“Araba lazım mı abla?” cümlesiyle irkildi birden. Başını çevirdiğinde elli yaşlarında, kısa boylu, bıyıkları sigaradan sararmış bir adamla göz göze geldi. Onun, neredeyse hâresiz, buz mavisi gözlerine boş boş baktığını gören adam, başıyla az ilerideki taksisini gösterdi. “Araba lazımsa bin de götüreyim abla.” dedi bu sefer. Bu lüzumsuz adam yanına gelmese bir saate yakındır oturduğu tahta banktan, peronlardan hareket etmeye hazırlanan otobüsleri, birbirleriyle vedalaşanları, kavuşma sevinciyle kucaklaşanları, inatçı obur oğlan çocuklara benzeyen koca bavullarını kulplarından çekiştirenleri, elinde bilet o otobüsten o otobüse telaşla koşuşturanları bir o kadar daha seyredebilirdi.
Taksiye bindiğinde radyo açıktı. Geveze bir sunucu durmadan konuşuyor, kendince espriler yapıp arada gülme efekti koyuyordu sözlerinin arasına. Yorgun başını cama, gözlerini sabah dingini mavi göğe yasladı. Şoför, sigarasını yeni –arabaya binmeden hemen önce- söndürmüş olmasına rağmen kendinden taraftaki camı sonuna kadar indirip bir sigara daha yaktı. Duman içeri dolmasın diye kolunu dışarı sarkıtarak içiyordu sigarasını. Radyodaki hâlâ gereksiz gereksiz konuşuyordu. Öndeki iki koltuğun arasından şoföre doğru hafifçe eğildi. “Bir tane de ben yakabilir miyim?” diye sordu. Şoför şehrin yerlisi olmadığını tahmin ettiği bu hanımefendi karşısında kibarlaşmak zorunda hissetti kendini. “Tabii hanımefendi, lütfen rahatınıza bakın!” dedi. Paketini direksiyona ustalıkla vurarak yarısına kadar çıkardığı tek dal sigarayı arkaya doğru uzattı. Kibarlığın, üzerinde emanet bir elbise gibi durduğu şoförün jestini “Teşekkür ederim, öksürtüyor.” diyerek geri çevirdi. Çantasını karıştırıp sigara paketini ve çakmağını buldu. Sigarayı dudaklarının arasına zarifçe yerleştirdi, kendi çakmağıyla yaktı. Şoför radyoyu kıstı. “Ben on üç yaşında babamın cebinden çalarak başladım bu merete. O gün bu gündür aralıksız içerim. Bizim çocukluğumuzda sigara içmeyeni adamdan saymazlardı biliyon mu abla!” dedi dikiz aynasından. Hanımefendi, yeniden abla olmuş, kibarlık elbisesini soyunup bıçkın delikanlı edasına bürünmüştü. “Ya abla, kırk yıldır içiyom işte bu zıkkımı. İnancın olsun, kesileceğini anlayan horuzlar gibi ötüyor boğazım gece yatarken. Geçenlerde doktura gittim. Sigarayı bırakacan, dedi. İyi diyon, hoş diyon doktur bey de, nası olacak o iş, dedim. Sigara bıraktırma hatları varmış, arıyormuşsun; onlar da sana sigarayı bıraktırıyorlarmış. Lakin nerdeee! Biz onu değil, o bizi bırakır anca! Sen bırakmayı düşünmüyon mu abla?” Böyle bir soruyu hiç beklemediğinden afalladı. “Yok, ben zaten günde birkaç tane içiyorum.” diye geçiştirdi şoförü. Fakat şoförün susmaya niyeti yoktu. Konuşmasından ve tavırlarından bu şehirden olmadığına kesin kanaat getirdiği müşterisinin memleketini merak etti. “Nerelisin abla? Hiç buralı gibi durmuyon da!” “Buralıyım,” dedi sıkıldığını belli eden bir tonda. “Herikli Mahallesi’nde doğup büyüdüm.” Şoför dudağını büktü, gözlerini koca koca açarak hiç olmayacak bir şey söylemişçesine onu aynadan süzdü. Onun, burada doğmuş olsa bile ülkenin batısında bir yerde yetiştiğine, uzun zamandır orada yaşadığına kalıbını basardı. “Aman,” dedi içinden. Neyse neydi. Yalan söylemiyordu ya koskoca kadın! Buralıyım diyordu işte! Uzatmanın bir âlemi yoktu. Lafı değiştirmek istedi. Ama zihni, aynı konuyu dolap beygiri gibi dilinin ucunda döndürüp durduğundan konudan ancak bir nebze uzaklaşabildi. “Herikli Mahallesi de kentsel dönüşüm kapsamına alınmış. Kışa kadar Karasoku gibi oranın da tamamı yıkılacakmış, diyorlar.” Son duyduklarıyla beyninden vurulmuşa döndü. Kendini çocukluğunun geçtiği mahallenin yıkılan evlerinin tozu toprağı içinde kalmış gibi hissetti.
Herikli’nin yılların yorgunu taş evleri ateşli bir hastalığa yakalanmışçasına zangır zangır titremeye başladığında, mahalle sakinleri zelzele oluyor korkusuyla kendilerini paldır küldür dışarı attılar. Sokaklar dakikalar içinde korkudan yürekleri ağızlarına gelmiş yüzlerce insanla dolmuştu. Herkes korku dolu gözlerle etrafına bakınıyor, ne olduğunu anlamak isteyerek birbirlerine sorular soruyordu. Bakışlarını ileriye, okulun önündeki genişçe meydana çevirdiklerinde burunlarını mahallelerine doğru döndürmüş iş makinalarını görünce önce şaşırdılar sonra çok şükür zelzele değilmiş diyerek derin bir oh çektiler. Fakat bu defa da pazar pazar bu makinelerin mahallelerinde ne işi olduğuna bir mana veremediler. Kötü bir rüyanın içinde oldukları sanısına kapılıp kendi etlerini kendi elleriyle kıvırdıklarında iş makinelerinin az ilerisindeki siyah lüks arabaları ve onların yanı başında dikilen siyah takım elbiseli adamları fark ettiler. Şaşkınlıkları bir kat daha artmıştı. Hayatlarında hiç, iş makinesi ya da siyah takım elbiseli adam görmemiş değillerdi lakin mahallelerine burunlarını bu denli sokanlarına ilk kez rastlıyorlardı. Adamların gözlerinden bir an olsun çıkarmadıkları geniş çerçeveli güneş gözlüklerinin arkasından karanlık karanlık bakıyor olmaları mahalleliye onların mutlaka gizli bir görev için geldiğini düşündürdü. Oysa bu, el kadar küçük şehrin avuç kadar küçük mahallesinde hiçbir şey gizli kalmaz; sır, lambada titreyen alevin gölgesi misal uzar kısalır, eğilir bükülür ama eninde sonunda açığa çıkardı.
Kalabalığın önünde duran Kaportacı Kamil Usta, dirseğiyle yavaşça böğrünü dürttüğü Sağır Hamdi’ye herkesin duyabileceği bir şekilde, “Bu adamlar da kim?” diye sordu. Sağır Hamdi başını çevirip ona baktı ama hiç işitmediğinden cevap veremedi. Onun yerine Berber Necdet, “Biz de bilmiyoruz bunların kim olduğunu!” diye içinde cevap olmayan bir cevap verdi. Yan taraftan, “Ay yoksa mahalleye telefon direği mi dikecekler?” diye atıldı Berber Necdet’in karısı. “He,” dedi Necdet, gözlerini ağartarak. “Tellerine de kuş konduracaklarmış!” Kimse gülmedi. Kadın bozuldu, eğlenilecek ne söylediğini düşündü. Bulamadı. Kırgınlıkla, “Niye? Çarşının aşağısındaki mahalleye bütün telefon bağlamışlar, buraya da onun için gelmiş olamazlar mı?” diye karşılık verdi. Necdet, “Sus Halime, sus! Sabah sabah adamın asabını bir de sen bozma! Mahalleyi şu koca makinelerle mi kazıp dikecekler direği?” diye azarladı. Karısı, “Ya ne öyleyse? Sen söyle de bilelim o zaman.” derken kollarını iri memelerinin üstüne bağladı, başını çevirip deminden beri eteğini çekiştirerek kendisine seslenen küçük oğluna, “Ne ulan ne? Anne! Anne! Başlatma annene!” diye kızdı. Çocuk, annesinin eteğini usulca bıraktı, boynunu büktü. Çorabının deliğinden fırlamış parmağına dikti gözlerini. Asker kaçağı dedi içinden. Şimdi, dedesi görse böyle söyler, gülerdi. Neyse ki büyüklerden biri değil, en küçük olanı kaçmıştı. Sevindi, saklamak daha kolay olacaktı. Ayağının altına doğru büzüştürdü küçük kaçağı. “Kanalizasyonları mı yenileyecekler acaba? Geçen seçimlerde söz verdilerdi.” dedi Fırıncı Refik. Bu fikri çok beğenen mahalleli, “Ah keşke!” diyerek aynı anda iç geçirdi. Bu sırada arkalardan, beş altı yaşlarındaki bir oğlan çocuğu, kollarını iki yana açıp uçak oldu. Ağzıyla cuvvf! diye ses çıkararak havalandı. Yolda bir sağ kanadının bir sol kanadının üzerine eğilerek gelip çorabı delik çocuğun yanına indi. “Ahmet! Kepçeyi gördün mü? Ne kadar büyük!” dedi ağzını doldura doldura. Ahmet, arkadaşının parmağıyla işaret ettiği yere değil, onun kulağına baktı. “Gördüm,” dedi dudağını Alaattin’in cinininki gibi sallayarak. Ondan umduğu ilgiyi bulamayan uçak, Ahmet’in yanında çok durmadı; kanatlarını yeniden açıp olduğu yerde döndü, başka bir çocuğun yanına uçtu. “Yok komşu yok,” dedi Kamil Usta gömleğinin cebindeki sigara paketini çıkarırken. “Ne kanalizasyon ne de telefon direği… Başka bir iş var bu işin içinde!” diye ekleyip bir sigara yaktı. İhtiyar bir kadın, “Tövbe de oğlum! Tövbe de. Hayır konuş ki hayır ola.” diye uyardı. Kamil Usta tövbe demedi, yanan sigarasını içine çekerek ateşini iyice körükledi. İhtiyar kadın gözlüğünün üstünden üstünden ona doğru ters ters bakarken tövbe estafullah diye mırıldandı.
Mahalleli daha fazla duramadı, uğuldayarak meydana doğru yürüdü. Önde erkekler vardı, onların bir adım gerisinde kadınlar ve kadınların kollarına bacaklarına örülen çocuklar. Bu halleriyle evlerinden birkaç yüz metre uzağa yürüyen bir kalabalığı değil, savaştan kaçan mültecileri andırıyorlardı.
Meydana vardıklarında mahallelerini çepeçevre saran sac levhalarla karşılaşıp durdular. Uykuda olup olmadıklarını anlamak için bu sefer birbirlerini etlerini koparırcasına çimdiklediler fakat gördüklerini değiştiremediler. Pofurdayan iş makineleri de, siyah takım elbiseli adamlar da, siyah lüks arabalar da hala karşılarında duruyordu. Kafaları iyice karışmıştı. Ne sac levhaları biraz önce fark etmemiş olmalarına ne de etraflarının bu kadar kısa sürede karantinadaymışçasına çevrilmesine akıl sır erdirebiliyorlardı. Ne olduğunu anlayabilmek için omuz hizalarına gelen levhaların üstünden boyunlarını kurbanlık koyunlar gibi uzatarak baktılar, onlar yokmuş gibi davranan, başlarını çevirip yüzlerine bakmayan, ağızlarını açıp siz kimsiniz, necisiniz diye sormayan esrarengiz adamlara.
İş makinelerinin başında emre amade bekleyen işçileri saymazlarsa meydanda tam altı siyah takım elbiseli adam vardı. Ellerinde mahallelinin ne olduğunu bir türlü çözemediği renkli camlar tutuyorlardı. Beşi; içlerinden en kısa boylu olanının etrafında dört dönüyor, bir an olsun peşinden ayrılmıyordu. Adam yürüyor, onlar da yürüyor; adam duruyor onlar da duruyor; adam elini kaldırıyor onlar da elini kaldırıyor, adam gözlüğünün arkasından mahallelerine doğru bakıyor onlar da bakıyordu. Aralarında işi abartıp yerdeki tümseği, çukuru, taşı, toprağı ondan önce görüp haber verenler, onu ondan fazla düşünüyormuş gibi davrananlar bile vardı. Bu sebeple mahallelinin, etrafında fır dönülen kısa boylunun siyah takım elbiseli adamların başkanı olduğunu anlaması çok uzun sürmedi.
Bir süre sonra rengârenk bayraklarla, balonlarla, şeritlerle süslü, tepesindeki hoparlörden bangır bangır tuhaf şarkılar çalan bir otobüs geldi. Çok geçmeden meydan, kılık kıyafetleri, saçları başları kendilerininkinden çok farklı yüzlerce insanla ana baba gününe döndü. Mahalleli, otobüsün etrafında toplanan kalabalığın sadece görüntüleriyle değil, duruşları, bakışları, gülüşleriyle de bambaşka olduğunu da anladı biraz sonra. Ellerinden hiç düşürmedikleri, başkan ve adamlarınınkinin aynı renkli camları, kollarını ileri uzatarak havaya kaldırıyor, durduk yere birbirlerine sarılıp manasız manasız gülümsüyor, arada pervasız kahkahalar atıyorlardı. Açık saçık giyinmiş kadınlarını mahallelerinin kadınlarına, dar pantolonlu erkeklerini mahallelerinin erkeklerine, gencini mahallelerinin gençlerine, yaşlısını mahallelerinin yaşlısına benzetemedikleri bu güruhun allı morlu giydirilmiş çocukları da mahallelerinin çocuklarına hiç benzemiyordu. Kelebekler gibi süslenmiş, dokunsan kanatları kırılacakmış gibi davranan bu çocuklar; köşe başlarını tutmuş şekerlemecilerin, baloncuların, oyuncakçıların yanına hassas kanatlarıyla uçup konuyor, her istediklerini anında yapılıyor buna rağmen ortalıkta tatsız tatsız dolaşıyorlardı. Ana babaları ise el üstünde tuttukları mutluluk yorgunu bu narin kelebekleri üfleyip havalandırmaya çalışıyordu durmadan.
Biraz sonra müzik kesildi ve kulak tırmalayan bir mikrofon cızırtısı yankılandı, hem Herikli’de yaşayanların hem tuhaf davranışlar sergileyen kalabalığın üzerinde. Meydanda toplananlar, çarşaf gibi dalgalanarak yönlerini otobüsün üzerinde konuşma yapmak için hazırlanan başkana çevirdi. Başkan kendisine uzatılan mikrofonu aldı, “Sevgili hemşehrilerim, hepiniz hoş geldiniz!” diye söze başladı. Otobüsün üzerinde dolanarak kalabalığa el salladı. Yükselen alkış ve ıslık sesleri alçalınca konuşmasına devam etti. “Bugün burada çok önemli bir projenin ilk adımını atmak için toplanmış bulunmaktayız. İnanın en az ben de sizin kadar heyecanlıyım. Çünkü ben de çocukluğumun geçtiği ama artık şehrimize hiç yakışmayan bu eski mahallenin yıkılıp yerine alt katında kapalı otoparkı, yüzme havuzu, spor salonu; önünde çocuklarımızın güvenle oynayabileceği oyun parkı, yürüyüş yolları, kamelyaları olan modern bir site inşa etmenin hayalini kurmaktaydım uzun yıllardır. Bu sebeple buraya adamlarımla birlikte sizlerden önce geldim. Yıkım esnasında herhangi bir aksilik olmaması için, yapılan hazırlıkları bizzat takip ettim, son kontrollerini gerçekleştirdim. Kıymetli hemşehrilerim, birazdan hepiniz, artık tamamen mazinin tozlu sayfalarına karışıp gitmesi gereken, şehrimize de, yirmi birinci asra da yakışmayan bu mahallenin yok oluşuna şahit olacak, inşallah birkaç sene içinde yeni, lüks apartman dairelerinize kavuşacaksınız! Bunu gerçekleştirmeyi bana nasip ettiği için Allah’a ne kadar şükretsem azdır.” dedi. Hayali kendilerinin de hayaliymiş gibi coşan, sevinç çığlıkları atıp alkışlayan kalabalığın susmasını bekledi. Kalabalık yeniden sessizliğe bürünüp kulak kesilince devam etti. “Sevgili halkımız, inanın bu güzel proje bundan sonra yapacaklarımızın teminatı olacak. Hiç durmayacak, şehrimizde bulunan ne kadar eski han, hamam, kule, hastane, postane, okul, konak; ne kadar dar cadde, sokak, yol varsa hepsini yerle bir edecek, yerine yirmi birinci asır Türkiye’sine yakışır apartmanlar, geniş caddeler, parklar, bahçeler, kafeler, alışveriş merkezleri yapacağız.” Ağzından uzaklaştırdığı mikrofonu avcunun içiyle kapattı. Kuruyan boğazını yumuşatmak için adamlarından bir bardak su istedi. O, bakışlarını mutlu kalabalığın üzerinde ağır ağır gezdirerek suyunu içerken insanlar onu yine avuçları kızarana kadar alkışladı, “Yaşa Ahmet başkan! Var ol Ahmet Başkan! En büyük Ahmet başkan!” diye boğazlarını yırtarcasına bağırdı.
Sac levhaların arkasından onları izleyen ve evlerinin yıkılacağını duyan mahallelinin başından âdeta kaynar sular boşalmıştı. Bağrışıp çağrışarak, feryat figan içinde ağlayarak, ellerine geçirdikleri sopalarla levhalara vurarak seslerini duyurmaya, yerden aldıkları taşları başkanın ve kalabalığın üzerine fırlatarak kendilerini fark ettirmeye çalıştılar. Fakat başkan ve adamlarının da, meydandaki tuhaf kalabalığın da kendilerini fark etmesini sağlayamadılar. Olmamıştı, olmuyordu, olmayacaktı. Kaportacı Kamil Usta ağlaşıp sızlaşan mahalleliye döndü. “Komşular,” diye bağırdı. “Biz ne yapsak da bu tuhaf insanlara sesimizi duyuramayacak, kendimizi gösteremeyeceğiz! En iyisi evlerimize dönelim, kapılarımızı pencerelerimizi sıkıca örtelim. Ne olursa olsun, kim gelirse gelsin, evlerimizin yıkılmayacağının sözünü alana kadar dışarı çıkmayalım. Biz içerideyken kimse, feriştahı gelse evlerimizi yıkmaya cesaret edemez. Yüzlerce insanın içeride olduğunu bile bile mahallemizi yerle bir edip toplu katliam gerçekleştirecek değiller ya!” Berber Necdet “Kamil Usta doğru söylüyor komşular. Haydi, evlerimize gidelim, ölsek de çıkmayalım evlerimizden!” diyerek destekledi Kamil Usta’yı. Onların sözlerine hak veren Herikli’nin sakinleri çil yavrusu gibi dağılan ama büyüklerinin aksine bir hayalin içinde olduklarını bildiklerinden etrafta neşeyle koşuşturan çocuklarını sağdan soldan topladılar. Öfkeyle söylenerek evlerine doğru gittiler. Bu defa kadınlar ve çocuklar önden, erkekler arkadan yürüdü. Bazı küçük çocuklar, yine annelerinin kollarına bacaklarına örüldü, anneleri onları sokak ortasında bırakıp çok uzaklara kaçacakmış gibi. Küçük Ahmet annesinin elinden sıkı sıkı tuttu, ara sıra çorabından kaçan asker kaçağına kaydı gözü. Kepçe kulaklı çocuk yine uçak oldu, kah kanatlarını sağa sola eğerek kah sortiler yaparak kalabalığın arasında süzüldü cuuvf diye sesler çıkararak.
Konuşması biten başkan, otobüsün tepesinden adamlarıyla birlikte indi. Görevlilerden ikisinin kalabalığı elleriyle yararak açtığı dar koridordan tezahüratlar eşliğinde geçti. Önceden hazır edilen kurdelenin önüne geldi. Yerel kıyafetler giydirilmiş bir kız çocuğunun getirdiği gümüş tepsideki makası aldı, herkesin görebileceği şekilde yukarı kaldırdıktan sonra kesiyorum manasında birkaç kez makası açıp kapadı. Makas şakşak ederken sivri ucu altın bir diş gibi parlamıştı havada. Meydandakiler bu anı ölümsüzleştirmek için cep telefonlarıyla peş peşe fotoğraflar çektiler, video kaydı aldılar. Başkanın kestiği kurdele süzülerek yere düştüğünde bir alkış, bir ıslık tufanı koptu. Saç levhalardan birkaçı kaldırılarak oluşturulan girişin önünde bekleyen itfaiye aracı mahalleye girdi, evlere ve sokaklara tazyikle su sıktı. Az evvel evlerine dönen Herikli’nin bütün çocukları yağmur yağdığını görünce pencerelere üşüştüler. Bir tekerleme tutturdular. “Yağmur yağıyor, seller akıyor, Arap kızı camdan bakıyor. Yağ yağ yağmur, teknede hamur, ver Allah’ım ver, sulu sulu yağmur.” Yağmur hızlandı, bardaktan boşalırcasına döküldü. Çocuklar camlarının önünden mahallelerinin tüm renklerinin; arkadaşlarının oturduğu kimi tek katlı kimi iki katlı taş evlerinin, akşamda sabahta oyunlar oynadıkları, koşuşturdukları, sabahları siyah tespih taneleri gibi art arda okullarına gittikleri, çıkış ziliyle birlikte seke sıçraya evlerine döndükleri taş döşeli sokaklarının, büyük yağ tenekelerinden bozma çöp tenekelerini karıştıran tekir kedilerin, damlardan havalandırılan taklacı güvercinlerin, anne babalarının, başı takkeli dedelerinin, ağzı dualı ninelerinin, en sonunda kendilerinin bir sulu boya tablosu gibi yağmurla birlikte akmasını sel sularına karışmasını seyrettiler saatlerce.
Akşama mahallelerinin neredeyse dörtte biri yok olmuştu. İtfaiye aracı evlere su fışkırtmış, kepçeler acımasız pençelerini bağrına sertçe geçirdikleri Herikli’nin evlerini yıkmış, tepeleme doldurulan kamyonlar, molozları götürüp büyük ama çok büyük bir derenin içine boşaltmış, meydandaki meraklı ve kendilerine lüks apartman vaat edilen ağzı kulağında kalabalık dağılmıştı. Geride, başları sarı baretli birkaç mühendis ve belediye çalışanı ve yıkımı fosur fosur sigara içerek hala büyük bir zevkle seyreden beş on, eli boş vatandaştan başka kimse kalmamıştı.
Şehir merkezine geldiklerinde, “Abla nerede indireyim?” diye sordu şoför. Onu duymadı. Hâlâ masalsı bir hayali yutkunuyor, doğup büyüdüğü mahallesinin iş makinelerinin pençesinde kıvranan evlerini, annesinin bir fincan tuz istemek üzere kapılarını çaldırdığı komşu teyzelerini, yaz akşamları birlikte saklambaç oynadığı arkadaşlarını düşlüyor, başını yasladığı camdan, renkleri akıp giden mahallesine bakıyor, içinden tekerleme söylüyordu Herikli’nin çocuklarıyla birlikte. Bundan habersiz olan şoför bir kere daha sordu. “Nerde ineceksin abla?” Birdenbire kendine gelip, “Pardon, anlayamadım!” dedi. Şoför bıkkınlıkla, “Nerde indireyim seni, diyom abla!” dedi. Daha önce bunu hiç düşünmemişti. Nerede ineceğini kendisi de billmiyordu. Eğilip ön camdan; olmadı arkaya dönüp arka camdan artık çok yabancısı olduğu şehrin caddelerine baktı. Karar veremedi. Şoför aynadan ters ters bakıyordu ona. Aklına Alibey geldi birden. O, eski yerinde hâlâ dimdik ayakta duruyor olmalıydı. “Alibey…” dedi. “Alibey Camii civarında lütfen!”
edebiyathaber.net (4 Kasım 2023)