Akışına müptela, gençliğine sevdalıydı. Uçarı düşler peşindeydi. Rüzgârlar savurup durmuştu onu oradan oraya. Kanat açmadığı deniz, kanat çırpmadığı dağ kalmamıştı. Keşfedilmemiş bir yer, yaşanmamış bir hayat bırakmamıştı.
Zamanla tekdüze gelmeye başladı yapıp ettikleri. Doymuştu. Tüketmişti ne varsa. Tılsımını kaybetmişti arayışı. Yaşlandığını, yorulduğunu da hissetmeye başladı. Kanatları ağırlaşmış, gövdesini taşıyamaz hale gelmişti. Serüvenci ruhu serin bir gölge peşindeydi artık. Konacak bir dal parçası aramanın ezikliğini yaşıyordu bir yandan.
Şaşkın ve yılgındı. Bitmez bir enerjisinin olduğunu sanıyordu. Gençlik ateşi sönmeye yüz tutmuştu oysaki. Doğup büyüdüğü yer gelir olmuştu aklına. Yaşlılığını güvenle geçireceği bir sığınak arıyordu. Korunaklı bir çatı. Bir yuva. Huzurlu bir ölüm arzuluyordu. Omzunu yaslayabileceği birine ihtiyaç duyuyordu.
Güçten düşünce çocukluğunu bıraktığı yeri anımsar olmuştu. Evini hep açık tutacak; sormayacak, sorgulamayacak birini arıyordu. Deli dolu günlerini özleyecekti elbette. Gençlik aşklarını, uçuş ve konuşlarını, serüvenlerini, dostluklarını. Zamana direnilemiyordu işte. Bıçkın hâlleri geçmişte kalmıştı. Usul bir yaşamı kabullenişe mecbur olmuştu. Yapmak istediği her şeyi yapmış olmanın doygunluğunu yaşıyordu ya, şu yaşlılık da nereden çıkmıştı. Bedeni ona ihanet ediyordu. Bir konak bulacaktı, sığınacaktı oraya ve ölecekti orada. Yalnız beklediği ölüm değildi bulduğu.
Sevinse mi, üzülse mi, bilemedi önce konaktaki bekçi. Seçilmiş miydi yoksa mecbur kalınan mı? Gururu incinmiş miydi yoksa okşanmış mı? Bilemedi, hiçbir şey anlamadı başlangıçta. Sadece kabullendi. Kendi kendine mırıldanıyordu, ben hep buralıydım, oysa o… Eziliyordu onun yanında. Göremediği hatta bilemeyeceği dünyaların insanıydı o. Özgürlüğünün peşine düşmüş sevdalı bir yürek.
Bekçi bir zamanlar tutamamıştı onu yakınında. Tutsak olarak görmüş olmalıydı kendini buralarda. Tekdüze bir yaşama tahammülü yoktu onun. Cesurdu. Çekip gitti bir gün. Bekçiyi de hiçe sayarak. Hiç değişmeyen bu tepelerin ve ovaların bekçisi olmaya yazgılıydı o. Hiç haber alamadı serüvenciden uzun süre. Yıllar yılları kovaladı. Bekçi de yaşlandı elbette. Beklemenin yorgunluğu sarıp sarmalarken onu… Çıkageldi işte bir gün. Dönüşünden umudu kestiği bir zaman. Tek başına öleceğini düşündüğü bir an. Çıkagelmişti işte.
Kara kıştı mevsim. Ağaçlar çırılçıplaktı, kuşların sesi kayıptı. Ne bilirdi baharın hemen yanı başında belireceğini. Ağladı, hem de çok. Onu kaybedişine ağladı sonra onu buluşuna. Buralara mahkûm kalışına ağladı, cesaret yoksunu oluşuna. Peşinden gidemediğine ağladı, eksik kalmış ömrüne. Kaldığı yerden devam edemeyeceğini biliyordu bu kavuşmanın. Araya kaç ömür sığdırmıştır şimdi, diye küçüldükçe küçülüyordu. O aynı yaşamı tekrarlayıp durmuştu. Sağaltabilirler miydi birbirilerini? Ah keşke, diyordu sessizce. Kaybolan yılların acısı dindirilebilir miydi?
Üzgündü, yaralıydı serüvenci. Geri dönmenin acısıyla içine gömülmüştü. Suskundu. Geçmişi anımsayarak geçecek bir yaşam şimdiden yoruyordu onu. Sevmiş miydi konak bekçisini? Belki bir zaman önce. Ya şimdi? Açık bir kapıdan giriverecek olmak güven veriyordu ona ya… Sevemeyecekti konak bekçisini, anlamıştı. Yorgun bedeni için bir konak bulmuştu. Kendine saygısını da kaybederek yerleşmişti oraya. Pişmanlık duyuyordu bu sığınıştan. Ona âşık bu adam geçmişi, çok önceleri anımsatıyordu sadece. Toy zamanları. Kımıldayamayışları, korkaklıkları.
Sığındı konağa, ölümü de ondan oldu işte. Ömrünü uzatmak isterken. Durağan bir yaşam, heyecansız bir adam… Sevildi belki, ama sevemedi. Küçük küçük eriyip kayboluyordu. Kanatlarına bakınıp durdu. Yüreği sıkıştı. Dermansız dertlere düştü. Ruhu uçurumlara atıldı. Bedeni kurudukça kurudu. Dolu dolu bir yaşamın böyle nihayete ermesini kabullenemedi. Bir sığıntı olarak tamamlayacaktı ömrünü. Sığındığı onu seven biri olsa da. Konmuş olmanın acısı hiç dinmedi. Sonra usulca teslim oldu ölüme. Kabulleniş içinde. Dağları düşündü ölürken, ovaları, denizleri. Unutulmaya bıraktı bedenini.
Hep anımsandı unutuluşa bıraksa da kendini. Uzaklara kanat açmaya yüreği yetmeyenler hep hayranlık duydu ona. Kıskançlık da. Hatta kötülediler ulu orta. Herkes gibi olmadığı için. Özlemlerine, hayranlıklarına rağmen. Doğduğu yere sıkışıp kalmak istemeyen yürekler ise, özgürleştirecek çok şey gördü onda. Hele de o bıçkın gençler sonunu beğenmeseler de çok sevdiler bu hikâyeyi. Rüyaları uçsuz bucaksız genişledi. Uzaklarda da iz bırakmadığını kim söyleyebilirdi ki? Yol arkadaşlarının belleğinde de yaşadı hep. O uçarı, kabına sığmaz halleriyle. Hayranlıkla ve hüzünle. Rüzgârlar taşıdı haberi ötelere. Ölüm haberi kendisine ulaşan bilge bir dostu şöyle demişti genç serüvencilere: Kuş ölür, sen uçuşu hatırla*.
* Furuğ Ferruhzad (1935- 1967)
edebiyathaber.net (25 Ekim 2022)