Öykü: Bir yıl | Hülya Tamzok

Şubat 21, 2023

Öykü: Bir yıl | Hülya Tamzok

Gece vakti bu zarları atan kim? Taşların yerini değiştiren, yaşamayı aksatan, rüyaları bozan kim?

İstanbul Şiirleri, 1965, Fikret ÜRGÜP                 

Otomatik kapıdan geçip dışarı zor atıyorum kendimi, vızır vızır geçen arabalara, tanımadığım insanlara bakıyorum boş boş. Bu ayda böyle rüzgâr olmazdı hiç, ağaçları gövdelerinden sarsıyor, fırtına koptu kopacak. Altı harfli iki heceli o kelime allak bullak ediyor beni, sinirlerim boşanıyor. Düşecek gibi olunca duvara tutunup nefes almaya çalışıyorum. Gözüm bileğime kayıyor, akreple yelkovan üst üste konmuşlar, takvim 2 Eylül’ü gösteriyor. Doktorun odasında duyduklarım kulaklarımda çınlıyor: “Teşhis için geç kaldığınızı söylemem gerek. Beyninizdeki ur ne yazık ki kötü huylu. Kan değerleriniz düşük. Önümüzdeki bir yıl önemli, birkaç gün içinde tedaviye başlamalıyız. Endişe etmeyin, her zaman size destek olacağız.”

Aniden göçüp gitmeyi kimse istemez tamam da bu süre de neyin nesi? Olmaz ki, böyle de pat diye söylenmez ki insanın yüzüne. Sigarayı da bırakacakmışım. Duvardan ellerimi çekip yürüyorum. Her şeyi kafama takıp stres yaptığım için oldu, biliyorum. Tevekkeli iki üç aydan beri halsizlik hissediyordum. Demek bir yıl… İnce bir hesap yapıyorum; sekiz bin yedi yüz altmış saat, yani beş yüz yirmi beş bin altı yüz dakikam var da neye yeter ki? Hikâyelerimi mi yazayım, Miyu ve annemle zaman mı geçireyim, bilmiyorum ki. Nereden buldu beni bu hastalık? Tüm söylenenler doğruysa da neden ben, neden? Deniz’i mi arasam?

Of, takatim kesildi. Bilmediğim yollara, çıkmaz sokaklara girmişim. Allah Allah nerelere geldim böyle? Hah tamam, anladım şimdi, şu yokuşu çıkarsam Beyazıt’a ulaşırım herhalde. Sultanahmet, Gülhane, Sirkeci’yi geçip büyük meydana varıyorum. Mısırcılar, kestaneciler, simitçiler, vapur düdükleri, çın çın tramvay kornası, Yeni Camii önündeki şanslı güvercinler… Sıkışmışlıkları, yalnızlıkları bedenlerinden okunan binbir çeşit insan, şehre sığınmış gençler; koşturup duruyorlar, hepsinde bir telaş bir telaş… Röntgenciler, sinyalciler, vitrin yalayıcılar, milli piyango bileti için ip gibi dizilmiş kuyruk; kazıyıp da kazanamayanlar, umut dünyasında insanlar… Ve karambolde, göz kararı yaşanan hayatlar… “Bu saatte İstanbul küçük insanlarındır” demişti ya Berk, öyle bir zamanın içindeydim işte. Anlatacak çok şeyim var da kimse dinlemiyor ki, herkes kendi âleminde. İnsanların gözlerinde yer arıyorum ama kapıda kalıyorum. Galata Köprüsü’nde oltayla çekilen balıklara bakıp bakıp yutkunan sarman kediciğin yanına oturuyor, sigaramı tüttürüyorum. Hikâyeye eklemek için elimdeki kâğıda birkaç satır yazıyor, Karaköy Limanı’ndan demir alan gemiye bırakıyorum gözlerimi. Kediciğin başını okşayarak vedalaşırken anlayıveriyorum kuyruk sallayışından: “Bir an önce sağlığına kavuş da bana mama getir, öyle kukumav kuşları gibi düşünüp durma, bizim yerimizde olsan ne yapacaktın acaba” diyor.

Tramvayla üç dakikada İstiklâl’e, oradan da tabanvayla Gümüşsuyu’ndaki evime ulaşıyorum. İçeriye giriyorum. Kitap kokusu yüzüme çarpıyor. Miyu masadaki defterin üstüne tünemiş, duvardaki sineğe bakıyor. Bir yakalasa yutacak, o derece odaklanmış avına. “Gel bakalım” diyorum, yetmiş gramlık yaş mamaya razı edip yanına kıvrılıyorum. Ağzı kulaklarında, uyku bastırdı yine. “Hayat sana güzel be Miyu” diyorum, “ye iç, yat yuvarlan, uyu.”

Deniz’i arayıp anlatıyorum her şeyi. Üzüntüsünü belli etmemeye çalışarak konuşuyor:

– Yalnız hissetme kendini, bak ben varım.

– “Bir yıl ömrünüz var yok” dedi doktor. Anneme söyleyemedim henüz.

– Hadi canım, inanma, Allah mı bu? Yanlış teşhis ola…

– Ama daha önceki de benzer şeyler söylemişti…

– Ne zaman gideceksin tekrar?

– Yarın.

– Tamam, iş yerinden izin alır sana eşlik ederim. Hatta istersen sahile de gider yemek yeriz.

Telefonu kapattıktan sonra içime bir ferahlık geliyor. Tam yazacakken gözüm yine ona kayıyor; kordonuyla zamanı bedenime bağladığım kol saatime. Nasıl da hızlı: Tik tak tik tak tik tak ti… Kenarları püsküllü abajurumu ışıldatıp bilgisayarın başına oturuyorum, beyin uru konusunda Google Amca’dan biraz bilgi rica ediyorum. Önüne gelen yazmış, herkes doktor kesilmiş mübarek, kafam karışıyor. En iyisi hikâyemi bitireyim diyorum ama kalan zamanımı düşünmek yazmamı engelliyor. Bir yılmış… E ne yapalım canım, el bebek gül bebek büyümedik ya. Bununla da savaşacağız demek ki.

Masamdaki Carver’in Neden Dans Etmiyorsunuz öyküsüne takılıyor gözüm. Atay’ın Beyaz Mantolu Adam’ını elime alıyor, okumaya koyuluyorum belki ilham gelir umuduyla. “İlham diye bir şey yok, dizini büküp çalışacaksın” diyor sesler; ustaların sesi. Carver’ın da Atay’ın da hayatlarının baharında bu hastalıktan öldüğü geliyor aklıma. Acaba onlar da o hikâyelerini ölüm korkusu altında alelacele bitirmeye çalışmışlar mıydı ya da içlerinde keşke bunu da anlatsaydım dedikleri bir hikâye kalmış mıydı?

Bilgisayarda yeni bir dosya açıyor, ölmeden önce yapılacaklar listesi başlığını atıp maddeler halinde yazmaya başlıyorum. Art arda dökülüyor cümleler; hülyalarım, rüyalarım… Bileğime bakıyorum, saatim, “Yaşamak için acele et” deyip Asaf’ın mısralarını hatırlatıyor bana:

………… yaşamayı unutmayın,  

Bir bakmışsın saat üç bir bakmışsın saat hiç.

Doktorun yanından ayrıldığımdan beri yirmi dört saat geçmiş. Kaldı geriye sekiz bin yedi yüz otuz altı saat. Koştu zahir zaman. Dinlen, dur hele biraz, arkandan atlı mı kovalıyor deyip camı açıyorum, bir nefes çekiyorum hayattan. Oh…

***

Dokuz ay su gibi aktı gitti. Altı harfli iki heceli kelimeyle yaşamayı öğrendim, barıştım onunla, artık savaşmıyorum. Ne isterse yapıyorum. Kızmıyorum ona, arkadaş olduk. Böyle daha iyi. Ameliyat ve kemo bitti, ışın da. Doktorların yapacağı bir şey kalmamış, öyle dediler. Akıllı ilaç verdiler, o da fayda etmedi, deli etti beni. Söylediklerine göre üç ayım daha olmalı. Hani bir yıldı sayın doktor? Ha doktor?

Tek kişilik yatağımda sırtüstü yatıyorum. Ne sağa dönebiliyorum ne sola. Midem bulanıyor. Dün gece kustum.  Aynaya bakıyorum. Benden geriye gözlerim kalmış; bir çift siyah göz. Rengim sapsarı. Çöp gibi kalan bileğimden saatimi günler önce çıkardılar. Askıdaki serum damla damla akıyor içime. Duvardaki saat de kudurdu, çınlayıp duruyor: Tik tak tik tak tik tak ti… Zaman, saniye saniye avuçlarımın içinden kayıp gidiyor, tutamıyorum.

Yıkadı annem beni bugün. Kemiklerim batmış eline. Nevresimlerimi de değiştirdi. Yorganım, çarşafım hepsi bembeyaz, pijamam da. Ama yaşamaya uygun olmayan bir beyaz bu, ölüme daha yakın. Ölümün rengi siyah değil miydi? Arkama birkaç yastık daha koyup beni doğrultmaya çalışıyorlar, başımı tartamıyorum. En sevdiğim yemeği yapmış annem; sulu köfte. “Aç ağzını, aç aç aç, ha öyle, aferin benim oğluma” diyor. Kilitli dişlerimi, kapalı dudaklarımı aralıyorum, yemeğin suyu çizgili pijamama dökülüyor.

Eve ziyarete gelenlerin lafları çınlıyor kulağımda: “Moreeel çog önemli yavrııım. İyisin, güçlüsün, bunu da yenersin sen, umutsuz olma. Saçın, kaşın yeniden çıkar, kökü sende nasıl olsa.” Bunları hatırlamak yoruyor beni. Böyle söyleseler de gözleri başka başka şeyler söylüyordu her birinin; “İyi ki ben böyle hasta olmadım” der gibi gizli bir sevinç içindeydiler. Kaç kere dedim anneme şu akrabalar gelmesin eve diye. Hiç dinlemedi. Sol yanıma dönmek için yekiniyorum, olmayınca bırakıyorum kendimi gerisingeri. Şimdi Deniz’le Eminönü İskelesi’nden vapura atlasak, çayımızı yudumlayıp martılara simit atarak Burgazada, Heybeliada, Büyükada’ya açılsak ya da tek başıma Beyoğlu’na gidip o kafede oturup yazsam… Ne mümkün, hiç mecalim yok.

***

Annem perdeyi kapatıp başucuma oturuyor. Elinde küçücük kalıyor ellilik elim; iğne yemekten morarmış, damarları fırlamış elim. Deniz, geçmişte yaşadığımız güzel günlerden bahsediyor. “Hani” diyor, “doğum gününde Burgazada’ya gitmiştik, gecenin yarısında o sokak benim bu sokak senin gezerken bir şey görmüştük de kahkahalarla gülüşmüştük hatırlıyor musun” diyor. Gözlerimle, “Evet” diyorum. İyi ki yanımdalar, sevgileri, şefkatleri ilaç gibi geliyor. İnsan gençken yalnız olmak, özgür olmak istiyor da yolun yarısını geçtiğinde yanında bir dost, bir can yoldaşı arıyor niyeyse. Hele de döşeğinde ölürken… Miyu kucağımda esniyor. Bardaktaki suyu işaret ediyorum. Annem kaşıkla ağzıma bir yudum damlatırken soruyor: “Canın başka bir şey istiyor mu?” Başımla “Hayır” diyor, sehpadaki kol saatime bakmaya çalışıyorum; zaman on ikiden vururken gözlerim usulca kapanıyor. Nihayet hırıltıyla bir nefes alıyorum, verdiğimi hatırlamıyorum.

edebiyathaber.net (21 Şubat 2023)

Yorum yapın