“Kız yine mi ojelere yapıştın?”
“Yine n’oldu anne yaaa?”
“Elinin körü oldu, kalk da bak şu ocağa, pilav altına yapışacak.”
Mutfağa gitmek o kadar gözünde büyüyordu ki… Annesinin çeyizliğinden kalma, aralarında bir yaş olan bordo koltuktan mızmızlanarak kalktı.
Üşengeçliğinden küçük abdestini tuttuğu, pembe dizi reklama girerse koştura koştura lavaboya zor yetiştiği anlardan farklı idi bu an.
Hâlbuki her şey danteldendi. Gülüşü, ağlayışı, uzun uzun susuşu… Sararmaya mahkûm olan ipin saydamlığında, duru bir masumiyetti.
Gizini çözemedi.
“Dolaşığında boğulasın e mi,” diyen kimin içsesi idi?
Adımlarını kısa kısa savurup topuklu terliğini bağırtıyordu. Terliğe yüklenen hantal bedeni yürüdükçe bir ileri bir geri sallanıyordu.
Daha mutfağa geçmeden tencerenin homurtusu geliyordu. Harlı ateşle kendinden geçen tencerenin kulpuna iliştirilmiş tahta kaşığı yavaşça çekip aldı. Pişmekten ikiye bölünmüş pirinçleri umursamazlıkla seyredip kaşığın ucunu daldırıyor, isteksizce bir o yana bir bu yana karıştırıp duruyordu. Hiç acelesi yoktu. Suyu çekilmiş yüzünde el insaf diyen dilsiz pilavın serzenişine nasıl olduysa daha fazla kayıtsız kalamadı. İki kulpuna sıkı sıkıya yapıştığı tencereyi ocaktan indirip tezgâha yerleştirdi. Görevini tamamlamıştı. Artık koltuğuna dönebilirdi. Bütün bunları mekanik bir “ev kadını” titizliğiyle hiç bıkmadan usanmadan aşkla yapanları düşündü kısa bir an. Annesi başta olmak üzere konu, komşu, akraba, akran herkes onu “ev kadını aday adayı” görürken…
O taraklarda bezi yoktu, kime çektiyse…
Ev kadını olma fikrinin mutfağın yemek kokan duvarlarından yankılanıp suratına çarpmasından pek memnun olmamıştı. Sanki ömrünün sonuna kadar doksan metrekarelik evin içine hapsolacak, zaman olgusu, inme inen yaşlı bir saatin zayıf dizlerinin çıkardığı tik taklardan ibaret kalacaktı. Düşünmek, kafa yormak ona göre değildi.
Aklı ermezdi büyük düşünüp derin hissetmelere.
Açık olan balkon kapısına ilişti gözleri. Kapıyı araladı. Rüzgâr esrik bir tayın yeleleri gibi hafifçe salınıyordu. Topuk seslerini, rüzgârın yatıştırıcı ve kışkırtıcı tatlığına uydurup balkona seğirtti. Sinekliği yavaşça kapatıp ellerini balkon demirlerine dayadı.
Gök bu gece ne kadar yıldızsız ve sade… Ay da yok ortalıklarda.
“yıldızım düşük,” diye fısıldadı.
“yıldızım düşük,”
“nereye gitsem yıldızım yine düşük.”
Otomatiğe bağlamıştı. Dur durak bilmeden aynı sözleri söyleyip duruyordu.
Ürpermeye devam ediyordu diğer yandan. Anımsadığı sahne hiç hoşuna gitmemiş olacak yüzünü buruşturdu.
Göğün baloncuğuna sırlı kalemle dokunarak yaşanılanları tekrar tekrar gözünün önünde canlandırmaya başladı.
Acaba bu baloncukta ne hikâyeler vardı?
Yumulan gözkapaklarında bir sızı hissetti. Duraksadı. Sırlı kalemi havada asılı kaldı.
Eli titredi bu kez. Çizemedi.
’’Gece karanlığında yerde gezen karıncanın ayak sesini duyarım,’“ayetini fısıldayan hocanın çatlak dudakları kıpırdadı baloncuğun içinde. Rahlede duran Kur’an’ın italik kırmızı harfleri kargacık burgacık oluyor, birbirine değip sonra geri ayrılıyordu. Elif kuyruğunu nundan kopartmış ayrı baş çekiyordu.
İrkildi.
Orada neler oluyordu?
Parmak uçları tütünden sararmış hocanın damarlı elleri harfleri bir araya getirip kotarıyor, olmayanı oldurmaya çalışıyordu. Parmaklarının nasırından anlaşıldığı üzere bu işte ustalaşmıştı.
Muska böreğini anımsatan bezler birazdan sarıp sarmalanacak, gelecek, harflerin kutsallığı nezdinde nişanesini bekleyecekti. Kara bulutları bir bir dağıtmaya muvaffak olacak nefesin ve kalemin gücü, kumaşın derinliklerine zerk edilecekti.
Kumaş önemliydi. Varsın kalem arada bir tutukluk versin, nihayetinde yazıyor, hükmünü göğün baloncuğuna arz ediyordu ya.
Sustu.
Hoca konuşmaya başladı. Birden ne diyeceğini unuttu,dili tutuldu.
Allah’ın ayak seslerini mi işitmişti?
Sinirli sinirli oynayan dudakları, ters giden bir şeylerin olduğunun kanıtıydı. Bir yerde hata yapmıştı. Besbelli…
Şalvarının derin ceplerinde çıkarttığı su yeşili taşlarla dizili olan tesbihini, uçuklamış dudaklarına götürüp öptü. Tesbihat vakti geçmişti. Mahcup ve itaatkâr dillerle zikrini tamamlama telaşına girişmişti.
Öyle ya… Zikirsiz dili fikirsizdi de.
Ne zaman boğazı kurur gibi oldu, küçük göz çukurları iyiden iyiye derinleşti, o vakit tesbihi usulca ait olduğu cebe yerleştirdi. Rahatlamıştı. Yüzüne bir aydınlanma, bir ferahlama gelmişti.
Kirli sarı dişlerinin arasında çıkan fısıltıyla besmelesini çekip “Yıldızname” bakımaya kaldığı yerden devam etti.
Ebced hesabını defalarca dönüp dolaşıp yine yapmasına rağmen Hoca’nın kızaran yüzü, şaşkın ifadesi hayra yorulacak gibi değildi.
Sırlı kalemin yazmayan ucu havada gaybten çizgiler çiziyor, boşluğun yüzünü yırtıyordu.
“Yıldızın düşük kızım, yıldızın galaksinin en uzağında bir toz zerreciği kadar küçük ve düşük. Görünmeyen bir yıldız…”
Coğrafya dersindelerdi sanki. Gülse mi ağlasa mı o an karar veremedi. Olmayan yıldızın hayali boşluğunda sallandı düşleri.
Hoca teşhisi koymuştu. Lamı cimi yoktu.
“Demek sebebi buydu, görünmeyen bir yıldızım var ki böyle kör kapılar ardında kaldım. Ben de görünmez oldum.”
Dermansız hastalığa tutulmuş hastalara verilen yarı zamanlı bir teselliyle:
“Kötü ruhların elinde boğuşuyor kızım, güneş tepeden inmeden kerahet vakti gel de içindeki kötü ruhu çıkaralım, bir tam altın görür işimizi.” deyişi vardı ki,
Ikınma sıkınma, kıvırma, kıvrılma yoktu.
“Bir tam altın görürdü işi.”
“Bir tam altın…”
Sırlı kalem yere düştü, dairenin içi yarım kaldı. Hesap kitap, yıldızlar, evren, galaksi hak getire…
Başını sallayarak balkondan yıldızsız göğe seslendi.
“Bir tam altın…
Kim bilir, bir tam altın görürdü işi.
Güler Kalem kimdir:
1986 yılında Elbistan’da doğdu. İnönü Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü’nü bitirdi. Kısa öykü ve şiir alanında çalışmaları var.
Şiiri Özlüyorum, Papirüs, Lacivert, Yaşam Sanat, Mevzu Edebiyat, Bireylikler, Eliz Edebiyat, Amanos, Aratos, Tmolos, Serçeşme, Yalnız Sanat, Berceste, Kirpi Edebiyat, Orontes gibi edebiyat dergilerinde şiirleri ve öyküleri yayımlandı. Kasım 2015’te “Laciverti Kanayan Deniz” adlı ilk romanı Kanyon Yayınları tarafından yayımlandı.
edebiyathaber.net (28 Haziran 2018)