Babamın en sevdiği şarkıydı; İstanbul Küçük Çiftlik Parkı’nda, bestecisi Selahattin Pınar ilk kez “lanse ettiğinde” kendisinin de orada olduğunu gururla söylerdi, rakı sofralarında. Kaç yaşındaydı o zaman kim bilir, henüz bekârken İstanbul’da yedek subaylığını yaptığı dönemden kalma bir hatıraydı. Aklından kim bilir hangi dilber geçerdi o anda, ya İstanbul’da tanıdığı ya da belki Eskişehir’de bıraktığı bir genç kız, utangaç ve samimi gülüşlü, gözlerini yere indirmeden önce son bir bakışla karşısındakinin yüreğini hoplatan…
Rakının etkisiyle sohbet koyulaşır, şarkıyla ilgili bildiği hikâyeleri anlatırdı peltekleşen diliyle. Sonra bana dönüp “Hadi, bi daha söyle!” Daha ben küçücük bir kız çocuğuyken başlayan, evlenip çoluk çocuğa karıştıktan sonra da devam eden bu akşam yemeklerinde babamı kırmaz, bir kez daha söylerdim.
***
Selahattin Pınar, o bestesindeki gibi bir bahar akşamı Kuşdili Çayırı’nda Hafız Burhan konserinde rastlamış, sonradan eşi olacak Afife Jale’ye. Selahattin, Üstadın arkasında tambur çalıyormuş. Nicedir saz salonlarının en sevilen besteci ve icracılarındanmış. Afife Jale ise Darülbedayi’de sahneye çıkıp ‘Tiyatrodaki ilk Müslüman kadın oyuncu’ olarak tarihe geçmiş, ancak tiyatro zaptiye tarafından basılınca kapı önüne koyulmuş. İşsiz, sahnesiz ve kimsesizmiş. İkisi de 25 yaşındaymış. Güzel başlayan bu aşkın sonu hazindi, babam o kısmını pek anlatmak istemezdi.
Sonra, düşüne giren bir genç kıza âşık olup yıllarca onu bekleyen genç Türkçe öğretmeni… Öyle bir aşkmış ki bu, geceyi bekler olmuş onu yeniden görebilmek için. Kimselere bakmamış. Annesinin onu evlendirmek için harcadığı çabalar sonuçsuz kalmış. Fakat yaşlandıkça gençliğinin o uçarı, romantik ruhuyla birlikte gül bahçesini de geride bıraktığını anlamış ve sonunda annesine boyun eğerek onun bulduğu ilk kızla evlenmiş.
Yıllar sonra bir gün, Çamlıca Kız Lisesi’nin önünden geçerken karşısına çıkan liseli kızı gördüğünde konmuş son nokta: Bu, on yedi yaşının gurur ve sevincini şık bir kıyafet gibi üzerinde taşıyan pırıl pırıl genç kız, öğretmenin yıllarca önce düşüne giren genç kızın tıpatıp aynısıymış!
Bir bahar akşamı rastladım size / Sevinçli bir telaş içindeydiniz…
Kızın karşısında donup kalan öğretmenin aklından o anda neler geçmiş: Bir düşün peşinde koşarken nasıl geçtiğini anlamadığı, değeri ancak kaybedince anlaşılan gençliği, bütün yüzlerde aranan o gözler, aşkının ulaşılmazlığı ölçüsünde güçlenmesi, umarsızlaşıp göğsünde katı bir maddeye dönüşmesi, sinsice vücudunu sarması… Ve ansızın karşısına çıkan o melekle eriyerek kanına karışması, bedenini yakarak damarlarında dolaşması. Gözlerini soru sorar gibi diktiği kızcağız, ne yapacağını şaşırıp başını eğmiş.
Derinden bakınca gözlerinize / Neden başınızı öne eğdiniz?
Artık kırkına yaklaşıp çoluk çocuğa karışan öğretmen, o kısacık andan sonra kendine gelerek kızın yolundan çekilmiş. Yaşanmayan aşkından içinde kalan son parçacıkları da oracığa bırakıp arkasına bakmadan uzaklaşmış.
İçimde uyanan eski bir arzu / Dedi ki yıllardır aradığın bu.
Şimdi soruyorum büküp boynumu / Daha önceleri neredeydiniz?
Bu şiiri yaşayarak kâğıda döken öğretmenin adı, Fuat Edip Baksı’ymış.
***
Sessizce yatak odasına girip karyolaya, bakışlarını tavana sabitlemiş, kıpırdamadan yatan babamın yanına uzandım. Yaklaşıp kulağına fısıldar gibi söylemeye başladım: “Bir bahar akşamı rastladım size…” O kaskatı vücut sarsıldı, gözünden yaşlar akmaya başladı: “Ne güzel yazmış, ne büyük acılar çekmiş.”
Yattığım yerden, babam gibi gözümü tavana diktim: Ne görüyordur acaba yukarıdaki dümdüz beyazlıkta? Aniden kıpırdayıp başını kapıya çevirdi. “Bak, misafir gelmiş, kapıda bekliyor, açsana! Annen yemek yapsın, misafire bir şeyler çıkarsın,” “Tamam baba.”
Dün gece çok sayıkladı ama şimdi yarı uyur yarı uyanık yatıyor, gözleri kah açılıp kah kapanıyor, nefes alışları bile duyulmayacak kadar sessiz. Kendinde olduğu zamanlar sürekli hareket ediyor, yataktan yere kayıyor, durmadan konuşuyor, sonra yeniden uykuya geçiyor. Dört gün hiç gözünü açmadan uyuduğu oluyor, bu kez de gidip gidip bakıyoruz, nefes alıyor mu diye.
Buruşuk çarşafın üzerinde kurumuş koca bir leke, bu bakıcı değiştirmiyor mu çarşafları? Öğle sonrasının parlak gün ışığını tül perdenin arasından olduğu gibi buyur eden pencere, pencerede iki küçük saksı, birinde inatçı, arsız sardunya her şeye rağmen direniyor. Odanın havasızlığına, su vermeyi aklına getirmeyen bakıcıya inat. Babam çok sever çiçekleri. Hele ki fesleğen, her yaz başı pazardan alır gelirdi bir tane. Mutfak camından giren gün ışığında şıkır şıkır yıkanırdı fesleğen. Ben, camın önündeki divanda ödevimi yaparken babamdan öğrendiğim gibi ara sıra elimle hafifçe silkeleyerek kokusunu adeta içerdim. Geçen gelişimde cadde üzerindeki çiçekçiden bir tane alıp gelmiştim, burnuna tutup koklatmaya çalıştım boş yere. Fesleğen de şimdi kahverengi, kuru bir çalıya dönüşmüş, sardunyanın yanında.
***
Akşam annemle televizyon seyrederken geldi aklıma:
“Anne, bugün babama Bir Bahar Akşamı’nı söyledim, ağladı. Niye o kadar severdi o şarkıyı? Bir anısı olmalı!?”
“Ne bileyim ben, elli yıl önce olmuş bitmiş şeyler, hem bana anlatır mıydı sanki?” derken, elindeki sigarayı hırsla kül tablasında ezdi, annem.
Gülçin Manka kimdir:
Eskişehir doğumlu. İletişim Fakültesinden mezun olduktan sonra aynı alanda yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. Kamuda Basın ve Halkla İlişkiler Biriminde çalışıyor. On beş yılı aşkın süredir öyküyle uğraşıyor. Ankara’da çeşitli okuma-yazma atölyelerine katıldı, öykü etkinliklerinde yer aldı. Öyküleri çeşitli dergilerde ve internet sitelerinde yayımlandı, bir öyküsü Sabahattin Ali Öykü Yarışması’nda mansiyon aldı. İki öykü kitabı ve yayımlanmayı bekleyen bir dosyası var.
edebiyathaber.net (6 Eylül 2018)