Saatlerin gölge boylarını değiştirdiğini keşfettiğimde sadece eğlenmek istedim. Bir kelebeğin peşinden koşarken uçabilmeyi… Mesela bulutlardan resim çizmeyi çok sevdim. Yaşamın “Her şeye uyum sağla” sözüyle, birdenbire hiç benimsemediğim bir hikayenin baş kahramanı oldum. En çok gözlerimle iletişim kurmayı sevdim. İletişim kuracak bir göz kalmadığında bakmamayı öğrendim. O günden sonra yere bakmayı seçtim.
Her Cuma öğleden önceleri anneannem ile birlikte mezarlığa giderdik. Anneannem, yaşına rağmen çok bakımlıydı. Ziyaret günlerinde farklı ayakkabılar giyerdi ama topuğunun boyu asla değişmedi. Üzerine bastığı zemin ne olursa olsun o ayakkabılardan hiç vazgeçmedi. Nedenine gelince, dedem topuklu ayakkabıyı çok severmiş. Öyle söylerdi anneannem, söylerken de solgun gözlerinde bir ışıltı belirirdi. Şimdiki gibi taş döşeli değildi tabi mezarlığın yolu… Hatta bir yol olduğu bile söylenemezdi. Herhangi bir çabaya gerek duymadan, her türlü iklimde kendine uygun bir ortam bulan süpürge otlarıyla kaplıydı. -Üzerinden gelip geçen adımlarla kendi rotasını oluşturmuş bir patika demek- daha doğru olurdu. O topuklularla nasıl bu kadar rahat yürüdüğünü bir türlü anlayamazdım. Her an düşebilir korkusuyla tuttuğum ele daha çok yapışırdım. Anneannem için ibadet olan o yol, benim için zamanla bir eğlenceye dönüşmüştü. Süpürge otlarının üzerindeki tohumları geçerken koparır, mezarlığa kadar koklardım. Parmaklarımda uzun süre kokusu kalırdı. Atmaya kıyamadığım için onları cebimde saklardım. Anneannemin evinde bir kavanozum vardı. Minik ellerimle topladığım tohumları onun içine atardım. “Kaç kez daha gidersem, kalan boşluğu doldurabilirdim?” Bunun hesabını yapar, her cuma anneannemden önce hazır, kapısında beklerdim.
Mezarlığın bir kapısı yoktu. Çocuk aklımla “Açacak biri olmadığı için belki de” diye düşünürdüm. Ve içeri girerken izinsiz bir yere giriyormuş hissi uyanırdı. Anneannem içeri girince elimi bırakır ve çeşmeye yönelirdi. Çeşmenin başında toprak testiler olurdu. Hepsini doldururduk. Anneannem iki eline aldığı testileri mezarlara taşır sonra dua okumaya başlardı. Ben de o ara tek tek kalan testileri taşımaya devam ederdim. Duadan sonra yanında getirdiği buğday tanelerini mezar taşlarının üzerine serperdi. Bir gün anlam veremediğim bu davranışın nedenini sordum. “Kuşlar için bak! Onların su içebileceği yuvalar da var mezar taşının başında,” diye cevap verdi.
**********
Martılar çığlık çığlığa tepemde uçarken ben, yerdeki güvercinlerle meşguldüm. Yere attığım buğday tanelerinin bilmem kaçıncı bardağındaydım. Daha kaç bardak sonra içimdeki o sızı dinerdi?
Yıllar sonraydı. Mezarlığa gitmek için yola düştüm. Bu defa yalnızdım. Süpürge otlu yollar taşla döşenmiş, arabaların geçip gideceği bir yola dönüşmüştü. Gözlerim ısrarla süpürge otlarını aradı. Otların yerini artık soğuk taş binalar almıştı. Çocukluğumla şimdiki halim kısa süreli bir çatışmaya girdi. Yürümeye devam ettim. Mezarlığın önüne geldiğimde şaşkınlığımı gizleyemedim. Karşımda mavi renkli, demirden bir kapı duruyordu. Neden mavi? Diye düşünürken sonsuzluğu temsil eden en doğru rengin o olduğuna kanaat getirip içeri girdim. Biliyordum ki, içeride beni buyur edecek birisi vardı artık. Heyecanla girdiğim yer, o gün beni tuhaf duygulara teslim etti. Hissettiğim şey korku değildi, yabancılaşmış bir yerin içindeki yalnızlığımdı. İstemsiz elime baktım. Avucumun içi tıpkı çocukluğumdaki gibi terlemişti. Parmaklarım, tuttuğu elden dolayı hareketsiz kalmış gibi kaskatıydı. Oysa bu defa elimi tutan kimse yoktu. Elimi yumruk yaparak geldiğimi anladığımda… Bir adım daha atacak gücüm yokmuş gibi hissettim. Bir süre etrafıma bakındım. Fidan şeklindeki ağaçlar büyümüş kocaman birer ağaç olmuştu. Belki de çoğuyla akran sayılırdık. Boş alanlar hızla dolmuştu. İlçedeki herkes buradaydı sanki! Devir daim gibi duran bu görüntüyle ailemin mezarlarına doğru hareket ettim. Çeşmenin yeri de değişmişti. Bir zamanlar terk edilmiş gibi duran bu yer şimdi düzenli, sistemli bir yere dönüşmüştü. Yerde öylece atılmış hortumu görünce kalbim testileri azad etti. Mezarların olduğu yere kadar çekip bir ağacın dibine bıraktım. Tekrar geri döndüm ve musluğu açtım. Mezarların üzerindeki çiçekleri, yanındaki ağaçları sulamak bana o an terapi gibi geldi. En sona anneannemi bırakmıştım. Onu o şekilde görmeye hazır değildim belki de… Bu durumla yüzleşmek bana zor da gelse onun mezarına doğru ağır adımlarla ilerledim. Üzerindeki çiçeklere dokundum. Toprağını avucumun içine aldım. Tıpkı onun elini tutar gibi sımsıkı… Parmaklarımın arasından akıp giden ve tekrar ait olduğu yere dönen kum tanelerine baktım. O ara gözüm mezar taşının üzerindeki isme odaklandı. Yıllardır içime oturmuş o ağırlık birden ayaklandı. Yazıyı okuyamaz haldeydim. Aksatmadan ziyaretine geldiği insanların yanında yatan anneanneme baktım. Bu nasıl bir döngüydü böyle? Gözyaşlarımı silip taşın üzerindeki yazıya tekrar baktım. Bilincime kabul ettirebilmek adına ismini defalarca okudum. Başucundaki oyulmuş tas şeklindeki yuvaları gördüğümde beynime kan sıçradı. Buğday taneleri! Getirmeyi unutmuş olmak, o an bana misafirliğe eli boş gitmekten farksız geldi.
Kuşlara attığım her buğday tanesinde o günlere gittim, yaşadığım her duyguyu tekrar yaşadım. Hissettiğim özlem tüm şehre yayılırken, elimdeki son buğday tanelerini de atıp ayağa kalktım. Oturduğum zamanın süresi, bacaklarımda cevap buldu. Nereye gideceğimi bilmeden, hareket etmem gerektiğinin farkında ayaklandım. Sahilden ayrılıp dar bir sokağa saptım. Amaçsızca sokakta ilerlerken belki de yıllar sonra ilk kez insanların yüzüne baktım. Sessizce çığlık atan o insanların arasına ben de katıldım. Kalplerimiz atmaya devam ederken ruhumuz, çoktan göçüp gitmişti. İletişimde olduğumuz tek şey iç benliğimizdi. Süpürge otlarının özgürce yayıldığı zamanlarda umut vardı. Mutlu insanlar vardı. Tam olarak dolduramadığım ama her tanesini keyifle topladığım tohum kavanozu vardı. Asıl dönüşüm, o mis kokulu tohumları cebimize son kez koyduğumuz vakitte başladı. Yıllar geçtikçe değişen ve çirkinleşen sistemin içinde yavaş yavaş eriyip kaybolduk. Yaşamımız, davranışlarımızın geri dönüşümüydü adeta…
İnsanların yüzlerini görmemek için “Ki artık bakmaya tahammülüm yoktu” kafamı öne eğip yürümeye devam ettim. Gördüğüm manzarada hareket eden birçok ayakkabı vardı. Eski, yeni, topuklu, spor hepsi de tüm yükün ağırlığı altında ezilmiş gibiydi. Tıpkı anneannemin topuklu ayakkabıları gibi ama çok farkla! Bu dönemde tüm yükü taşıyan ruh değildi, beden de olamazdı. Yoksa insanlar bunu kendine bile bile nasıl yapardı? Bunu yapan tek şey vardı. Bir çift ayakkabı…
edebiyathaber.net (8 Nisan 2023)