Öykü: Bir dosta veda | Pınar Aydoğdu

Ekim 22, 2020

Öykü: Bir dosta veda | Pınar Aydoğdu

Kapıyı açar açmaz burnuma bir badana kokusu geldi. Apartmanın içine dolan ilk yaz esintisi kokuyu yoğunlaştırmıştı. Uzun bir süredir yan daire boştu. Anlaşılan sonunda satılmıştı ve birileri taşınmak üzereydi. Bu daireye her yeni taşınanla beraber peyda olan endişem beni gelip bulmuştu yine. Acaba yeni komşum bir hayvansever miydi? Kedimden rahatsız olur muydu? Bana gülümseyerek mi selam verir, yoksa minyatür kaplanımı görünce tenkit edici bakışlarını her daim üzerimde mi gezdirirdi? Site görevlimiz Süleyman ağabeyden taşınanın ev sahibi ve tek başına yaşayan bir kadın olduğunu öğrendiğimde endişe katsayım biraz daha arttı. Demek ki bu sefer gelen kalıcıydı.

Yan daire ile dip dibe değiliz. Aramızda yeterince geniş bir merdiven boşluğu var. Hani komşu olarak anlaşamazsak birbirimizi yok sayabiliriz. Bu milenyumda inşa edilen apartmanların kat sahanlıkları bu yüzden geniş oluyor sanırım. Komşular birbirine mesafeli olsun diye. Ama Afacan bahçeye çıkmaya alışık bir kedi. Sık sık insanların bacağına sürtünüp karşılaştığı kişiden kapımızın zilini çalmasını ister (böyle yaptığını da komşulardan öğrendim). Birinci katta olduğumuz için asansör bekleyenlerin çoğu Afacan’ın ağına takılır. Açık yeşil badem gözlerinin hipnozuna girenlere de paşalar gibi istediğini yaptırır. Afacan’ın iri cüssesine kanıp ondan korkanlar da yok değildir. Oysa ki onun insanlarla arası iyidir, insanlara karşı hep sevecen yaklaşır. Yabanî olan benim. Yine de bu devirde kedi anası olmak zor ve her anne gibi benim de evlâdımla ilgili endişelerim var.

Apartmandaki badana kokusunun artık hissedilmez olduğu serin bir Haziran ikindisi, Afacan bahçede börtü böcek avlamaya çıkmışken ben de bloğumuzun hemen önündeki kırmızı çatılı, mermer masalı çardakta oturmuş etrafı izliyordum. Bu karamsar şehirde en sevdiğim şey evimin önüdür. Yaz kış demeden koruyucu bir baba gibi çam ağaçlarımız bekler sitedeki blokları. Pencereleri açtığımda bilgece karşılarlar her sabah beni. İlk yaz günlerinde güllerle selamlaşırız otoparkla ev arasında yürürken. Yemyeşil çimenler özenle dokunmuş bir halı gibi önüme serilir. Kışın her yer bembeyaz olur ve basılmamış kara basmanın heyecanını yaşarım bir çocuk sevinciyle. Süleyman ağabeyinin kar küreme seslerine uyanırım. İlkbaharla birlikte sitemiz de coşar. Âşık kedilerin serenatları, saksağanların ve güvercinlerin senfonileri, otların arasında zıplayan çekirgeler… Çocuk parkımız, çardağımız, dönen fıskiyelerimiz…

Ben çardakta gündüz düşleri kurarken, Afacan av peşinde koşmaktan yorulmuş sitemizin en görkemli çam ağacının gölgesine sığınmıştı yine. Gün görmüş geçirmiş bu heybetli ağaç, zamanında dibinde biten dalla kendi topraktan ne aldıysa cömertçe paylaşmış, onu büyütmüş ve aynı kalınlıkta çift gövdeye sahip bir ağaç görünümü almıştı. Kaç mevsim geçirmiş, kaç çocuğun büyüdüğüne evinden ayrıldığına şahit olmuş, kaç tabutun ardından kozalaklarını dökmüş, ne ev sahipleri, ne kiracılar görmüştü kimbilir…  İnsanda derin bir saygı uyandıran aile büyüklerine benzetiyordum onu. Bize söyleyecek çok sözü var gibiydi. Ama biz bilmiyorduk onunla nasıl konuşacağımızı… Afacan’ın da dinlenmek için en uygun bulduğu yer onun şefkatli gölgesiydi. Bazen saatlerce o ağacın altında uyurdu. Reçinenin tüylerine yapışmasına, bu yüzden yer yer geçici tüy kayıpları yaşamasına aldırmazdı. Rüzgâr estiği zaman o ağacın yanına koşar, gözlerini yumarak yüzünü gökyüzüne uzatır ve huşu içinde dakikalarca öyle kalırdı. Sanki rüzgâr onların arasındaki bir iletişim aracıydı, bir sözsüz fısıltıydı. O gün de onların arasında esen bu çam kokulu fısıltı, çocukluk anılarıma uçurmuştu beni.

Mutfaktan gelen biber dolması kokusu mis gibi çam kolonyası kokusuna karışıyor. Tüm bunlar teyzemin bizde olduğunun müjdecisi. Okul çantamı koltuğa fırlatıp mutfağa koşuyorum. Anneme yardım eden teyzemin boynuna atılıyorum. Sarı saçlarındaki kokuyu içime çekiyorum. Çam kokulu canım teyzem. Karnım da zil çalıyor, ama yemek saatine daha var. Ödevimi yemeğe kadar bitirmek zorundayım. Teyzemi kolundan çekiştirip odama sürüklüyorum. Ödevimi onunla yapmak çok zevkli çünkü. Cevaplandırmamız gereken bir soru kitapta verilen bir resimle ilgili. Bu resimde kaç canlı var? ‘Say bakalım‘ diyor teyzem. ‘Çocuk, çocuğun annesi, kuş ve köpek! Dört tane!’ diyorum kendimden emin bir şekilde! Teyzem, uzun parmaklı narin elleriyle kitabı kavrıyor ve tekrar resmi işaret ederek soruyor: ‘Kaç tane? İyi say!’ Hayal kırıklığına uğruyorum; sayıyorum sayıyorum: dört çıkıyor! Teyzem en sonunda dayanamıyor. ‘Aşk olsun, Ece!’ diye sitem ediyor. ‘Oradaki ağaç da canlı değil mi? Beş tane canlı var, beş’ diyor, avucunu iyice gererek beş uzun parmağını gösteriyor.

‘Hayırlı olsun, komşu!’ diye seslendi üçüncü kattan Süheyla teyze. Onun sesiyle düş âleminden sıyrıldım. Orta boylu bir kadının tam çardağın önünde durduğunu farkettim. Yeni yan komşum bu kadın olmalıydı. Süheyla teyzeyle kısa konuşması bitince, Süleyman ağabey seslendi kadına. Adının Mediha olduğunu böylece öğrendim. O sırada, Afacan yanıma gelip çevik bir hareketle kucağıma hopladı. Başını elime sürttü ve ben de isteğine uyarak kadife başını okşamaya başladım. Afacan mırıltılar eşliğinde serin bir ilk yaz gününün tadını kucağımda çıkarmaya devam ederken ben de kadını incelemeye koyuldum. Kara kuru bir kadın. Saçları bakır renginde boyanmış. Bu renk onun esmer tenine gitmemiş diye geçiverdi aklımdan. Saç renginin sahteliğini vurgulamış sanki. Gözlükleri yüzüne büyük gelmiş. Görmeye yardımcı bir araç değil de duygularını saklama işlevi gören bir alet gibi asılı kalmış yüzünün ortasında. Giyimi özensiz. Üzerindeki bej rengi hırka soluk gri rengindeki tişörtüne hiç uyum sağlamamış. Kot pantolonunun dizlerinde potlar oluşmuş.

Gözlerini (ya da gözlüklerini) Afacan’la bana çevirdi birden. Onu dikkatle süzdüğümü anlamadığını ümit ettim suçluluk duyarak.  ‘Kedi senin mi canım?’ diye sordu. ‘Evet’ dedim ürkekçe. Canım, gülüm diye konuşmayı huy edinenlerden hep korkarım. ‘Ayyy, çok tatlıymış. Pek severim sarman kedileri.’  Belli belirsiz gülümsedim. ‘Bende şu birinci kata taşındım, canım’ dedi. Sesinde coşkulu bir tını vardı. ‘Yan komşunuzum ben de! Güle güle oturun!’ dedim tedirginliğim hâlâ devam ederek. ‘Şu koca çam ağacı da olmasa… Çok karanlık oluyor evimin içi! Senin tarafın önü daha açık, canım. Şanslısın!’ dedi. ‘Sizin eviniz de benimkinden daha serin olur yaz sıcaklarında’ dedim. Sözü uzatmak istemiyordum. Afacan da kucağımda kıpırdanmaya başlamıştı. Başka biri seslendi o anda Mediha Hanım’a. Biz de evimizin yolunu tuttuk ulu çam ağacını ve canım Mediha Hanım’ı arkamızda bırakarak.

  •  

Yazın sonlarına doğru öğle şekerlemesi yaptığım keyfimin yerinde olduğu nadir günlerden birinde, huzurlu uykumdan motorlu testere gürültüleriyle uyandım. Güneş öğle sıcağını odama taşımıştı. Açık penceremin perdesi hareketsizdi. Afacan’ın banyodan gelen kum karıştırma sesi bahçedeki anlam veremediğim bağırışlara karışıyordu. Heyecanlı heyecanlı konuşan insanların sesleri yükseliyordu. ‘Tamam, bu da bitti!’, ‘Dikkatli ol!’ Koşarak balkona çıktım. Gördüklerim ‘Umarım hâlâ uyuyorumdur ve bunlar bir kâbustur’ dedirtti bana. İçinde Afacan’ın dostu çift gövdeli çam ağacının da olduğu ön bahçedeki üç koca çam ağacı boylu boyunca yerde yatıyordu. Donup kaldım. Bir cam parçası battı sanki kalbime. Teyzemin çam kolonyası şişesi kırılmış da her tarafımı kesmiş gibiydi. İçimde bir yerde bir şeyler kanıyordu.  Şok halim biraz geçince yüzümü yıkayıp bahçeye çıktım. Afacan da peşimden koştu. ‘Süleyman ağabey, ev sahiplerine soruldu mu ki? Kim karar verdi ağaçları kesmeye?’ diye sordum kan ter içinde kalmış. ‘Logarları tıkıyordu kökleri. Belediyeden izin alındı’ diye cevapladı ümitsizce sorulmuş sorumu. ‘Belediyeden mi izin alınıyor ki bunun için? Orman Bakanlığı’na başvurulması gerekmiyor mu?’ diye sordum ortaya. Ama ağaçların başında toplanan insanlar öyle sevinçliydi ki benim üzüntümü hiç ciddiye almadılar. Sorumu da cevaplayan olmadı. O sırada koştur koştur Mediha Hanım geldi. ‘Ayyy, elleriniz dert görmesin! Allah sizden razı olsun! Gözümüz gönlümüz aydınlandı!’ diye sevinç nidaları attı hâlâ ağaçların kaldırılmasıyla uğraşan adamlara. ‘Bunu nasıl söylersiniz, onlar birer can!’ diyebildim şaşkın ama asabi bir ses tonuyla. ‘Senin de evinin önü olsaydı, görürdüm seni! Belediyeden izin aldık zaten!’ dedi kendinden emin, sevincini gururla açığa çıkaran bir sesle. Bu sefer canım demedi. Kapı komşum Mediha Hanım ile son diyaloğumuz olacaktı bu. Aramızdaki geniş merdiven boşluğu işlevini görecek ve artık birbirimizi görmez olacaktık. Bloğumuzun yöneticisi, Süheyla Teyze ve o cephede pencereleri olan herkes bayram ediyordu. Birkaç ay sonra bu ağaçların yerine anıt mezar misali beyaz çitlerle çevreledikleri bir çiçek tarhı oluşturacaklardı. Ben her oradan geçtiğimde bunun bir günah çıkarma olup olmadığını anlamaya çalışacaktım.

Afacan ortalıktan kaybolmuştu bu sırada. Ben şaşkınlıkla etrafa bakakalmışken onun geldiğini ve bacağıma sürtünüyor olduğunu hiç hissetmemiştim. Yüzüme baktı, yeşil gözleri soru işaretleriyle dolu gibiydi. Bir uzun ‘Miyav’ sesi yükseldi küçük gırtlağından. Kucağıma aldım onu. Sağ elimin işaret parmağını sol patisiyle kavradı. Bir süre tuttu parmağımı. Teselli bulmaya mı yoksa teselli etmeye mi çalışıyordu, anlamıyordum. Belki her ikisini de yapıyordu. Sonra kucağımdan hopladı ve henüz ortadan kaldırmadıkları bilge çam ağaçlarının yanına koştu. Boylu boyunca yerde uzanan, artık bir kütük olan merhum dostunun üstüne tırmandı. Ön patilerini kütüğün üzerinde sağlamlaştırıp arka ayaklarının üstüne oturdu. Kuyruğu ritmik hareketlerle bir sağa bir sola salınıyordu. Gözlerini kapattı. Büyük bir ciddiyetle önce boynunu hafifçe öne, sonra yüzünü gökyüzüne uzattı. Ve bekledi. O anda bir rüzgâr esti. Afacan, son görevini yerine getirmişti. O rüzgârda cennetteki çam kokulu teyzemden de bir nefes vardı, hissediyordum.

edebiyathaber.net (22 Ekim 2020)

Yorum yapın