Halil, o gece yine geç saatte dönüyordu eve.
Gün boyu işyerinde katlandığı tükenmişliğinden arınmak istemiş, takıldığı arkadaşlarıyla vaktin gece yarısına döndüğünü fark ettiğinde iyice yorgun düşmüştü bedeni ve bilinci.
Eve inen dik patikanın başındaydı. Gün boyu aralıklarla devam eden yağmur, yeni yeşeren ve boy atmaya başlayan otlar kadar olmasa da ıslanan saçlarından yüzüne, ensesine süzülen damlalar yüzünde titredi. Hızlı adımlarla patikadan inmeye başladı. Patikanın kıvrım yaptığı ve hafif düzlük oluşturduğu yere geldiğinde sağ ayağının altından yükselen belli belirsiz çıtırtı kulağına geldi. Derin bir ürperti ve iç huzursuzluğu hissetti. İçgüdüsel olarak ayağını kaldırmak istedi ama geç kaldığının farkındaydı. Hınçla iç geçirdi, kendine kızdı. Yağmurlu havalarda karşıdaki dutun çevresinde küçük bir koloni gibi yaşayan salyangozların burayı geçerek diğer taraftaki çayırlara yöneldiğini biliyordu aslında. Ama o anlık dalgınlığı doğanın bu en savunmasız, zararsız varlığını kırık yumurta kabuğu parçaları arasındaki ezilmiş et misali toprağa karıştırmıştı.
Hüzünle yere eğildi. Gecenin karanlığına rağmen az önce istemeden ama büyük bir acımasızlıkla çiğnediği salyangoza ait parçayı görmeye çalıştı. Tam o sırada ikinci bir salyangoz artık parçası bile zor fark edilen ezilmiş salyangozun birkaç santim önünde az önce işlenen bir “cinayetten” habersiz derviş sabrıyla yol almaya çalışıyordu. “En azından bu kurtulsun” düşüncesiyle karşıya bırakmak için ona elini uzattığında gözleri daldı birden. Otuz beş yıl önce bu masumla ilk teması canlandı belleğinde.
On iki yaşına yeni girmişti Halil.
Köydeki yaşıtlarından pek farklı değildi yaşamı ve kaderi. Seneden seneye babasının gurbetten dönüşünde yenilenebilirdi ancak yalınkat tek elbisesi. Çoğunlukla ucuz kumaştan veya naylon yoğunluklu belden lastikli örme pantolondan, önü ocaktan sıçrayan kıvılcımlar ve dikenlere takılmaktan kevgire dönmüş, soğuk havalarda akan burnunu silmekten kol uçları kuruyup sertleşmiş, sümüklerden kabuk bağlamış kazaktan oluşan giysi, yıkanıp kurutulma dışında hem pijama hem de günlük giyilen tek elbiseydi. Ayakta ise kışın teşikle eğrilmiş ipten örülmüş yün çorap üzerine, yazın çıplak ayakla giyilen kara lastik modası hiç geçmeyen ayakkabısıydı onun ve diğer çocukların.
Halil’in ve çocukların birkaç parça giysi dışındaki ihtiyaçları köydeki basit üretim yoluyla karşılandığı için para kavramına da yabancıydılar. Halil, parayı ilk kez iki yıl önce görmüştü. Amcasının büyük oğlu Cemal, babası vermeyince sevdiğini kaçırmış, araya giren arabulucular kızın babasını, ödenecek başlık parası karşılığında ikna edebilmişlerdi. Cemal’in ve babasının yeterli parası olmadığından gurbetten gelen komşularından biraz da gizlilik içinde mereğin arkasında aldıkları kâğıt paraları sayarken görmüştü para denen sihirli şeyi. Paranın ne işe yaradığını ise tam olarak altı ay önce kendisine plastik bir top alan ve kendisinden bir yaş büyük arkadaşı İsmet’ten öğrenmişti. Topu nerden aldın diye sorduğunda İsmet, gohğle toplayıp sattım, kazandığım parayla da top aldım” demişti. Merakı iyice artan Halil, gohğleyi nerede, kime sattığını ve topu nereden aldığını sordu. İsmet biraz da övünerek, Goloşa Hanlarında sattım. Ama orada top yoktu. Bir saat daha yürüyüp Nahiye’den aldım topu da, demişti.
Trabzonspor o yıl ilk kez şampiyon olmuştu.
Futbol ve top bu rüzgârla birlikte en ücra köyde bile gençlerin, çocukların rüyalarını süsleyen tek güzellik ve övünç, sevinç kaynağıydı artık.
Plastik de olsa rüyasını süsleyen bir topa sahip olma hayali kuran Halil için para artık daha önemliydi. Üstelik kolayca ulaşılacak bir yöntem de öğrenmişti. Gohğleden çok ne vardı ki etrafında. Hava puslanıp da yağmur yağdıysa çayır çimene adeta gohğle yağıyordu. Toplamak Halil için kolaydı. Sonra da birkaç saat yürüyüp, satmak kalacaktı ona. Bu sadece Halil için değil, bölgedeki köy çocukları ve gençleri için de ilk ticari deneyimdi. Üstelik ekip, biçmek, üretmek, büyümesini beklemek gibi sorunlar da yoktu. Toplarken ne ısırır, ne de direnirdi. Böyle olunca kendisine çember, çemberin çevresini işlemek veya değişik süs yapmak için renkli boncuk almak isteyen genç kızlardan, az çok harçlık yapmak isteyen delikanlılara ve Halil gibi çocuklara kadar gohğle bulunmaz bir nimetti.
Halil, kararını vermiş, planını yapmış uygun günü beklemişti.
Yalnız giderse yeterince toplayamayacağından korkmuştu. Yeterli gohğleyi öğlen olmadan toplaması gerekiyordu. Çünkü önce Goloşa’ya gidip satacaktı topladığını, sonra da Nahiye’den top alıp hava kararmadan köye dönecekti. Bu yüzden halasının on bir yaşındaki kızı Ayşe’yi de gohğle toplamaya ikna etmişti. “Hem fazla toplarsak artan parayla sana boncuk alırım,” demişti ve Ayşe’yi heveslendirmişti.
Çok beklemelerine gerek kalmamıştı.
İki gün sonra Halil, sabah namazıyla uyanmış ve dışarıya bakınca yağan yağmuru sevinçle karşılamıştı. Kurutulmuş mısır tanelerinin ezilip, parçalanması suretiyle oluşan “çorbalık” ve kuru bakliyatın suda kaynatılmasıyla pişirilen; süt veya yoğurt ilave edilerek yenen mısır çorbası ile sabah kahvaltısını yapıp evden hızla çıkmıştı. Çıkarken annesinin üzeri işlemeli ve kenarı püsküllü hemençesini almıştı. Kendini bir anda Ayşelerin evinin önünde bulmuştu. Ahırdan dönen halasıyla karşılaşmıştı.
“Ula uşağım hayirdur, sabah sabah. Elunde da hemençe var. Nenen misir unu mi istedi?” demişti.
Halil biraz kızarıp bozarmıştı. “Yok hala, Ayşe’yle az işimiz var.” demişti. Yalan söylemişti ona. Hala biraz azar biraz da alayla çıkışmıştı ona.
“Ula sabah sabah ne işunuz var, el kadar uşak el kadar gız, değirmena mi gideceksunuz? Ula gavurun eniği yoksa gohğle mi toplayacaksinuz?”
Halil utana sıkıla başını sallayınca, halası korkutmayı da amaçlayarak,
“Eeee yavrim, siz aklinizi yediniz haçan. Duymadunuz mi geçen sabah okulin altindaki boğazda çakallar bizim herifi kovaladi. Adam, bir carcör mermi atmiş da ancak kaçirmiş çakallari.” demişti.
Halil’in gözünde korkunun izi olmadığını görmüştü halası bu sefer günahla engellemeye çalışmıştı.
“Etme eyleme halasinin yavrisi, ne istersunuz Allah’ın zavalisi gohğleden. Elin gavuruna satayiler oni. Onlar da haşlanmış suya atayi canli canli o mazlumi. Günahından kurur kalirsunuz. Gara goncolos[1] her gece gelir biner sizi. Caziler çıkmaz rüyanizdan,” diyerek. O esnada Ayşe de sese uyanmış, hazırlanmış, kapıda belirmişti. Halil, Ayşe’yi görür görmez “haydi” diyerek kafasını gideceği yöne işaret etmişti. İkisi birden halanın gözü önünde fırlayıp gitmişlerdi.
Hala arkalarından “Çok uzağa gitmeyin sakın. Öğlen ezani okunmadan da dönün ha…Sonra sen gider satarsun anderleri[2],” diye bağırsa da, onlar bunu duymamıştı.
Heyecan ve sevinçle evin altındaki yamaçtan ormana girmişlerdi. Ağaçların bitip çayırın başladığı bir kaya dibinde Halil paçalarını yün çorabının içine sokmuştu, Ayşe de rengi solmuş peştemalını kıvırıp beline bağlamış, ona çanta şeklini vermişti. Yağmurdan ıslanıp ağırlaşmış ve yer yer boyun eğmiş otların arasına dalmışlardı. Halil, çayırın girişindeki fındık ağacının altına geldiğinde ilk gohğleyi görmüştü. Sevinçle elini uzatıp dokunduğunda belki parayı düşünmemişti ama tuttuğunun yepyeni bir top olduğunu hissetmişti.
Beklediklerinden de çabuk doldurmuşlardı hemençeyi.
Yağmur durmuş Güneş henüz gökyüzünü yarılamamıştı.
Halil döndüğünde sözünü tutmuş, Ayşe’ye boncuklarını vermiş, sonra da eve gitmişti. Köyde topla oynamak için hem yeterince düzlük hem de açık alan olmadığından özgürce hayallerinin peşinden koşmak için çaresiz yaylaya çıkışı beklemişti Halil. Ama dar da olsa yarısı tahta döşeme yarısı toprak olan ve toprak kısmında duvara yakın yerde ateş yanan evdeki yaşamsal faaliyetlerin neredeyse tümünün geçtiği yerde topuyla biraz oynamaktan da geri durmamıştı. En büyük korkusu topunun birkaç metre ilerde açıkta yanan ateşe veya çatıdan inen zincirle hayvanlar için yal kaynatılan kazana düşmesiydi. Top o tarafa kaçmasın diye odayı evin diğer bölümlerinden ayıran tahta perdeye yakın yerde oynardı. Havaya attığı topun kontrolünü bir an kaybetmişti ve top tahta perdeye çakılı çiviye asılı şişe lambasına çarpmıştı o gün. Lamba çividen düşmüştü, yere çarpınca da parçalanmıştı. Topa bir şey olmamıştı. Evin tek aydınlanma aracı içindeki gaz da heba olmuştu.
Hava da kararmak üzereydi.
Halil, tek başına, karanlığa kalma korkusu içinde dışarı çıkmıştı. Sabah gohğle topladıkları çayıra yakın bir yerde yeniden işe koyulmuştu. Topladığı ve nerdeyse yolun tümünü koşarak gidip geldiği nahiyeden aldığı yeni gaz lambasıyla eve dönmüştü. Bir gün içinde hem para kazanmanın kolay olduğunu, hem de zor olduğunu öğrenmişti. Kolay da zor da olsa sermaye edinmek için girişimcilik hevesi Halil’i erken yaşta terk etmiş, Rize’de mevsimlik işçi olarak başlayan iş hayatı sonunda bir sanayi işçisine kadar gelmişti. Ama taşeron işçi statüsünü aşamayan bir işçilikti edindiği…
Halil, yıllar sonra gece yarısı ezdiği gohğlenin başında geçmişe yaptığı iç yolculuktan başını kaldırdığında az önce yağmurdan ve zavallıya verdiği zarardan dolayı döktüğü gözyaşıyla ıslanan yüzünü eliyle silerek gerçekliğe dönmeye çalıştı. Doğruldu, ayağa kalktı. Birkaç kilometre öteden sadece bulunduğu konum itibariyle şeklen tepeden baktığı sanayi tesisine dönerek taşeron sisteme, sendikasızlığa, sarı sendikalara ve çocukluğundan beri haksızlığı çağrıştıran her şeye okkalı bir küfretti. Sonra dönüp şunları söyledi: “Ben bir gohğleyim. Hatta hepimiz birer gohğleyiz. En az onun kadar çaresiz, hareketsiz, çıkarı karşısında beklentisiz. Hayat karşısında duyarsız denemeyecek kadar hayattan, yaşamaktan habersiz. Bir gohğleden bile daha tepkisiz. En az onun kadar kolay ve ucuza bulunan… Ve her gün ayrı bir devasa yük altında yamyassı ezilip kendisi olmaktan çıkanım, çıkanız. Hele bazılarının ezip geçerken bir şeye bastığını bile anlamadığı, anlasa da umursamadığı basit birer gohğleyiz…”
[1] Kara goncolos: İnsanları, daha çok çocukları gece boğduğuna inanılan kara renkte ve çok çirkin, kıllı olarak tasvir edilen yaratık, cin
[2] Ander: Genelde Karadenizlilerin kullandığı kelime; sevilmeyen, kötü, adı batasıca anlamına gelse de, sevilen fakat üzen, kırgın olunan şeyler için de kullanılır. Ölüden kalan eşya, sahipsiz kalan eşya, soyka… İnsan ve hayvanlara ilenç yerine, sahipsiz kal anlamında kullanılır: Ander kalsın yaşmağın, göremedim.
*Gohğle: Antik Yunanca’da salyangoz demek olan kohlias sözcüğünden geliyor. Doğu Karadeniz’de
yaygın olarak kohli kullanılır. Bu sözcük Araklı Karadere bölgesinde gohğle olarak telaffuz edilir.
edebiyathaber.net (17 Haziran 2023)