Öykü: Beyaz zaman | Cindi Yıldırım

Aralık 9, 2021

Öykü: Beyaz zaman | Cindi Yıldırım

Pencerenin önünde bir yandan çayını yudumlarken öbür yandan elindeki kitabı kokluyordu. Bir kitabı okumaya başlamadan önce her zaman yaptığı gibi. Burnunu sayfalara dayayıp yavaş yavaş çevirdi. Okuduğu her kitaptan farklı kokular alırdı. Sözgelimi birinden yalnızlığın, kırgınlığın kokusunu alırken, bir diğerinden umudun, gözyaşının kokusunu alırdı. Kokular burnuna değer değmez bilmediği hikâyelerin kahramanlarının kırgınlığının, sevincinin somut haline bürünürdü. Kimi zaman kulağında makas şıkırtıları ile yaşayan bir berber, kimi zaman da yollarda ömür çürüten bir şoför oluyordu. Hatta şu an elinde tuttuğu hikâyenin beyaz önlüklü doktoru olacaktı.

Kitabın kokusu ile birlikte kelimelerin damağında bıraktığı hazzı içine çekerken arada bir dışarıda usul usul yağan kara bakmaktan kendini alamıyordu. Kar, büyük bir dinginlik ve ciddiyet ile gecenin üstünü örten sessizliği uyandırmadan yağıyordu. Kar yağdıkça sessizlik biraz daha sessizleşiyordu. Gecenin üstüne örttüğü kalınca yorgan daha da kalınlaşıyor ve haliyle kış uykusu giderek uzuyordu.  Evlerin çatıları, köyün arada bir yanan elektrik direkleri ve vanilyalı birer dondurmaya benzeyen sıradağları da uykunun kollarındaydı. Uykusunu alamayan sadece yollardı. Köylüler oradan oraya giderken sürekli bir yerlerinden dürtülüp uyandırılırdı. Uyandırılmakla kalmaz, üstünden geçen insanların tedirgin aceleciliği, hüzünleri, özlemleri ve sevinçleri de dürtüldüğü yerden ruhuna karışırdı.

Elindeki kitabı kapatmadan ters çevirip, oturduğu koltuğun üzerine bıraktı, yavaş adımlarla evin ön penceresine yöneldi, buğulanmış pencereyi silerek dışarıyı seyretmeye koyuldu. Dışarıda zifiri karanlıktan başka bir şey yoktu. Eğer başka bir şey varsa da bu, orada olduğuna kanıt olacak bir köpeğin acı acı ulumasıydı. Gecenin karanlığına iyice kulak kesilince, oturduğu evin az aşağısında gürül gürül akan derenin sesini de duydu. Pencereye hohlayıp buğulan yere bir şey çizmek istedi, hemen bundan vazgeçti, pencerenin önünden ayrılıp tatlı bir çıtırdama türküsü tutturan sobanın sıcaklığına sokuldu. Elleri ve içi ısınınca aralarında bin yıllık bir uzaklık olan geçmişine gitti.

  •   

Eşinin sevdiği bir yazarın yeni çıkan kitabını alır almaz, ayakları yerden kesilmişçesine apartmanın önünde buldu kendini.  Merdivenleri hızlı hızlı çıktı, apartman boşluğundan yankılanan çocukların gülüşlerine tebessüm ederek içeri girdi, anahtarı sehpanın üzerine fırlattı. Eşi daha okuldan gelmemişti. Odanın içerisi buram buram fesleğen kokuyordu. Pencereyi açınca, dışarıda beklemekten sıkılan koca şehrin kasvetli gürültüsü içeri akın etti. Bu gürültüye rağmen yüzündeki mutluluğu kaybetmeden şehri seyretti, telefonu çaldı az sonra. Karşıdan gelen ses eşine ait değildi; eşinin bir trafik kazasında öldüğünü söyleyen, aynı hastanede çalıştığı bir meslektaşına aitti. Telefon, çiçek desenli halının üzerine düştü, az önce içeri akın eden gürültü birden kesildi, evin duvarları, pencereleri, sehpaları, çiçekleri ve kitapları siyaha büründü. Kulakları uğuldamaya, gözleri bulanıklaşmaya başladı. Ürkek ve korku dolu adımlar ile kapıya doğru gitti, daha bir-iki adım atmışken yere yığıldı, gözleri kapanırken sehpanın üzerine bıraktığı kitabı gördü.

Eşini mezarlıkta yalnız bırakıp eve dönünce portmantoda beresini gördü, içi cız etti. Bu evde durdukça duvarlar üstüne üstüne gelecek, sokaklar iş birliği yapıp boğmaya çalışacaktı. Hemen, hiç bilmediği bir kasabaya tayin istedi. Tayini çıkana kadar şehrin tüm parklarını, yollarını ve kuytu köşelerini bir bir gezdi, ama acısı bir nebze olsun dinmedi. Tayin işi beklediğinden kısa sürede sonuçlanınca, hazırladığı bavulunu alıp son kez evine baktı. Kapının girişine iki damla gözyaşı bıraktı. Kapıyı kilitledi, anahtarı cebine koymadan merdivenleri buruk bir yüz ifade ile indi. Kilitlediği kapının ardında, acı kokan güzel bir geçmiş bıraktı.

  •  

Kapı vurulunca kendini toparlayıp kapıya doğru seğirtti.

‘’Hayırdır muhtar bu saatte?’’ diye sordu gözlerinden uyku yağan muhtara.

 Gözlerini açmakta zorlanan muhtar, ‘’Hacı Emin seni bekliyor Doktor Bey,’’ dedi kar kokan sesiyle.

‘’Niye bekliyor beni?’’ dedi doktor. Bu soru muhtarın kulaklarını teğet geçip, bir kar tanesi gibi sessizce geceye düştü.

Muhtar uykunun yakasını bırakmadan giderken,’’ Daha zamanı varmış, acele etmene gerek yok,’’ dedi. Der demez de, gecenin soğuk karanlığına karışıp silindi.

Bir müddet muhtarın arkasından baktı. Köyün aşağısındaki çınarlardan, donmuş dereden, kerpiç yapılı kasaba evlerinden beyaz bir sessizlik uğulduyordu. Baykuşların sesi gecenin karanlığını yırtarak kulaklarına ulaşıyordu. Yokla var arası bir an yaşamıştı. Önemli bir durum olmasa, muhtar gecenin bu vaktinde dayanmazdı kapısına.

Hazırlanıp kapının önüne çıkınca güneşin doğmasına az bir vakit kaldığını anladı. Paltosuna iyice sarınıp yola düştü. Kar soluk almadan yağmaya devam ediyordu, akan her damla zamanın üzerini bembeyaz bir süratle örtüyordu. Zaman, bu küçük kasabanın üzerini kapatan kar taneleriydi. Gece de, bu bembeyaz zamanı içine hapseden karanlık, dişsiz bir ağızdı.

Yolun kenarındaki çınarlar, çıplak dallarına kar taneleri giymişti. Keçiler, inekler yeni güne uyanmış, kuşlar yiyecek aramaya çıkmıştı. Kasabaya geldiği ilk gün, bu çınarların yanına bırakmıştı otobüs onu. Otobüs, içinde odun sobası yanan evleri, bu evlerin ahırlarından yükselen kesif kokuları, günlerini sümüklerinin çeke çeke oradan oraya koşuşturan çocukları ve kasabanın altında kaldığı olanca beyazlığı arkasında bırakarak yaşlı bir insan gibi ağır ağır yoluna devam etmişti sonra.

Doktor, elinde çantası, kasabanın karla kaplı yollarından beyaz bir sessizlik ile geçip Hacı Emin`in evine vardı. Gözü bahçedeki sundurmaya takıldı, altındaki tandırın yanında tezek yığınları yükselmekteydi. Üzerine hamur tepsisi bırakılmış tandır birazdan alev kusacaktı. Ağılda oğlak ve kuzular oradan oraya koşuşturuyor, peşlerinden de evin yaramazı, kırmızı beresi ile etrafa kahkahalar saçıyordu. Doktor, çocuğu görünce uzun zamandır kış uykusuna yatmış, dudağının iki tarafındaki çiçek tarlaları uyanmaya başladı.

‘’Hoş geldin Doktor Bey, biz de sizi bekliyorduk,’’ dedi davudi sesi ile Hacı Emin.

Ses büyüyü bozdu, çiçekler solmaya başladı.

Hacı Emin`in gülümsemesi ile pos bıyıkları hafiften kanatlandı. Çakır gözlerindeki ve yüzündeki gülümsemeyi koruyarak doktorun yanına kadar geldi.

‘’Hoş bulduk, hasta kim?’’ diye sordu doktor.

Hacı Emin, doktorun sırtını sıvazlayarak, ’’Gel göstereyim,’’ dedi.

Ahırın kapısı açılınca sıcak ve kesif bir koku doktorun yüzünü ekşitti. Gözleri karanlığa alışınca, yerde yatan benekli bir inek gördü. Doktor, geç te olsa niçin çağrıldığını anladı.

‘’Hacı Emin, inek için bir şey yapamam,’’ dedi üzülerek.

‘’Aykız dün geceden beri böyle, bir türlü doğuramadı, son çaremiz sensin doktor,’’ dedi Hacı Emin. Yüzündeki sevincin yerini hüzün almıştı.

Doktor, umarsızca ne yapacağını bilemedi. Daha önce bir hayvanın doğumunu yapmamıştı, ayrıca ineğe zarar verebilme ihtimali de vardı.

Evin yaramazı, ineğin yanına diz çökmüş, karnını okşuyordu. Arada ineğin kulağına eğilip bir şeyler fısıldıyordu. Diğer yandan Hacı Emin ellerini önünde bağlamış kara kara düşünüyordu. Doktor, iki arada bir derede kaldı, hemen bir karar vermesi şarttı.

‘’Hacı Dayı, hadi oturma, yardım et bana, Aykız`ın acısını dindirelim,’’ dedi doktor.

Bunu duyan Hacı Emin, sert bir kahkaha patlattı, yaramaz beresini havaya atıp tutmaya başladı..

Doktorun iki yanağındaki tarlalar tekrar çiçek açmaya başladı.

edebiyathaber.net (9 Aralık 2021)

Yorum yapın