uluğ nutku, nermi uygur, bedia akarsu, necla arat ve
düşün, dil ve ufuk sunan hocalarıma yürek borcumla…
ayakta yâni hayatta kalacak kadar kazansa, iyiydi. ekmek-su, dahası çay-çorba, zorlanarak kahve-cigara ve ev kirasını çıkarabilirse her ay, daha n’olsundu! paralana paralana paralanırsa bâzen, kitap aldığı da olmaz değildi hani. sinemaya, tiyatroya, operaya, baleye ve de müzik dinletilerine gittiği, bir kafede kahve-kurabiye keyfi yaptığı pek nâdiren görülse de, bir meyhânede kafayı çektiğine denk düşmek handiyse mûcizeydi.
evde özel, çoook özel birkaç ders işte, o da pek merâklısına. okul yıllarından yaptığı çevrenin parsasını toplamakta zorlanıyor, emekli öğretmen olmanın çulsuzluğuna gömülüyorsa da her geçen gün, henüz ölmemişti. üşenmeyecek, yazacak, birkaç dergiye bir-iki felsefe yazısı, deneme, hatta öykü ve şiir gönderecekti de hatırlanacaktı eski tüfek! öğrenci mi, kursiyer mi, deli-divâne mi ne demeli, kapısını çalanı pek seyrekti. şırıngayla kadehine akıttığı birkaç damla ucuz viski ya da ayı boğan, öküz öldüren, it havlatan şarap ile cigarası olmasa, ayık kafayla çekemezdi ya kimse, eli mahkûmdu acından ölmemek için felsefe yapmaya ve dahi zırvalıklarını dinlemeye her velînîmetinin!
ilâçlarına, tuvalet kâğıdı ve sabuna, ölmeyecek kadar yiyip-içmesine ve başını soktuğu inin ödemesine yetebilseydi şu cılız emekli aylığı, çoktaaan göze almıştı küflü köşesinde örümceklenmeyi insansız! insâfsız hayat hâlâ ‘çalış!’ diyordu ihtiyara.. ‘yoksa geberirsin!’ gebermekten yana bir korku duymasa da, yalnızlığın sürüngenliği fenâydı zannınca. kimseye muhtaç olmamak iyiydi de, hastanede doktora, hemşireye, hasta bakıcıya falan gebe kalmak da vardı “bir nefes sıhhat” için!
– ‘alo! hocam müsâit misiniz?’ nasıl olmazdı, ahizenin ucundaki ses “para, para, para!” diye haykırırken?
– meşgûl hâldeyim biraz.
– ‘ya yarın?’
– yok, yoook.. ikindi gibi gel. “fazla naz âşık usandırır”ken.. zâten pek az olan, yâni geçmeyen bir elin beş parmağını.. kaçırır mıydı hiç bir tek müşterisini bile!
çeki düzen verilecek bir şey yoktu gerçi ne evde ne de kendinde. hem bu salaş hâlinden hoşlanmasa, saç-sakal, üst-baş dağınık gövdenin ve inin içine, dibine merâk salmasa şu üç-beş alıcı, bakan olmazdı aslâ ve kat’a yüzüne!
bildiği ne varsa unuturken yavaaaş yavaş, bir yerlere not alma huyu da yoktu. ‘demansınız artıyor mu ne azîzim?’ dediğinde son gittiğinde doktor, demansın teması hoştur, diye cevâp verip, lâfını şöyle bitirip, çıkıp gitmişti: hem ne güne duruyor doktorcuğun işkembe-i kübradan sallamak! neyseee… yine de bir ufaktan kontrol şarttı mekânda: içki-cigara.. eh işte. kitapların tozlu halleri nostaljik.. pek severler. masada yığınla rengâhenk kâğıt ve türlü huylu kalem. çay var, kahve az.. idâre etsin keratalar.. kahvehâne değil ya burası! kurabiyeye para yok. hem getirir gelen belki birkaç hamit. ne verseler râzıydı artık: gurur da ne?
eğer matematik, ingilizce, fizik falan olsaydı branşı, parsayı götürecekti de, felsefeyle zar-zor.. yine de şükürdü. zerre kadar değer vermezken çok evvelden paraya, şimdilerde tapar olmuştu: devrân!
çelişkiler, karşıtlar üzerineydi bu ders: herakleitos’tan dem vuracaktı yine. bayılırdı kim gelse yanına, yapışsa eteğine, fragman, aforizma, yâni nice öz-söz duysa afili ve yorumunu dinlese hocadan, ağzı açık kalır, hazdan kanatlanır, tanrılar katına yükselirdi parayı bastırıp, uça uça gidip, ‘normal’e dönüp, inene dek yere, koşa-coşa inine, yeni derse dalana dek.
antik yunan hep iyi iş yapmıştır, der, konfüçyüs’e, nietzsche’ye, schopenhauer’a pek güvenir, kierkegaard’ı, kant’ı, spinoza’yı zulasında tutar, bâzen heidegger’i bâzen lacan’ı bâzen de foucault’u öne sürer, baktı olmuyor mitolojik tanrılar ve savaşlar ve aşklardan yardım alır, bir daralma hissettiği anda işin içine biraz psikolojiyi, meselâ freud’u, jung’u, adler’i ya da biraz sosyolojiyi, meselâ comte’u, weber’i, durkheim’i katar, çok sıkıştı mı da sokrates’i, hegel’i, marx’ı imdâdına yetiştirirdi! değişik bir adamdı şu bizim hoca. tolstoy, dostoyevski, camus, kafka ve attila ilhan, ilhan berk, orhan veli falan ya da roman, öykü, şiir demez, beauvoir-sartre, daha da ileri gidip leyla erbil-ahmet arif, hatta hatta ülkü tamer, cemal süreya, edip cansever, turgut uyar ile her birinin ilhâm perîsiyle olan muhabbetleriyle yetinmez, dersin, ortamın ve oltaya gelen balığın hal ve gidişine göre aşklarından da dem vurabilir, çokça daralıp paraya pek sıkıştığı vakitlerdeyse aynı yolu-yöntemi elsa-aragon, güzin-can yücel, ölümcül hâle geldiğindeyse son mermi niyetine sabiha, azize, şükufe, nüzhet hanımlar; samiha berksoy, suat derviş, cahit uçuk, yelena, pirâye, münevver, vera-nâzım ilişkisini, olmadı aşkını dillemekten yüksünmezdi hiç. eee can pazarı bu! dillemeseydim de ölse miydim ya hû?, dediği de olurdu, hani kimi gece geç vakitte başını yastığa koyup, vicdân yapa yapa dilinin, elinin, sabahın körüne dek!
eskiden tutardı, bıraktı gayrı.. bir sayfasına karalamıştı günlüğünün: otuz küsûr yıl ders ver, fırlatılıp atıl sonra boş çuval gibi! bir hocaya züldür elbet sâdece para için ders! fakat bu ayıp benim mi sanki? şu duruma düşüren utansın, alnımdan, sırtımdan, kıçımdan kan-ter akıtmak zorunda kalıyorsam hâlâ şu ihtiyar hâlimle!…
o gün çıkardıydı odun parasını bir de ve de bakkala-çakkala-çakala olan borcunu. şimdi bekle gülüm bir arayanı olsun, ‘yettim hocam!’ falan desin, yarınına nefes versin, üç-beş kuruş atsın yâni çekip giderken! bir ara da ‘alo!’ diyemez olmuştu: borç! ah ki ne ah! yok pahasına paha biçilmez o enfes, hârika, fevkalâde, şâhâne, muhteşem, muazzam diye yere-göğe sığdıramadığı kitabını sattığı günü de gördüydü, ağlamaktan öle, öle, öle, ölmemek için acından!
daha neleeer neler… sefilliği seven olur mu, olur: hasta olup gebermeyeyim de, derdi hep. dede yâdigârı köstekli antik saatini, annesinden kalma altın varaklı beş bibloyu, hâli-vakti yerindeyken dostu olan ressamdan aldığı o pek kıymetli tabloyu, bir de bir-iki yazarlık, hocalık ödülünü rehine verdiği yıl öyle çok gerisinde kalmamışken, birkaç palavra sıkmış, yalan sallamış, aşk-meşk öyküsü anlatmış yâhut uydurmuş, ne gam! gülen yüzüydü hem o felsefenin, artık birkaç kişinin zar-zor bildiği. atıp tutsa da olurdu onun-bunun için, yalan söylese de. sırf bilgi, sâf bilgi kimi sıkmazdı ki zannınca! pek incelikli ve estetik, yâni hoş olmalıydı hayat masası mezelerle, meyvelerle, içkilerle falan feşmekân ve de sümbül ile, gül ile, bülbül ile süslenmeliydi her dâim dil. kuru kuruya ders mi olurmuş! düşün kadar düş, gerçek kadar yalan da elzemdi, şarttı, farzdı…
biri ‘derslerde pek mi pek işime yaradı’, bir diğeri ‘ufkum genişledi sizinle hocam’, öteki ‘sosyalleştim anlattıklarınızla üstâd’, beriki ‘az kız tavlamadım sâyenizde!…’ şimdi gel de sevme felsefeyi, demekten imtinâ etmez, iki tek atıp keyiflenirdi.. çok mu?
bir vakitler gençti, yakışıklıydı, karizmatikti anlayacağınız kızlarca-kadınlarca ve erkeklerce zekâ küpü, kültür âbidesi, abilerin abisi; panellerin gözdesi, konferansların baş tacı, açık oturumların kralı, her felsefe ortamının biriciği, hocaların hocası; yazılarıyla, söyleşileriyle herkesin sevgilisi ve dahi kokteyllerin, meyhânelerin muhabbeti doyumsuz köşe taşıyken, gözden düşürdüydü onu emekli hâli, “gözden ırak olan, gönülden de ırak olur” lâfınca! anca evden yaz-çiz, ders-mers işte, o da ekmeğe tâlim için! geleni-gideni pek sık olmadığından artık, pijaması-terliği ile dikilip penceresinin önüne boş boş yokluğuna bakıyor, hiç mi hiç özlemezken dününü, gününü gün de edemiyor; yarın adında bir hiçliğin dilini çözmek için az da olsa kendinde bir güç bulduğu kimi yaz gecelerinde göğe bakıp, ay’a dalıp, yıldızları seyre koyuluyor; dış peltekliği ve iç kekemeliğince tekleyen aklının ve incelen rûhunun ipinde bir cambaz eskisinin dengesiyle koşmak, yürümek değil, durabildiği kadar durmanın eksik ve esrik sevincini yaşar gibi yapıyor; ağrısız, sızısız, acısız tamamlayabildiği her günün sonunda bir tebessümün çivilenmesiyle yüzüne gözlerini yumuyor, ölüm uykusuna dalmış bir hâlde kâbûsuyla sevişebiliyordu en fazla. en azından hayattaydı ya, bu da bir şeydi pek değeri, hiç anlamı olmasa da.
“gün ola, devrân döne” lâf-ı güzâf bile değilken ona, bir parıltı, bir kıvılcım, bir küle gebe közden dahi sayılmazken gayrı ömrü, bir şey, evet herhangi bir şey bile değildi zaar zannınca ve ölebilirdi de, ölemiyordu bir türlü bunca yoksulluğun, yoksunluğun ‘perde!’ diyemeyen dilince.
‘hayatın anlamı ne pek saygı değer hocam sizce?’ diye biri sormasın da, kim ne sorarsa sorsun.. bir cevâbı vardı elbette zihnince. ‘sizce aşk nedir?’ diyenden de pek haz etmez, platonik-milatonik der geçer, evirip-çevirip lâfı, pası karşısındakine atar; onun iştahlı, coşkulu, deli-dolu ‘ben, ben, ben!’ diye kendinden geçen nutku sırasında gözlerini dinlendirir, çaktırmadan kestirir, başı tam düştüğünde önüne ders süresinin tamamladığını görüp bir ‘oh!’ çeker, parasını alıp uzanırdı yatağa. ya da ‘zaman nedir efendim?’ diyen ve baba parası yiyen birini heidegger’e havâle ederken, öksüz-yetim ama parasını taştan çıkaran birini “var sen de biraz oyalan” diyerek yûnus’la buluşturur, eğer biraz hâli varsa o gün emekten, artı değerden, anamaldan ve tabîî marx’ tan söz açarak umutla besler, yolcu ettikten sonra da bir lokma-bir hırka kala kalır, zaman yok, zaman boş, zaman hiç, diye diye tamamlardı yarım kalan uğursuz uykusunu.
bâzı günlerdeyse kimmiş, neymiş, neredenmiş, n’olacakmış, neden oradaymış demeden karşısındakinin karşısına geçer, gençlik iksiri içmiş gibi horon teper, halay çeker, zeybek oynar; vals, samba, tango, flamenko hatta sirtaki dahi yapıp hâlince, dizeler, cümleler, öz-sözler okuyup o esnâda kendinden, hayatın nefesini hisseder, hissettirirdi sanki yaşama hevesi sonsuzmuş gibi!
resmen, evet resmen ve de gayri-resmî horlaya-osura uyuduğu çok özel ders saatleri başlamış, ona değer veren, onu sayıp-seven hoşgörülü gençlerin parasını masaya bırakıp da avuçlarını yala yalaya çekip gittikleri günler de artar olmuştu son zamanlarında! ne ki vefâkârların bu cefâkâr hallerini extra derslerle telâfi ediyor, kimi zaman yarı paraya kimi zaman çay, kahve zamanlarına, kimi zaman da nâçizâne bach, händel, haydn dinletilerine kalmalarını sağlıyor, özür yerine geçsin diye klasik batı müziği, özellikle de barok dönemi muhabbeti yapıyor, gönüllerini alıyor, ekmek teknesinden olmamak için, içki-cigara ikrâmıyla finali yapıp, çoğun minnetâr olduklarını ifâde etmelerinin ardından mesût ve bahtiyâr bir hâlde yuvalarına uçuruyordu her toy kuşu. ya işin diri puştu olacaktı ya kart orospusu: ilkini seçmişti de yıllar yılı, kerhâneye dönen beyninden sonra muamele çekmekten usanıp, artık kilit vurma zamanının geldiğini bilse de, eli-ayağı bağlı, ömrü mahkûm olduğu için müşterilere, kapısını açık tutmadan da edemiyordu!
ve işte o gün gelip dayandıydı o pek meşhûr kapıya: zil çalması, tokmak vurması, kapı yumruklaması, tekmelemesi nâfileydi nâfile: hoca evde yoktu! tam bir hafta eli boş döndü gelen. telefonlara çıkmıyor, cevâp vermiyordu seslenmelere. ambulans çağıran da oldu, polise haber veren de. en nihâyet itfaiye: balta, kazma, su hortumu, merdiven, halat… kapı-pencere kırıldı, içeri girildi, oda oda aranıldı, hoca yok!
yoktu ki bir kimsesi aranılsın.. gideceği bir yer de yoktu. bir hafta, bir ay, bir yıl.. derken bir gün evinin önünde bulmuş bir has öğrencisi kan revân, mosmor, lime lime bir hâlde! işin aslı pek sonra anlaşıldı: hoca hocayken, görevdeyken yâni, onu pek kıskanıp da ellerinden hiçbir şey gelemeyen ‘kifâyetsiz muhterisler’ bir olup, elden ayaktan düştüğünü, hattâ demans olduğunu, meteliğe kurşun attığını ve bir türlü ölemediğini öğrenip, kimi kursiyeri tâkip altında tutup, nihâyetinde av itleri gibi iz sürüp bulduklarında hocayı kaçırmış, bin bir eziyetten, zulümden, işkenceden geçirip de aklını tamamen yitirdiğinden emin oldukları an, leş gibi yığmışlar kapısının önüne.
ve öldü. şu ecel ne tuhaf bir şey değil mi hocam? diyecektim de, diyemiyorum heyhat!
muhteşem bir cenâze töreniyle gömdüler, dilden dile haber alan onca öğrencisi, kursiyeri ve sayıp-sevenleri, masasında sararan bir kâğıtta yazdığı gibi: vasiyetimdir: kimsesizler mezarlığına gömün beni ve neyim varsa dağıtılsın sokak çocuklarına.
‘hayatın anlamı.. sizce aşk.. zaman nedir?’ soruların verdiydi cevâplarını ister-istemez de, duyamadıydı zannınca hiç mi hiç kimse!
hamîş: ‘kifâyetsiz muhterisler’ yaşıyor hâlâ, ölümünün üstünden bilmem kaç yıl geçse de!
şerh: dede yâdigârı saati evinin kapısına çakılmış: tik tak, tik tak, tik tak…
not: “güneş balçıkla sıvanmaz”mış.. yine öyle.
dip not: hayat felsefesi olmayan, pusulasız gemi gibidir.
ek: hoca gibi hoca olmak zor sanat, insan gibi insan olmak gibi.
bir şiir-bir nazîre: * “görmüyor musun / su içiyorum / şiir yazıyorum / ne dokunuyorsun” – dokunmatik – can yücel
** ‘dokunmatik’e nazîre: görmüyor muydunuz / su içiyordu / felsefe yapıyordu / ne dokundunuz?
ve: neyse oydu o: nevî şahsına münhasır. yaşadığı gibi yazdı, yazdığı gibi öldü: çetrefil!
bir söz: “felsefe yolda olmaktır.” – karl jaspers
son söz: kim bilir kimlerde yol alıyordur şimdi, hep genç kalan o felsefe hocamız?…
edebiyathaber.net (7 Mayıs 2024)