Ege’nin kıraç köylerinde, dağların arasındaki küçük düzlüklerde yetişen ballı üzümlerin, altın sarısı tütünlerin para ettiği, nispeten iyi bir hayat, gençlere istikbal sağladığı yıllardı.
Sıcak, sımsıcak bir temmuz ortası… Güneş daha sabahtan ortalığı kasıp kavuruyordu. Dağların, alçak küçük tepeciklerin başladığı yerlere kadar uzanan tütün vadisindeki tüm nebat, yakıcı güneşin gazabına direnircesine gövdesindeki, yapraklarındaki suyu buharlaştırıp ayakta kalmaya çalışıyordu. Güneş tepeye doğru yükselip alevlerini artırınca yalnızca bir mevsimlik ömrü olan tütünler dik durmaya çalışsa da, canlı, taze görünen sarı, yeşil tütün yaprakları teslim olup boyun bükercesine buruşup solgunlaşacak. Ta ki akşam serinliğine kadar. Mevsim sonunda tütün yapraklarından arınıp dikilmiş çubuk tarlalarına dönen tüm arazi, kış girmeden sürülüp toprak çıplak bir kızıllığa bürünecek.
Oraya buraya dağılmış karıncalar gibi çalışan işçilerin bulunduğu tarlalardan uzaklara doğru bakıldığında, nemden oluşan puslu hava, adeta kaynayan dev bir kazandan yükselen su buharını andırıyordu. Ovadan hafif eğimle yükselen bir tepeye doğru gelişi güzel dizilmiş köy evleri, birkaç yüz metre ötede olduğu halde sislerin arsında hayal meyal görünüyordu. Oysa ilkbaharın ve sonbaharın açık, aydınlık günlerinde, köyün kıvrım kıvrım dar sokaklarında dolaşan insanlar bile buradan seçiliyordu.
Göz alabildiğine uzanan, bir tümsek, çalı, çırpı, yere çakılı eğri büğrü taşlar ve boşluklarla çevrili tütün tarlalarının sınırları kaybolmuş gibi. Tarla sınırlarına yakın yerlerde kendiliğinden çıkıp büyümüş palamut ağaçlarının ve çalıların dışında sığınacak bir gölgelik bulmak olanaksız. Ağaç olmayan tarlalardaki tütün işçileri, kızgın güneşten ara sıra kaçıp birkaç dakikalık dinlenme için küfelerden sırıklara bağladıkları bez gölgeliklere sığınıyorlardı.
Sararmış naylon çorap ve pabuçların, kat kat giyilmiş çiçek desenli elbiselerin, başları sıkıca örten renkli yazmaların içinde, farklı dünyalardan gelmiş uzaylıları andıran kadın işçiler, kızgın güneş ve toprak arasında yanıp kavruluyordu. Yeryüzü cennetine insan olarak gelip de oraların deyişiyle “ insanın insanlıktan çıktığı, “ ya da cehennemi yaşadığı bir sıcak mevsimdi o yılki haziran ve temmuz.
Arazinin çıplak dağa yakın yamacındaki dört dönümlük tarlanın sahibi, yaşı elliye dayanmış bir dul olan Zeliha Ana, o gün yanında gündelikçi olarak bir genç kızla orta yaşlarda iki kadın getirmişti. Eski yamalı giysiler içinde gün doğmadan sabah ayazında gelen amaleler, yaprakları tek tek ama işlerinin ehli bir ustalık ve hızla toplayıp büyükçe küfelere sıra sıra dizerken, neredeyse kırılan yaprakların çıkardığı çıt çıt sesinden başka bir ses duyulmuyordu. Kadınların yüzleri güneş yanığı, başörtülerine gömülmüş gözleri yorgun, dudakları kurumuş, açıktaki ellerinin derisi ise tütün yapraklarından bulaşan yapışkan kirden kaybolmuş gibiydi. Ara sıra yaşadıkları çileyi, yoksulluğu unutup birbirlerine takılıp gülüşüyorlar, mutlu görünüyorlardı.
Kuşluk vakti, güneş sıra dağların üzerinden tepeye doğru yükselince, Zeliha Ana sessizce ayrılıp topallaya topallaya palamut ağacının altına doğru yürüdü. Biraz sonra da işlerine devam eden kadınlara seslendi:
– Zeynep, Esma, Fadime, haydi kahvaltıya!
Kadınlar topladıkları tütünleri küfeye yerleştirdiler. Elerinde biriken tütün kirini toprağa bulayıp olabildiğince temizledikten sonra gölgeliğe yöneldiler.
Yiyecekler, yufka ekmeğine sarılı yumurta, ortaya büyükçe bir tabağın içine doğranmış domates dilimleri ve zeytinden oluşuyordu. Kahvaltı aynı zamanda dinlenme, havadan sudan, iki yüz haneli köyün dışına taşmayan sohbet ve dedikodu molasıydı. Zeliha Ana, yufka ekmeğini isteksizce ısırırken diğerleriyle göz göze gelmekten kaçınan genç kıza bakıp söylendi:
– Zeynep yesene, kızım öğleye daha epey var, acıkacaksın.
Zeynep Zeliha Ana’ya tebessümle karşılık verip biraz daha hareketlendi, ama dalgın, tedirgin bir hali vardı.
– Zeynep, yorgun görünüyorsun, uykusuz kalmış gibisin, diye söze karıştı diğer kadınlardan birisi. Diğeri:
-Genç kız, sevdalısını düşünüyordur, diye muzipçe güldü.
– Yok bir şeyim, biraz yorgunluk var, diye geçiştirdi Zeynep.
Toprağın üzerine bağdaş kurup oturan kadınlar, kahvaltıyı bitirdikten sonra bir süre daha dinlendiler, sonra kendiliğinden arka arkaya kalkıp işe koyuldular. Güneş, ateş topu gibi tepeye doğru yükselirken alevlerini daha şiddetli salmaya başladı. Ortalık yanıyordu.
Kadınlar ara sıra doğrulup hem ellerinde topladıkları tütünleri küfeye diziyor hem de gerinip ağrıyan bellerini ovuşturuyorlardı. Zeynep ise, diğerlerine belli etmeden daha sık doğrulup ayakta daha fazla dolanmaya başladı. Etrafı, köye doğru uzanan araziyi sık sık gözlerken birkaç tarla ötede hareket eden birini fark etti. Kısa boylu, tütünlerin arasında kaybolmuş gibi kendilerine doğru yaklaşan delikanlıya dikkat kesildi.
Delikanlı onları gözlüyor, ara sıra bir şeyler topluyormuş gibi eğilip kayboluyor, ama gittikçe yaklaşıyordu.
Diğerleri yorgun, uyuşuk uyuşuk işlerine devam ediyordu.
Zeynep geleni tanıdı, Mustafa idi. Tedirginliği ve heyecanı daha da arttı, kalbi daha hızlı atmaya başladı. Diğerlerine yine de bir şey demedi. Zeliha Ana biraz işkillenir gibi oldu, ama geleni görmediği için tütün yapraklarını toplamaya devam etti. “ Genç kız, çabuk yorulup usanıyor “ diye düşündü. Kendi haline bakmadan biraz da acıdı:
– Git ağacın altında dinlen biraz, dedi ama o pek oralı olmadı.
Daha eli tütün yapraklarıyla dolmadan sık sık küfeye dizen Zeynep, etrafı kolaçan edip Mustafa’yı gözetlemek için kendine fırsat yaratıyordu.
Neredeyse tarlanın sınırına gelmiş olan Mustafa birden hareketlendi, fırtına gibi kadınlara doğru koşup Zeynep’in kolunu yakaladı, kucaklamaya, sürüklemeye başladı. Kadınlar uykudan uyanmış gibi panik ve şaşkınlık içinde ne olup bittiğini anlamadan bağırışmaya başladılar.
– Amanıın kızı kaçırıyor, diye çığlık attı birisi.
– Koşun, yardım edin, diye bağırdı Zeliha Ana.
Şaşkınlıktan kurtulup yerde Zeynep’i sürükleyerek götürmeye çalışan Mustafa’ya doğru koşup taş ve kopardıkları tütün saplarıyla saldırdılar. Bir anda her şey olup biterken, Zeliha Ana genç bir delikanlı gibi, küfeleri güneşten korumak için gölgelik yaptığı sırıklardan birini kaptığı gibi topal ayağını unutup hışımla Mustafa’ya doğru fırladı. Elinde sıkıca tuttuğu kalın sopayı rastgele Mustafa’nın kafasına, sırtına doğru arka arkaya indirmeye başladı. Bu sırada Zeynep cebinden çıkardığı küçük bir çakı bıçağını Mustafa’nın bacağına sapladı. Kızı bırakan Mustafa can havliyle toparlanıp seke seke kaçmaya başladı. Kız kurtarılmıştı.
Zeynep perişan görünüyordu. Toz toprak içinde kalmış, elbiseleri yırtılmıştı. İki koluna girip ağaç gölgesine götürdüler. Bir tasla su verdiler. Uzaktan sesleri işitip, bağırışları duyanlar ise doğrulmuş kaygısızca olanları seyrediyorlardı.
Küfeleri merkebe yükleyip köyün yolunu tuttular.
Olay hemen tüm köye yayıldı. Muhtarın çağırdığı Jandarmalar evde bekleyen Mustafa’yı kelepçeleyip götürdüler. Zeliha Ana ve gündelikçi kadınların da köy odasında ifadeleri alındı.
Mustafa nezaretteyken araya iki tarafın yakınları girip kızın ailesini şikâyetten vazgeçirdiler. Mustafa serbest kaldı. Kaçırmak bir yana erkeğin eli bile değse artık kız kirlenmişti, onunla evlendirilecekti.
Önce acele bir nişan yapıp iki ay sonra, hasat sonu da Mustafa ile Zeynep’i evlendirdiler.
Düğüne Zeliha Ana’yı çağırmadılar. “ Gelmesin, davetli değildir “ diye de haber gönderdiler. Zeliha Ana, düğün günü erkenden, azık torbası ve bir heybe asıp bindiği merkeple, kimselere bir şey demeden koruluğa sınır olan üzüm bağına doğru yol aldı. Bağda bir süre bir ağaç gölgesine oturup oyalandı. İçindeki sıkıntı ve huzursuzluk geçmemişti. Eline bir sopa alıp ayağını aksata aksata tepeye, zirveye doğru yürüdü. Yorulunca büyükçe bir kayanın üzerine oturup köyü ve ötesindeki tepeleri seyretti dalgın dalgın. Düğüne davet edilmemesinden çok kimsesin ses çıkarmamasına, “ olmaz öyle şey “ dememesine içerlemişti. Kendini daha fazla tutamadı, yorgun gözlerinden taneler dökülmeye başladı:
– Keşke gidecek yerim olsa da bu kadar nankörlüğün olduğu köye bir daha dönmesem, diye mırıldandı.
Aşağıya inip bütün gün oyalandıktan sonra hava kararırken kimseye görünmeden eve döndü.
Ne Zeynep ne de Mustafa Zeliha Ana ile bir daha da konuşmadı.
Sonra anlaşıldı ki, kız kaçırma olayı bir senaryodan ibaretmiş. Mustafa Zeynep’i istetmiş, ama Zeynep’in ailesi oğlanın bir mesleği, geçim sağlayacak bir arazisi yok diye evlenmelerine razı olmamış. Bunun üzerine kaçma kaçırma konusunda Zeynep’le Mustafa anlaşmışlar. Olaya gerçek süsü vermek için de o gün Zeynep Mustafa’yı küçük bir bıçakla hafifçe bacağından yaralamış. Zeliha Ana’nın Mustafa’ya kaş göz demeden indirdiği sopaları ise unutmamışlar.
edebiyathaber.net (4 Aralık 2022)