al al bitmiyordu. Giysiler, takılar… Para ile satın alınabilecek ne varsa benimdi. Eşimin sunduğu/dayattığı bu dünya, benim dünyam nasıl olacaktı? Boyun eğecektim. Tüm sundukları için şükran duyacaktım ona. Bunlar bir süre oyaladı beni ancak sonra… Bunlara sahip olmak için evlenmeme gerek yoktu. Atadan, dededen zengin bir ailenin kızıydım ben zaten. Ne bekleyerek evet demiştim bu evliliğe? Sanırım bilmiyordum. Enine boyuna düşünmemiştim hiç. Yakışıklı, varlıklı, eğitimli, güçlü bir adam… Ama dedim ya inatçıydım, istersem olmalıydı. Ben üniversiteye gitmek istiyordum. Tüm kardeşlerim okuyordu. Babamın gücünü hep arkamda hissettim. İyi ki hissettim de kocamın tüm karşı durmalarına rağmen iki çocuk annesiyken üniversiteye başladım. Kocamın kıskançlıkları o zaman ortaya çıktı. Denetleyebileceği alanın dışındaydım çünkü. Hır – gür, kavga – gürültü… yolumdan alıkoymadı beni. Kocam bunu hiç hazzetmedi. Üniversiteyi bitirdim. Öğretmen oldum. Gaffar Bey’in Hanımı, Tamer’in ve Yasemin’in annesi olmanın dışında yepyeni bir kimliğim vardı artık: Öğretmen Hanım. Çok mutlu oldum. Hocam, üniversitede onun yanında asistanı olarak kalmamı isteyince evde kıyamet koptu. Bu kıyametin üstesinden gelemedim. Öğrenim hayatım sona erdi. Akademisyen olmak, içimde ukde oldu kaldı.
Mücadele etmekten yoruluyor mu insan? Mücadele bir yanıyla insanı, doğrudur, güçlendiriyor ancak mücadelenin karşılığını alamazsan da zayıflatıyor. Evimin, kocamın, çocuklarımın dışında kuracağım hiçbir düş olmamalı mıydı? Bir anne ve kadın olarak yaşamaya hakkım olan tek yer evim miydi?
Eşimle aramızda bir iktidar savaşının başladığını görüyordum. Onun arkasında kaldığım sürece hiçbir sorun yoktu ancak yanında hele önünde yürümeye kalkmak nasıl bir kendini bilmezlikti? Ah, söz geçirilemeyen kadınlar… Erkek egemen bir dünyaydı bu. Ben aslında dünyaya gözümü kocamın yanında açtım sayılır. Şimdi 17 yaş fotoğraflarıma baktığımda bir çocuktan başka bir şey görmüyorum. Kocam, bir hamur gibi alacak eline beni, biçimlendirecekti. Bundan kolay ne var dedi belki, ben umduğu gibi çıkmadım.
Bir eş olarak, anne olarak elbette sorumluluklarım vardı. Bir öğretmen olarak da vardı. Neden ikisi arasında kalmak zorundaydım? Kocam yurt içinde ya da dışında sürekli iş gezilerine çıkıyor, saygın bir iş adamı olarak çevresinde kabul görüyordu. Önünde hiçbir engel yoktu. Bense evde bir yardımcımız olduğu halde evini, çocuklarını ihmal etmekle suçlanıyordum. Kadının yeri eviydi ama ben laftan anlamıyordum. Oturduğumuz lüks apartmanda komşu kadınlar poker partileri düzenlerken ben sendikamızın koro çalışmalarında alıyordum soluğu. Müziğe karşı her zaman ilgim vardı. Şarkı söylemeyi severdim. Genç bir kızken kendimi Emel Sayın’a benzetirdim. Ben de onun kadar güzeldim, sesimin de ondan aşağı kalır yanı yoktu! Böyle düşünmek gururumu nasıl da okşardı! Sendikamız öğretmenlerden bir koro oluşturunca ben de katıldım çalışmalarına. Kocamın haberi olur olmaz yeni bir kıyamet koptu. Ne işler çeviriyordum yine? Hır – gür, kavga – gürültü… artık yolumdan alıkoymaya başlamıştı beni. Kocamın öyle bir dönüyordu ki gözü… Korkudan elim ayağım buz kesiyordu. Korodan ayrılmak zorunda kaldım.
Ancak içimde içime sığmayan bir bene karşı koyamıyordum. Kocamın ressam bir arkadaşı vardı. Beni de çekti resmin dünyasına. Suluboya resimler yapmaya başladım. Basit şeylerdi. Ama beni mutlu etti. Çevremde de kabul gördü. Gururum okşandı. Ressam arkadaşıydı, bildiği, tanıdığı biriydi. Ona söz söylemez sandım. Oysa… Kocam, deliye dönmek için neden arar olmuştu. Şiddetle karşı çıktı yine. Belki de arkadaşından kıskandı beni. Yaptığım resimleri parçaladı. Resimlerinizin parçalandığını görmek ruhunuzda nasıl bir yara açıyor, biliyor musunuz?
Ne yapmak istesem suç olmaya başladı. Arada çocuklarım kaldı. Çocuklarımı da bana karşı kışkırttı. Oğlum bir gün karşıma çıkıp “Neden sen de bütün anneler gibi davranmıyorsun?” diye hesap sordu benden. Ben neden bütün anneler gibi değildim? Nasıldı bütün anneler? Kocalarının sözünden çıkmıyorlar yani boyun eğiyorlardı. Kocan istemiyorsa yapma! Hepsi bu! Bu arada arka arkaya annemi ve babamı kaybettim. Hayatımda büyük bir çatlak oluştu. Kardeşlerimin hepsi üniversiteyi bitirdi, iş güç sahibi oldu. Evlendi barklandı. Çoluk çocuk… Hayatları olması gerektiği gibi aktı. Bana ne oluyordu? Kimse yanımda yer almadı. Eşim, o kadar “saygın” bir iş adamıydı ki… Dışardan baktığınızda her şey güllük gülistanlıktı. Sorun bendeydi.
Neye elimi uzatsam elimde kalmaya başlayınca ben de inanmaya başladım sorunun bende olduğuna. Ruh sağlığım bozuldu. Uykumda sayıklamaya başladım, sürekli korku içinde birileriyle kavga ediyor, bağırıp çağırıyordum. Doktorlar, ilaçlar… Mutfak önlüğünü geçirip boynuma… Sonra farkına vardım ki mutfak önlüğü ayrılmaz bir parçam olmuş benim. Evin dışında kendime güvenimi yitirirken ev içlerine çekilir olmuşum. Beceriksiz, ürkek, ne yapacağını bilmez bir kadına dönmüşüm. Kimse artık beni “adam” yerine koymuyor. Sonra kocam benden daha genç bir kadınla evlenmek için beni boşadı. 30 yıldan sonra… Oğlum okudu, iş güç sahibi oldu, yurt dışına gitti, evlendi, çoluğa çocuğa karıştı. Beni, babasına karşı duran, evin huzurunu kaçıran annesini hiç bağışlamadı. Bir süre sonra kızım da evlendi. Yalnız kaldım. Emekliye ayrıldım. “Ve sonra yaşlandım.”
35 yıldır her yaz bu yazlığa geliyoruz. Kocam, çocuklar, akrabalar, arkadaşlar… Onca mal mülk içinde tapusu bana ait olan tek eve. Nur içinde yatsın, o da bir öğretmen arkadaş sayesinde oldu. Arkadaşım ön ayak oldu, aldık bu evi. Satış işlemleri yapılacak; kocam, çocuklarımın babası, yine işi nedeniyle uzaklarda, hiç sonu gelmeyen uzaklar, evin parası hazır ancak kocam yok. Arkadaşım, “Evi senin üzerine yapalım.” dedi. “Hayatın ne getireceği bilinmez.” O zamanlar şimdilerde olduğu gibi villa tipi yazlıklar yaygın değil. İki oda, bir salon evler, yan yana bloklar… Hepsi deniz görüyor, denize yürüme mesafesinde… Ben en çok deniz gören balkonumu seviyorum. Denizi kapatıyor diye budaya budaya şekillerini değiştirdikleri çam ağaçlarını gördükçe, daha kötüsü kestikleri ağaçları andıkça üzülmüyor değilim. 35 yıl bu… Nice anı…
Bakıcım Nur Hanım’la birlikte ölümü beklediğimi hissettiğim bu evde… Her şeyi unutur oldum. Kimi zaman çocukluğumda başımdan geçen bir olayı tüm ayrıntılarıyla anımsarken evin içinde hırkamı nereye koyduğumu unutuyorum. Nur Hanım’a danışmadan hiçbir şeyi yapamaz oldum. Geçen gün yatak odasının panjurlarını nasıl açacağımı bile bilemedim. 35 yıldır açıp kapadığım panjurlar… Nur Hanım, banyo dolabındaki pudrayı çöp kutusuna attı diye kıyameti kopardım. “Tarihi geçmiş.” dedi. 20 yıldır duruyormuş o pudra dolapta.” Ne diyeceğimi bilemedim. Hiçbir şeyi atamıyorum. Ben de biliyorum tarihlerinin geçtiğini, eskidiğini, artık kullanılmadığını, işe yaramadığını… Ama dursunlar istiyorum yine de. Belki bir şeyler olur. Ne bilmiyorum.
Mektubum mektuba benzemedi galiba. Sanırım sevmeyeceksiniz bu mektubu. Siz “sular seller gibi umudunuz olmakla” övündünüz hep. Benimse umut edecek bir şeyim kalmadı artık. Ayıplıyor musunuz beni?
Size bu mektubu yazarken bilgisayarın başında kim bilir kaç kez uykuya daldım. Bugünlerde bir de bu uyku hali geldi üzerime. Nur Hanım, yatmam gerektiğini söylüyor kim bilir kaçıncı kez. Dünya bana çok ağır geliyor artık. Beni anlıyor musunuz?
edebiyathaber.net (29 Kasım 2022)