Gazete satmaya başladığımın ikinci haftasında Bisikletçi Fettah’ın Büyük Postane’nin önünden geçip Muradiye Mahallesi’ne uzanan yolun üstündeki dükkânını gördüm. Başka bisiklet onaran ve çocuklara kiralayan da vardı ama onlar gözlerinin önünden uzaklaşmamıza asla izin vermezlerdi. Boynumda gazete dolu kartonla bağırıp gazete satarken o da sırtını yola dönmüş bir bisikletin lastiğini kontrol ediyordu, patlağını bulmak için. Sesimi duyunca bana dönmeden, “içeriye bir Günaydın ile varsa Hey dergisi bırak çocuk,” dedi. Dediğini yaptım ve mavi gözlerini gözlerime dikerek, “şimdi işim var dönüşte gel al paranı,” demeyi de ihmal etmedi. Olur anlamında başımı salladım ve yoluma devam ettim. Tabii ben unuttum. Ertesi gün postanenin karşısındaki kahvehaneye gazete satmaya girince aklıma geldi ondan alacağım olduğu. Yanına gittim. Bu defa sandalyede oturuyordu. Neşeli ve güleç yüzlü biriydi. Şöyle bir baktı, sonra da “Aradan bir gün geçti artık benden alacağın yok,” dedi. Tabii ciddileşti de biraz. Ben de “canınız sağ olsun, zaten unutmuştum,” dedim ama bozulmuştum…
Bak sen, dedi ve şöyle sürdürdü sözünü, gönlü de tok biri. Madem öyle önce gazetemi ver. Sonra da binmek istersen gazetelerini içerideki masaya bırak ve beğeneceğin bisikletle Muradiye Camisi’ne kadar git dön. Paranı da alırsın ama bisikletten düşersen kaybedersin. Dediğini yaptım. Gazeteleri bıraktım ve kırmızı bisikleti aldığım gibi bindim. Hızla camiye kadar gidip döndüm ve yerine bıraktım. Hem paramı verdi hem de benle konuştu. Okumayı ve okulu sevdiğimi söylediğimde mavi gözleri daha da ışıdı. Böylece onunla dost olduk. Büyüklerle küçüklerin dostluğu nasıl bir şeyse… Her gün ona iki gazete bıraktım ve hafta sonunda da parasını aldım.
Fırsat buldukça da bisiklet kiraladım. Hem az para ödedim hem de bisikletle istediğim kadar dolaşmama izin verdi. Ben de ona, önce kardeşlerimi, daha sonra da canım emmioğlumu, mahalleden sevdiğim arkadaşlarımı götürdüm müşteri olarak. Onlara bana güvendiği gibi güvendi ve bisikletleri de esirgemedi. Biz de onun güvenini sarsmadık hiçbir zaman… Emmioğlu dediğim de babamın bir büyüğü olan amcamın ilk eşinden ikinci oğluydu. Benden sanırım bir yaş büyüktü. İnceden, esmer ve de tatlı gülümseyen biriydi. Okul arkadaşım Celal gibi gamzeliydi. Yengem kanserden ölmüştü, amcam bir daha evlenmişti. O zaman biz ilkokula gidiyorduk. Adı Ali’ydi ve bir yediğimiz içtiğimiz ayrı giderdi. Birlikte dolaşmaktan, oynamaktan ve de sevdiğimiz işleri yapmaktan hoşlanırdık…
Ceyhan’ın Büyük Postanesi önünden küçük bir cadde uzanırdı güneydeki Muradiye Mahallesi’ne doğru. Bisikletçi Fettah’ın dükkânı bu caddenin postaneden yana olan tarafındaydı. Postane ile dükkân arasından dar bir sokak geçiyordu. Dükkân tam köşedeydi. Ben ve emmioğlumla günlük gazeteleri satıp iadeleri de gazete bayisi Şaban amcaya verdikten; günlük kazancımızı cebimize koyduktan sonra soluğu onun dükkânında alırdık. Birer bisiklet kiralar ve o cadde boyunca süremiz kadar dolaşırdık. Yalnız kimi zaman kulağıma eğilir ve elinin birini ağzına siper eder, bana: Bak, siz çalışan çocuklarsınız, çalışanı severim sonra okuyorsunuz da, para görüp şımarmıyorsunuz, kimse duymasın siz ne zaman isterseniz o zaman getirin bisikletleri, yalnız arkaya kimseyi bindirmeyin ve bir yere de çarpmayın derdi. İşte o zaman içim içime sığmazdı ve canım emmioğlumla mahallemize giderdik, buradaki arkadaşlarımıza hava atardık. Onları arkamıza almazdık, fakat bisiklet sürmelerine izin verirdik. Sonra da gün kararmadan bisikletleri ona götürürdük. Başını sallardı, geç kaldığımızı ima ederdi. Yine de çok binmemize izin verirdi. Bazen de bizden para almazdı. Biz de karşılık olarak arkadaşlarımızı bisiklet kiralamak istediklerinde ona gitmeleri için ikna ederdik.
Beni bir başka severdi. Benden küçük olan erkek çocuklarının benle arkadaş olmalarını, benimle ders çalışmalarını isterdi. Aslında ne ben ne de onlar böyle bir şeyden yanaydık. Nedense birlikte olmaktan hoşlanmazdık. Ama benden birkaç yaş büyük olan bir de kızı vardı, bir içim su, dünya güzeli bir kızdı. Saçları parıldar, gözleri ışıldar ve yüzü gülümserdi. Sadece ben değil biliyordum ki mahallenin tüm oğlanları içten içe de olsa ona sevdalıydı benim gibi. Sanıyorum güzelliğinin farkındaydı ve bu yüzden okuldan gelir gelmez babasının dükkânına uğrar, uzun bir zaman kalırdı orada. Benimle konuştuğu zaman bisiklete bile binmek istemezdim. Arada seslenirdi bana adaşım, yoldaşım emmioğlum duymazdan gelirdim. Çünkü onunla konuşmak bir ayrıcalıktı bana göre.
Sesi dağ başı pınarlarından akan serin su gibi gelirdi bana. Kulağım susayan dudak olurdu onu dinlerken. Ve o benden uzaklaştığında Fettah Amca, çabuk büyü yoksa o başkasına kaçacak, derdi şakadan. Benim de üstümden aşağıya kaynar su boşalırdı sanki o an. Öyle utanır öyle utanırdım ki, hemen bisiklete biner, bana söylenen emmioğluma kulaklarımı kapar, olanca gücümle bisikleti sürer oradan uzaklaşırdım.
Bir gün sevinçle gittiğimiz bu dükkânın yerinde yeller estiğini gördüm. Öyle üzüldüm öyle üzüldüm ki… Ne yapacağımı bilemedim.
Emmioğlum: “ Evlerine gidelim,” dedi.
Gittik. Orada da her yer her şey duvardı.
Bizden birkaç yaş küçük olduğunu düşündüğüm bir kız çocuğu,
“Abi onlar taşındı çoktan,” dedi.
“Nereye peki?!” diye sordum, omuzlarını silkti.
Eve geldik. Bir yanım yoktu sanki. Çoğunlukla Bisikletçi Fettah’ı düşünüyordum. Bazen iki kolumu göğsümde kenetlerdim. Çaprazlama olan kollarımı hızla açardı, “Kısmetimizi ve kısmetini bağlıyorsun oğlum, bırak böyle yapmayı ya!” derdi. O nereye gitmişti ve neden gitmişti. Kime sordumsa zaman zaman hiçbir şey bilmediklerini söylediler bana. Onu araştırmaktan vazgeçmedim hiç. Başka çocukların gazete sattıkları mahallelere de girdim gizlice, dayağı ve küfrü göze alarak, fakat yine de onlara rastlayamadım. Çünkü aramızda parsellemiştik mahalleleri. Buna da saygılıydık. Bazen özel durumlar olurdu ve birbirimizin bölgelerine girerdik. Olumsuzlukları da göze alarak. Okullarına gittim Fettah’ın üç çocuğunun, yoktular oralarda. Arkadaşlarıma da Bisikletçi Fettah’ı bulmaları için yalvarmıştım. Onlar da gazete sattıkları mahallelerde ona rastlamadıklarını söylüyorlardı beni gördüklerinde, gazete bayisi önünde sabahın dördünde buluştuğumuzda, o günün gazetelerini almak için.
Emmioğluma bakılırsa onlar taşınmışlardı Ceyhan’dan. Yoksa birimizin mutlaka onlardan birini görmesi gerekirdi. Hak vermiyordum ona nedense. Sonunda zaman su gibi geçti. Babamlar yeni bir ev sahibi odu. Hürriyet Mahallesi’nde, Pamukeli Ortaokulunun hemen yanında.
Liseyi bitirmiştim. Üniversiteyi kazanmıştım. Heyecanlıydım, ama buruktum. Öğretmen olacaktım. Sevdiğim ve istediğim meslekti. İdeallerim vardı o zaman. Şairin dediği gibi oldu fakat:
Servi gibi umutlar döndü birer iğdeye
Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye
İşte bana hayatı sevdiren ve gerçekliklerimizi kuran kurumlaştıran insanlar böyle sesleniyor. Direniyorum yine de, sonuç ne olacak bilemiyorum. Dedim ya yeni bir yaşama başlayacaktım. İşte böyle düşünceler içindeydim o vakit. Ve sonunda neredeyse anılarını bile unutacağım bu değerli insanı tam da bizim evin karşısında babamların komşusu olarak gördüm. Gözlerime inanamadım tabii. Hürriyet Mahallesi’ndeki evimizin önünden geçen sokağın karşısındaki köşedeydi. Balkona çıktığımda görmüştüm. Şubatın bir yalancı bahar günüydü. Tatildi ve aileme dönmüştüm. Sanırım öğretmenliğe ilk başladığım senenin tatiliydi.
Halk Kütüphanesi’nden küçük bir çocukken aşırdığım kitaplara karşılık onlarca kitap götürdüğüm günden ya önce ya da birkaç gün sonra, tam anımsamıyorum. Yeni eve taşındıktan birkaç gün sonraydı sanıyorum; karşı kaldırımda, tam köşede ve bizim evin karşısındaki evde ona benzeyen birini gördüm. Gözlerime inanamadım. Bisikletçi Fettah’ın ikizi olacak kadar benziyordu ona. Dikkatlice baktım. Asker tıraşlıydı. Yüzü bir Bulgaristan göçmeninin yüzü gibiydi. Gözleri elâ. İnce bıyıklıydı. Göbekliydi de. Ve zaman her yılını yüzünde bir iz gibi belirginleştirmişti. Zamanın onu değiştirdiğini nice sonra anlayacaktım. Evden yıldırım gibi çıktım. Yarıyıl tatilinin son günleriydi ve hava yazdan kalmaydı sanki. Sıcak ve de güneşliydi… Atlet ve pijamasıyla balkonda şezlonga oturan bu adama doğru yürüdüm. Doğruldu beni görünce.
“Siz Bisikletçi Fettah olmalısınız!” dedim.
“Evet,” dedi.
Balkona zıplayıp çıktım ve ayakta ona kendimi anlattım. Ben yoktum, o an onun karşısında, içimdeki onu tanıyan çocuktu. Sevincimle, heyecanımla, gözlerimin ışıltısıyla… Gözleri doldu beni hatırlayınca. Eşine seslendi, sarıldı bana öptü yanaklarımdan. İlgi ve sevinçle dinledi beni. Eşi geldi önce, her zamanki gibi incecikti ve kibardı. Yaşlanmıştı ama yine de güzeldi. Gözlüklerinin üstünden baktı bana. Birkaç kez onlara Fettah Amca’nın aldığı öteberiyi götürdüğümü söyledi, unutmamıştı beni yani. Ayakta kaldık üçümüz de. Bir ara annemi gördüm, şaşırmış biçimde bakıyordu, olana bitene bir anlam veremiyordu kuşkusuz. Kızı geldi sesimize sonra. İlkin tanımadım onu. Şöyle bir baktı bana. Yüzünde belirli belirsiz bir memnuniyetlik sezdim. Konuşmadı hiç. Ve gitti. Derken anlattı Bisikletçi Fettah, evlenmiş onların isteğinin dışında, hayırsız çıkmış kocası. Üç yaşındaki torunla bırakmış bir sabah kızı kapıya ve kaybolmuş, nicedir haber yokmuş ondan.
Kızımdan eser bırakmamış manyak ne güzelliği kalmış ne de aklı. Evlat atamazsın, çekiyoruz, o bir gölge gibi yaşıyor aramızda. Bunları söylerken gözleri doldu, o altın dişi bir daha görünmez oldu. Böylece komşu olduğumuzu öğrendim. Onlar bize geldiler eşiyle, biz babamlarla onlara gittik. Aklım hep kızındaydı. Onu görmek için can atıyordum, ama o odasından hiç çıkmıyordu. Çayı, bardakları Fettah Amca’nın karısı götürüp getiriyordu. Buna bir anlam veremiyordum. Zaten bir daha da hiç mi hiç görmedim onu, ne evlerine gittiğimizde ne balkona çıkar diye ümit edip odamın penceresinden onların evine baktığımda. Onlara her gidişimizde veya onların bize her gelişinde başka başka şeyler öğrendim. Mesela, bir gün ansızın Adana’ya gitmek zorunda kaldıklarını, ama nedenini hiç söyleyemeyeceklerini öğrendik. Babamlar da hiç mi hiç üstelemedi. Yalnız annem, sokakta kulaktan kulağa dolaşan birbirinden ilginç mi ilginç şeyler duyardı. Sanki merak ediyormuşum gibi anlatırdı duyduklarını. Kızın başına kötü bir şey gelmesinden tutun da, Fettah Amca’nın bir kadınla dükkânda basılmasına kadar, tuhaf ve bir o kadar da inanılması zor dedikodulardı annemin anlattıkları.
Yağmurdan kaçarken doluya tutulduk. Keşke gitmeseydik Adana’ya, deyince eşi. O sözü sürdürdü, bizde salonda oturduğumuz bir akşamüstü. Öyle oldu, keşke kalsaydık burada, fakat ne desek boş, yaşanacak yaşanıyor, yani akacak kan damarda durmuyor. Kız evde de rahatça konuşabiliyoruz komşu, kızın var, derdin var gerçekten; dedi babama ve ekledi: Onun yakışıklılığına kapıldı, okulunu bıraktı, bizi dinlemedi, şimdi de hem kendisi çekiyor, hem de bize çektiriyor. Adamlar ailece hırsız, kumarcı, kopuk. Şu an Adana cezaevindeymiş, ne vakit çıkacağı da belli değilmiş, oradaki eş dosttan öğrendiğimize göre.
Bir ara annem, “Herkes bir şey söylüyor, aklınıza bir şey gelmesin komşu, hem üzülüyoruz hem de merak ediyoruz, sahi polisler, askerler ne diye kapınızdan eksik olmuyor, bazen de sizi götürüyor, sakıncası yoksa söyler misiniz Fettah Bey?” dedi.
Neden olacak, dedi, iki oğlumuz okudu askeri okullarda hizmet için doğuda görevlendirildiler. Subay oldular. Sevindik. Ekmeklerini aldılar diye. Gidip tanıdıklardan onlar seviyor diye kız da istedik. Ama bir yıl önce ne olmuşsa olmuş bilmiyoruz ikisi de kaybolmuş. Ayrı ayrı birliklerden kaçmışlar güya. Biz ölü ya da diri çocuklarımızı istiyoruz, onlar da bizden istiyorlar onları. Aklım ermiyor. Bir diyorlar, dağdakilere karışmışlar. Bir diyorlar yurtdışına kaçmışlar. Komşu, sen ne biliyorsan ben de onu biliyorum. İnanın. Gülüyoruz, neşeliyiz diye bütün yaşadıklarımıza rağmen, onların nerde olduğunu biliyoruz da söylemiyoruz sanıyorlar. Ama yaşam devam ediyor, gidenle, ölenle ölünmüyor. Herkes hayatını yaşıyor. Çare olur mu elimizi böğrümüze koysak, ağlasak, kapı kapı dolaşsak ve yemesek, içmesek, söyleyin? Yaşıyorlarsa, bizi ata, ana biliyorlarsa sesleriyle de olsa bize ulaşırlar. Onlar erkek öyle veya böyle yaşamlarını sürdürürler. Varsa yaptıkları bulurlar karşılığını.
Onları değil, yanımdakini düşünüyorum. Bizden sonra ne olacak. Bu ev ona kalsa bile o deyyus kızımıza rahat verir mi. Bir altın bileziği olsaydı kızımızın gözümüz arkada kalmayacaktı. Evi olması insanın karnını doyurmasına, hastalıkta karşılık olmasına yetmiyor ne yazık ki. Aylık bir akar olmalı insan yaşadığı sürece. Kızdan boşanmıyor köpek. Boşansa aylığımızı alır da geçinebilir belki. Adam resmen deli, raporu yok. Çıkar çıkmaz kıza bir şey yapar, korkumuz bu. Ah bizi dinleseydi. Bunu düşünüyorum. Onları hiç düşünmüyorum, içim yanıyor komşu, içim, Allah biliyor ya içimi onlara acımıyorum asla!
İşin tuhafı onun çocukları hâlen kayıp, ölüsü ya da dirisi yok… İnanılmayacak bir şey ama bu böyle.
Bir yaz günü annemleri ziyarete gitmiştim. Evimize yakın olan ortaokulun devasa avlu duvarı solumdaydı, köşeyi döner dönmez bizim ev görünecekti. Tam karşımda da Bisikletçi Fettah’ın evi vardı. Dış kapı karşıdaydı. Baktım yine pijaması ve atletiyle balkonda geziniyor. Onların bizim evin karşısındaki balkonu L çizerek dış kapıya kadar uzanıyordu. Afacan bir çocuk gibi arkasına saklamaya çalıştığı kuş lastiğini gördüm.
“Ne o Fettah Amca, kuş mu avlıyorsun yoksa?” dedim.
“Yok,” dedi, “bizim Porsuk Duran’ı günahtan korumak için taşıyorum.”
Ona yaklaştım ve dış duvara yaslanarak onu dinledim. Porsuk Duran, mahallemizin sayısı günden güne azalan at arabalarını onaran, nakışlayan bir emekçisiydi. Bir alışkanlığı vardı, hep şarap içerdi işlerini bitirdikten sonra. Her akşam… Ve akşamüstleri zil zurna olunca işliğini kapatır ve sallana sallana mahallenin en sonundaki evine yürürdü. Yürüse iyi. Açar ağzını, başlardı yakası açılmadık küfürlere. Kimse üstüne alınmazdı. Ama Fettah Amca’ya göre, son zamanlarda tam da evinin karşısında duruyor ve hiç yapmadığı küfürleri boğazı yırtılırcasına haykırıyormuş. Allah, kitap dümdüz gidiyor, yetmiyormuş gibi arada bir de kendisine küfrediyormuş.
Ya, dedim kendi kendime, Fettah, Allah seni sınıyor. Porsuk’a küfrettiriyor, sen onun sopası olmuyorsun, neme lazım diyorsun; Allah, ona, kendisine yapılan hakaretlere göz yummayasın diye, sana da küfrettiriyor. Anla ve onu günah işlemekten, seni Allah’ına sahip çıkmayan biri olmaktan kurtar. Buna son ver… İşte bu düşünceden sonra bana dediğini yapmaya başlamış. Yani çözüm olarak kuş lastiği ile onu engellemeyi bulmuş. Fındık büyüklüğündeki taşları her zaman yanında bulunduruyormuş. Porsuk Duran köşede, karşısında görününce çömeliyormuş o, kendisini görmesin diye. Küfre başlayacağı sırada taşlardan birini yerleştiriyormuş, ona atıyormuş. Göbeğinden vuruyormuş çoğunlukla. Porsuk da can havliyle ne olduğunu anlamıyormuş ve daha da çok günaha bulanmadan soluğu evde alıyormuş. Kendisi de gülmekten patlıyormuş.
Bir keresinde de babamdan duyduğuma göre, Porsuk Duran, o nişan alıp taş atacağı an sendelemiş ve taş sağ kaşına gelmiş kaşı yarılmış ve Porsuk kan içinde kalmış. Fettah günlerce evden çıkmamış. O günden sonra da kuş lastiğini eline almamış.
Çok çekmişler annemin bana dediğine bakılırsa. Kız kafayı yemiş. Çocuğuna annesi bakıyormuş. Odadan çıkmıyormuş. Gece olup annesi babası odalarına çekilince çıkıyormuş karnını doyuruyormuş, sonra da tekrar odasına gidiyormuş. Kimseyle konuşmuyormuş, annesinin elinden bile bir şey almıyormuş, siz beni öldürmek istiyorsunuz! diyormuş. Perdeleri de hiç mi hiç açmazmış. Neler neler…
Annemle yaptığımız bir telefon konuşmasında onun; Hiç iyi değil hastaneye götürdüler zavallıyı uzun bir süre gelmeyecekmiş. Annesinin iki gözü iki çeşme, Fettah’ın da hiç keyfi yok, sağlığı da iyi değil üstelik. Nasıl olsun ki… Kolay mı? Suyun önünde bir top kar gibi eriyor kızcağız. Oyalanmak için, aynı yerde açtı dükkânını. Bambaşka biri oldu, ne bizim gitmemizi istiyorlar evlerine, ne de kendileri geliyor bize. Sadece bize değil, herkese öyle davranıyorlar. İçlerine kapandılar, kimseyle konuşmuyor, görüşmüyorlar. Dükkânda babana da hiç yüz vermemiş, baban artık gitmeyeceğini söylüyor bu yüzden. Ama o yokken evde karısı arada gelip gidiyor bana ve birkaç komşuya. Biz ondan öğreniyoruz olanı biteni, dediği çıkmaz aklımdan.
Derken birkaç yıl Ceyhan’a gitmedim. Sonra annemlere gittiğimde ilk onu sordum. Annem anlattı, bir tokat yemiş gibi irkildim ve acıyla kıvrandım. Çünkü emmioğlumdan sonra çocukluğumdan kalma bir güzellik ve içtenlik daha elimden alınmıştı âdeta. Annemin onunla ilgili anlattıklarına inanamadım. Çocukken tanıdığım Bulgar göçmeni şeker bisikletçi tam unuttuğumu sandığım anda ailemin, dolayısıyla da benim komşum olacak; birkaç yıl sonra da öldüğünü öğrenecektim. Bana bisiklet kiralayan dünya tatlısı insan işinden evine dönerken sarhoş bir sürücünün kullandığı otomobilin altında kalarak can verecekti. Tıpkı babamın küçüğü amcam gibi…
Öylece dalıp gitmiştim. Bir yakın akrabasının desteği ve yardımıyla ayakta kalabilen, yaşamını güçlükle sürdüren hasta karısını ziyaret ettim. Bir de ondan dinledim bisikletçi dostumu. Sonra derin bir acıyla eve döndüm. İnsanlık ağacı da mevsimlere göre davranıyor. Baharda, yazda yapraklanıyor yeni doğumlarla, kışın ve güzün de kaybediyor zamanlı zamansız yapraklarını, doğal mı değil mi bilemem ama şairin dediği gibi, her ölüm erken ölüm aslında. Nasıl ki her düşen yaprak bir önceki yaprak olmuyorsa, her yeni çıkan yaprak da bir önceki yaprak olmuyor, insanlık ağacında da bu böyle. Bu yüzden Bisikletçi Fettah’lar aynı olsa da yaşamları aynı olmayacak. Ve belki de yaşarken ölmüştü. Bu yüzden bu gibi yaşamlar için ölüm bildiğimiz ölüm olmuyor. Ölüme sevinilmez biliyorum, fakat Bisikletçi Fettah’a üzülmüyorum, ölüm onun acılarına son veren bir çareymiş gibi geliyor bana.
edebiyathaber.net (4 Temmuz 2024)