Tam zili çalacakken teyzem açıyor kapıyı. Balkondan görmüş taksiden indiğimi. İçeri girmeden sarılıyorum ona sıkıca. Ne kadar uzun zaman oldu bu eve ayak basmayalı. Çok özlediğimin ayırdına o an varıyorum. Daha kapıdayken beni karşılayan teyzemin parfümü ile çamaşır suyu kokusu karışımı bu evde pek de bir şeyin değişmediğinin habercisi oluyor. Eniştem elimden kapıveriyor valizimi. ‘’Portmantonun önüne bırak enişteciğim, altı tozludur’’ diyorum. ‘’Olsun, aslan!’’ diyerek koridorda halısız zemine bırakıyor valizi. Eniştem kız erkek bütün yeğenlerine aslan der. Kendi yavru aslanının beş yaşındaki halinin portresi de salonda karşılıyor beni. Eniştemin yaralı yüreğinin ellerine yansıttığı bir küçük aslan… Resme çok takılmadan teyzem ve eniştem ile birlikte döşeme yüzleri değiştirilmiş koltuğa yerleşiyorum. En son gördüğümde bordro olan bu koltuk takımı şimdi bej rengi. Aynı tonlarda bir çekyat da pencerenin önüne yerleştirilmiş. Avizenin küçük toplarının kristal ışıkları anneannemden kalma halının üzerinde ışık oyunları yapmaya devam ediyor. Dantel örtülü fiskos masası yerli yerinde. Zifirî kahverengi küçük vitrin de artık tüplü olmayan televizyonun yanında. Koyuluğuna rağmen tek bir toz zerresi görünmüyor. Cem’in bir de fotoğrafı var vitrinin camsız bölgesinde. Belki bir yaşında bile değil. Teyzemin kucağında mutlu bir bebek, eniştemin eli teyzemin omzunda… Bir aile saadeti gibi duruyor.
‘’Eskisi gibi sık sık ziyaretimize gelmiyorsun’’ diye sitemkâr konuşuyor teyzem. ‘’Haklısın, teyzeciğim. Ama inan anneme bile çok sık gidemiyorum artık’’ diyorum gönlünü almaya çalışarak. Eniştem ile biraz Ankara’daki hayattan konuşuyoruz. Bu arada teyzem mutfağa geçiyor. Az sonra bize sesleniyor. En sevdiğim kıymalı kalın börek yapmış teyzem. Ellerini öpüyorum. Demli çay da var yanında. Teyzem teker teker annemi, babamı, ağabeylerimi, kedilerimi soruyor. Ben sürekli ağzım dolu cevap yetiştirmeye çalışıyorum. Eniştem dayanamıyor, ‘’Rahat bırak kızı yahu. Rahat rahat yesin. Üç gün burada nasıl olsa!’’ diyor. ‘’Üç gün çok mu Allah aşkına! Ne olurdu en azından bir hafta kalsaydın Ece’m?’’ derken yalvaran bir çocuk gibi boynunu büküyor. ‘’Bu hafta sonunu zor ayarladım valla teyzeciğim. Gelirim inşallah yine.’’ ‘’Öyle dersin gelmezsin sen. Bak kaç zaman sonra geldin şuraya…’’ Bir şey diyemiyorum.
Ertesi sabah kahvaltıda teyzemle buluşuyoruz. Eniştem çoktan eczanesinin yolunu tutmuş. Uykulu gözlerle mutfağı süzüyorum. Buranın bu kadar büyük olduğunu unutmuşum. Nerdeyse benim stüdyo ev kadar. Teyzemin yaşamının merkezi burası. Günün yarısından fazlasını burada geçirir. Burada güler, burada dedikodu yapar. Yemek pişirmekten, bulaşık yıkamaktan öte bir yaşam alanı vardır bu mutfağın. Evin diğer yerleri gibi suskun değildir. Nefes alır, sevinir, üzülür. O acı haberi de sanırım şu sandalye üzerinde otururken almıştır diye düşünüyorum bir an. Tezgâha göz atıyorum. Yine içi çamaşır suyu dolu ufak bir kabın içinde bardaklar var. Kahvaltımız bitince teyzem başlıyor bulaşık yıkamaya. Elinde. ‘’Teyze’’ diye haykırıyorum hayretle, ‘‘hâlâ bulaşık makinesini tel dolap gibi mi kullanıyorsun?’’ ‘‘Ne yapayım yavrum, alışkanlık olmuş’’ diyor sakince. Teyzem her şeye alışıyor: Bulaşıkları elde yıkamaya, çamaşır suyu kokusuna, eniştemin onu aldatmasına… Ama Cem’in yokluğuna alışamıyor… Cem’in bir fotoğrafı da buzdolabının üstünde. Sonradan magnet haline getirilmiş, dondurulmuş zaman parçası. Cem yürümeyi yeni öğreniyor, küçük sırtını koltuğa yaslamış, tay tay duruyor. Teyzeme üzülerek bakıyorum. Hep böyle mutfak kölesi miydi? Yoksa Cem’i yitirdikten sonra mı böyle oldu? Cem’den öncesini hatırlayamam. Ben de küçüktüm. Cem gibi. Eczanenin önünde, babasının elinden kurtulup caddeye koşuyor beş yaşındaki Cem. Sonrası bir küçük çığlık, hapse giren şoför, bedenini cömertçe toprağa sunan Cem, zamanı durduran teyzem, kendini dışarıya atan eniştem ve sonsuz sessizlik…
Orada kaldığım süre boyunca hiç ondan bahsetmiyor teyzem. Oğluyla vedalaşamadığını seziyorum. Cem o evde bir hayalet değil. Bir masa, bir sandalye, bir karyola kadar gerçek. Var ama canlı değil. Birden bunaldığımı hissediyorum. Havanın sıcak, pencerelerin kapalı olması bir yana teyzemin en çok kendini kandıran sahte gülümsemeleri daraltıyor beni. Onun ağladığını hiç görmediğimi düşünüyorum. Bu eve yıllardır niye gelmek istemediğimi anımsıyorum şimdi. Teyzemi kahvaltı bulaşıkları ve çamaşır sulu şeffaf kapla baş başa bırakıp kendimi dışarı atıyorum.
Güneş iyi geliyor. Derin derin nefes alıyorum. Bu kasabada hâlâ oksijen soluyabilmek beni dinlendiriyor. Ağaçlıklı dar sokaklarda kaybola kaybola yürüyorum. Birden cılız bir ‘Miv’ sesiyle irkiliyorum. Bir yavru kedi. Durmadan ‘miv’liyor. Çalılara bakınıyorum. Ağaçların diplerine. Göremiyorum. Sonra gri büyük çöp bidonu ve onun yanındaki kırmızı küçük bir kedi taşıma çantası gözüme ilişiyor. Eğilip bakıyorum. Minicik siyah beyaz bir kedi. İyice büzüşmüş dibine doğru çantanın. Bu dakikadan sonra kediyi burada bırakmak bir seçenek değil benim için. Aksi takdirde, Bastet tanrıçanın beni çarpacağına inanırım. Buna ciddi ciddi inanırım. Teyzem evinde istemezse o gece dönerim diye düşünüyorum. Google haritalarda bir veteriner ararken hızlı hızlı kediyle ne yapacağımı geçiriyorum aklımdan. Kesin benimle Ankara’ya gelecek, ama kutu gibi evde bu yavrucağı diğerlerin hışmından nasıl koruyacağım? Alelacele veterinerde gerekli kontrollerini, aşılarını yaptırıp bir de tuvalet kabı ve kum alıyorum. Dört beş aylık bir smokin oğlan. Gözleri bal boncuk.
Eve vardığımda teyzem elimdeki çantanın ne olduğunu anlamıyor. Koridorda çantadan çıkarıyorum davetsiz misafiri. Surat ifadesindeki hoşnutsuzluk elle dokunulur. O bir şey söylemeden, ‘Ne yapsaydım teyzem. Bıraksaydım da araba altında mı kalsaydı’ deyiveriyorum. İstemsizce dökülüyor bu kelimeler dudaklarımdan. Ağzımdan çıkanı kulağım duyunca pişman oluyorum. Yüzümü öne eğiyorum hemen. Uykuya daldı dalacak kediyi okşuyorum. Teyzem, ‘‘Haklısın,’’ diyor derin bir iç geçirerek. Başka da bir şey söylemiyor. Mutfak cennetine geri dönüyor. Eniştem akşam döndüğünde seviniyor kediyi gördüğüne. Yemekte onunla ilgili endişelerimi ve planlarımı paylaşıyorum. ‘‘Bir yuva ilanı açarım Ankara’ya dönünce’’ diyorum. Teyzem robot hareketlerle bize yemek ikram ediyor, boşalan tabaklara yeni şeyler doldurup getiriyor. Ne kadar hamarat olduğuna şaşıyorum. Bütün bu bulaşıklar da elde yıkanacak.
Üçüncü ve son günümde bir çocukluk arkadaşıma uğramak için birkaç saatliğine ayrılıyorum evden. Eniştemin de alışveriş günü o gün. İkindi vakti dönüyorum. Anahtarı almıştım yanıma, kapıyı açıyorum. Ayakkabılarımı elime alıp portmantoya yerleştirirken kaldığım odanın kapısının aralık olduğunu görüveriyorum. Oysa kedi evin içinde dolanmasın diye kapıyı kapattığıma eminim. Ses çıkmasın diye terlik giymeyip yavaşça sokuluyorum odaya. Teyzem benim yatağımda uyuyakalmış, göbeğinde de kedi…
‘‘Bak, teyze, emin misin? Sonra gelip alamam. Çok yoğun olacağım.’’ Spor ayakkabılarımı bağlarken teyzemin kararına hâlâ şüpheyle yaklaşıyorum. ‘‘Aşk olsun Ece! Tabii ki eminim. Ben de kedi içinde büyüdüm kızım. Hatırlamaz mısın anneannenin kedilerini.’’ ‘‘Çok tüy döker teyze kediler. Çamaşır suyu da dokunur, zehirler Allah korusun!’’ ‘‘Yavrum hiç mi güvenmiyorsun bana. Söz, enişten her gün fotoğraf gönderecek sana’’ diye beni ikna ediyor. Eniştem durumdan memnun kapıda gülümseyerek beni bekliyor. Tren garına bırakacak beni. ‘‘Bir isim bul bari’’ diyorum merdivenlerden inerken. ‘‘Buldum ki!’’ diye yankılanıyor apartman boşluğunda sesi, ‘‘Cem!’’
Haftalar sonra annem telefonda teyzemin artık bulaşık makinesi kullandığını söylüyor. Kendisinin yirmi küsur yıldır başaramadığını benim üç günde nasıl yaptığımı soruyor. ‘‘Teyzemin yaşamı bir anda değişiverdi anneciğim!’’ diyorum kıkırdayarak, ‘‘Onun artık minik bir bebeği var.’’
edebiyathaber.net (3 Aralık 2020)