Bay Antun Vega’nın koleksiyonundan bir parçayım. Yaklaşık iki haftadır buradayım. Avrupa Edebiyatı bölümünün en üst rafında yer alıyorum. Numaram dört yüz elli sekiz. Kahverengi deri ciltli, kuşe kağıda basılı, ince bir romanım. Kamelyalı Kadın ile Vadideki Zambak’ın arasındayım. Beni gördüğünüzde, bana sahip olma isteğine karşı koyamazsınız. Bay Vega da buraya bağışladığı çoğu kitabı, kitapçıda bırakamayıp evindeki kütüphaneye eklemek istediği için almış. İki katlı ahşap evinin üst katını çalışma ve okuma odası yapmış. Babasının buraya kaçarken Nazilerin ellerinden kurtarabildikleri, İstanbul’a gidenlere sipariş ettikleri ve hediye gelenlerle, kitapları eve sığmaz olmuş. Yaşamının sonunun yaklaştığını hissettiği taze bir yaz sabahı, kütüphanenin müdürüne bütün kitaplarını bağışlamak istediğini söylemiş. Müdürün gözlerindeki pırıltı görülmeye değermiş zira Bay Vega’nın kitap koleksiyonu şehrimizde dillere destan bir efsanedir. Belki de bir gece evine düşecek fosfor bombasıyla yanarak ölmekten korkmuştur. Şehri bir nisan günü kuşatan Çetnikler, keskin nişancılarla halkı öldürürken, geceleri de içinde bol kitap barındıran evleri hedef alıyorlar. Geçmişi anlatan bizleri, belleği, anıları, yazılı kanıtları kısaca kitapları istemiyorlar. Etnik temizliğe bizler de dahiliz. En kolay ve hızlı yolu da yakmak.
Özenle hazırlanmış tahta sandıkların içinde çarçabuk taşındık. Bay Vega’nın evindeki tiktakların, kapı gıcırtılarının, hafta sonları gelen torunların çığlıklarının ve düşmanımız tombul kedinin patileri ile aldığımız yaraların sonu gelmiş, nihayet huzur bulacaktık. Depoda biraz bekledikten sonra yavaş yavaş ait olduğumuz yerlere yerleştirildik. Benim bölümüm okuma salonuna yakın. Bundan hoşnutum doğrusu, kütüphanenin en hareketli yeri burası, hem camların ardından Miljacka Nehri de görünüyor. Hafif meltem estiği günlerde nehrin kokusu bir kelebek gibi uçup, salonu kaplayan kitap kokularının üstüne usulca konuyor.
“Afedersiniz, kahve ile girmek yasak.”
“Termosumdan içiyorum. Sabah acele çıktım evden, bu seferlik izin veremez misiniz?”
“Şu köşedeki masaya geçin lütfen, diğer okurlar görmesin.”
Her gün bu saatte damlar, bu genç çelimsiz adam, geldiğini mis gibi kahve kokusundan anlarız. Bu defa yakalandı, kendini pek akıllı sanıyor. Dedelerinin izini sürüyor, buradaki Osmanlı’ya ait tapu kayıtlarından. Bütün gün defterine notlar alıyor. Bay Vega’nın bağışının tasnifini de hâlâ bitiremediler. Beni henüz kimse ödünç almadı, eline alıp, incelemedi bile. Genç bir kadının çantasında, caddeden geçen travmaya binip sallana sallana, şehirde gezinerek evine gitmek, yemekten sonra bir kadeh şarap alıp, yumuşak koltuğuna yerleştiğinde, uzun ince parmaklarını sayfalarımda gezdirmesini isterdim doğrusu ama hâlâ çalışanların fısıltılarını dinliyorum. Bir de dışarıdan gelen silah seslerini ve çığlıkları. Ne zaman bitecek bu kuşatma? Keşke diyorum bir gün bu kapıdan içeriye girseler. Buradaki çalışanlarla göz göze gelseler. Tek tek hepimize dokunsalar, ellerine alıp okusalar, birlikte çok uzun yıllar mutlu mesut yaşadıklarını anlatsak, hatırlatsak onlara. Bu kavgaya bir son verseler.
“Burada çeşit çeşit Tevrat var, bay İsmailoviç, bunları Kur’anı Kerimlerin yanına mı yerleştirsek?”
“Kutsal kitaplar bölümü uygun olur. Kur’an rafı ayrı,” gözlüklerinin üstünden bakarken, bu adam ne zaman öğrenecek işi diye dişlerini sıktı.
“Almanca kitapları ne yapalım?” Almanca bilmediğini belli etmemeye çalışıyordu.
“Konu başlıklarına göre ayırmalı, tarih, sanat, seyahat.”
“Tamam, Leyla ile yaparız, çok kitap var. Bombaların bir sonraki hedefinin burası olacağı konuşuluyor. Kulağınıza geldi mi Bay İsmailoviç?”
“Avrupa’nın gözü önünde bu suçu işleyemezler. Saraybosna’nın hatta bütün eski Yugoslavya’nın hafızası bu kütüphane,” dudaklarından dökülenlere kendi de inanmıyordu.
“İnsanlık suçu olur değil mi?” Ahmet, bunu sorarken içini rahatlatacak bir yanıt bekliyordu.
İsmailoviç, “öyle tabii,” deyip, ekipten beş kişinin el yazmalarını yavaş yavaş evlerine taşıdığından bahsetmedi. Eserleri olabildiğince dijital ortama aktarmaya çalışıyor ve bu işi büyük bir gizlilikle yürütüyorlardı.
El ayak çekilince, kütüphane sessiz ve karanlık bir mabede dönüşüyor. Eskiden geceleri nehrin kenarını pırıltılı ışıklarıyla süsleyen bu mücevher parçası artık karanlığa gömülüyor, biz de bizi kaleme alan yazarların dedikodusunu yapıyoruz. Vadideki Zambak’ın anlattığına göre Balzac anne sevgisi görmeden büyümüş bir çocukmuş ve bütün hayatı boyunca bu sevgiyi aramış. Alexandre Dumas’ın ise birlikte olduğu kadınların arşa ulaştığını, sahip olduğu çocukların sayısını bilmediğini anlatıyor, Kamelyalı Kadın. Bana soruyorlar, ya senin yazarın nasıl biriymiş diye. Savaşta büyümüş bir çocukmuş diyorum, onun da yaşadığı şehir kuşatılmış bir yıl boyunca. Dışarıda yaşanan savaşa birbirimize anlattığımız öykülerle direniyoruz. Çünkü yaşanılan gerçek o kadar ağır ki ancak başka bir gerçeklik yaratarak devam edebiliyoruz.
Kuşatma henüz başladığından, halk inatla günlük yaşamını alışılagelmiş şekilde sürdürüyor. Buna araştırmalar, ödünç kitap alma, süreli yayınları okuma da dahil. Hatta bazen sokakta ikinci el kitap satışı yapıyorlar. Saraybosnalıların hayata tutkuyla bağlı olduklarını görüp kazanamayacaklarını anlasalar ve toprağa gömseler o soğuk çelikten makinelerini.
“Günaydın, Ahmet!”
“Günaydın!”
“Dün gece Enisa Skoloviç’in evini yakmışlar, duydun mu?”
“Evet, duydum hatta kokladım ve gördüm, gökyüzüne yükselen külden kelebekleri. Evinde çok kitap bulunan evleri nereden biliyorlar?”
“Onlar komşularımızdı unuttun mu? Bahçelerinden elma çaldığımız, oyun oynarken su istediğimiz tanıdıklarımız.” Ahmet, aptalca bir soru sorduğunun farkına vararak hemen ortadan kayboldu. Bugün pek gelen giden olmadı. Gizli gizli kahve içen genç de yok. Yine fısıltılar başladı. Çalışanların yüzlerinden düşen bin parça.
“Özellikle geceleri teyakkuzda olalım arkadaşlar. Bu işi gece vakti yapacaklar.”
“Koskoca kütüphane, yüzyılların birikimi var burada. Nereye taşıyalım?”
“Taşıyamayız, zamanımız yok, zaten hiçbir yer de güvenli değil.”
“Tek yapabildiğimiz olabildiğince dijital ortama aktarmak.”
“Olası bir saldırıda, ilk haber alan önce itfaiyeyi sonra beni arasın. Ben de İsmailoviç’e haber veririm. Haberleşme zincirimiz konuştuğumuz gibi işler, kütüphanede buluşuruz. Anlaşıldı mı?” Sessizce birbirlerinin gözlerinin içine baktılar, o günün gelmesini hiç istemiyorlardı.
Sıcaklar artık nazlı nazlı kendini sonbaharın serin kollarına bırakmıştı. O gün sakin bir gün geçirip çabucak geceye geçtik ki bir anda ince bir ıslık sesi duyuldu sonra korkunç bir patlama, bir tane daha, bir daha, bir daha ve alevler, her yeri alevler sardı. Büyüklü küçüklü turuncu kollar, sımsıkı sarılıp hiç bırakmayan sıcak kollar ve minik sarı eller. Duman, ne çok duman. Göz gözü görmüyordu. Tavan çökmeye başladı. Hepimizden çıtır çıtır sesler geliyordu, patlayan camlardan kendimizi dışarı attık. Kitap kapakları, yaprakları, harfler boşlukta süzülmeye başladı. Tavan süslemeleri ne kadar da güzelmiş! Hiç görememişim.
“Viječnica bombalanmış, Viječnica bombalanmış, koşun!” Çevre evlerden insanlar dışarı fırladı. Haykırışlar içinde, “su yok mu, kova getirin,” sesleri duyuluyordu.
“Kütüphane yanıyor, yetişin.” Bu topraklarda yaşamış onca halkın kaydını tutan binanın yara aldığını duyan herkes, canları pahasına yangını söndürmeye girişti. İtfaiyenin araçlarında yeterli su olmadığı anlaşıldı. Nehrin suyu da yaz boyu azalmıştı. Bütün çalışanlar ve yardım için gelenler bir insan zinciri oluşturup kitapları kurtarmaya çalıştı. Gece sabaha bağlanmış, keskin nişancılar yerini almış, ateşe başlamıştı. İlk, kahve seven genç adam vuruldu, ardından Bay İsmailoviç. Vurulanları kaldırım kenarına çekip yanmış olsa da kurtarabildikleri kadar kitap kurtarmaya devam ettiler.
Tüy gibi hafifleyip şehrin üzerinde uçarken, Viječnica’nın aslan yelesi misali turuncu saçlarının pencerelerde dalgalandığını gördüm. Sonunda nehrin öbür yakasına, sonbahar yapraklarının kucağına düştüm. Çıtırtılardan bir askerin bana doğru yaklaştığını anladım. Beni eline aldı. İsmimi yüksek sesle okudu:
“Savaşta Barış, Miguel de Unamuno.”
Sonra beni çantasına atıp dağa yöneldi.
edebiyathaber.net (28 Aralık 2023)