“Başkalarının acılarını yüklenme çocuğum, yüreğin kaldırmaz,” dedi dedesi. Çocuk çömelmiş can çekişen böceği izliyordu. Sabah öğleye devrilmeye, yaz sıcağı caddeleri eritircesine kızdırmaya hazırlanıyordu. Ayaklarının üzerinde dengede durmakta zorlanan çocuk, dizlerini de yere dayadı sonunda. Gölgede kalmış kaldırım taşının serinliği, çiziklerle yol yol olmuş dizlerine iyi geldi. Bazen serin bir dokunuşu özlüyor insan. Bazen sadece bir dokunuşu özlüyor. Dedesi dürttü omzunu, “Gidelim hadi, ekmek bekliyorlar.”
Elleriyle yerden destek alıp doğruldu, okşar gibi çırptı ellerini, tozlarını silkti. Yürümeye başladılar yan yana. Gölgeden çıkınca yüzünü buruşturdu çocuk, kısıldı iyice gözleri. Elini gözlerine siper etmek istemedi, kaşlarını alabildiğine çatıp dimdik karşıya baktı.
Dedesi dağ gibi bakıyordu uzaklara. Kimsenin uğramadığı evlerin çorak bahçeleriyle çevrili bir sokakta yokuş aşağı yürüyorlardı. Sokağın ucunda görünen denizin üzerine serpiştirilmiş gemilere bakıyordu adam. Aynı denize bakıyordu çocuk da, karşılarında yükselen ama suyunu onların üzerine salıp da onları boğmayan denize şaşırıyordu.
“İnsana kırk kol gerek,” dedi dedesi. “Hayata tutunmak lazım, evine, eşine, işine… Bak bana, bahçeye tutunmasam olur mu?” Kırk kolu olduğunu düşledi çocuk; ters dönmüş, tepede kalmış bacaklarıyla debelenip duran kırk böceği aynı anda çevirdi. Gerçekte sahip olduğu iki elinden biriyle dedesinin elini tuttu. Şaşırarak baktı dedesi.
Çocuktan yana ümidi vardı. Hayatla erken tanışmıştı çocuk, demek ki şanslıydı. Onun yanında kendi kendine konuşur gibi başı sonu olmayan laflar ederdi. Başkası duysa ihtiyarın bunadığına hükmeder. Çocuk anlar gibi dinlerdi. Bu garibin başına aklı başında bir büyük lazım, derdi çocuk, onun sözlerini yutarcasına dinledikçe. Kendinde çocuğa yol gösterecek bir anlayış bulunmadığını düşünüyordu. Aksini düşünse bile ne fayda, babasıyla anası, hayat karşısındaki tüm acizliklerine rağmen çocuklarını ona vermezlerdi.
Yan yana ve el ele tutuşmuş yürüyorlardı. Dağ gibi bakıyordu ama böcek gibi hissediyordu adam. Çocuk onu tutmasa ters dönüp güneşin altında can vermesi işten bile değildi. Ziyan olan hayatları hatırlatıyordu artık kimselerin uğramadığı evler, bahçeler. Daha yaz başından bütün evlerin dolduğu günleri düşlüyordu, gözleri ufuk çizgisinde. Çocuğa o günlerden bahsetmek istedi, güzel hikâyeler anlatan dedelerden olmak istedi, tek kelime çıkmadı ağzından. Ziyan olan hayatlar her hatıranın önüne geçiyordu.
“Burada neden yüzülmüyor?” diye sordu birden çocuk.
“Su temiz değil,” dedi adam.
“Babam yüzmüş ama.”
“Baban küçükken su temizdi.”
Bahçeler çiçekliydi, diye devam etti içinden. Oğlunun gönlü olsun diye her gün deniz kenarına gittikleri, çocuk dönmeye razı olana kadar sahilde oturup beklediği günler geldi aklına. Gelen geçen laf atar. Hele bir Bayram Amca vardı ki… Mahallenin çocukları ona Deli Dede derlerdi, bunu hatırlayınca öksürür gibi bir hırıltıyla gülümsedi adam. Çocuk ona baktı. Yüzünde kalan tebessüm kırıntılarını çoğalttı adam, ona Deli Dede’nin -çocuk eğlensin diye ‘deli dede’yi bastıra bastıra söylüyordu- işini gücünü bırakıp mahalledeki çocukların oyunlarına karıştığını anlatmaya başladı:
“Çocuklardan biri oyunun dışında mı kaldı, Deli Dede diğerlerinin de oynamasına izin vermezdi. Çocuklar Deli Dede deyip dalga geçerlerdi ama haksızlığa uğradılar mı hemen ona giderlerdi.”
Biraz duraksadı adam, sonra:
“Baban bisikletiyle halanı kovalarmış, Deli Dede’nin evinin önünden geçerken o da babana hortumla su sıkarmış,” dedi. Çocuk gülümsüyordu. Hikâyenin devamını anlatmadı. Bundan sonrası, gidip Bayram Amca’nın kapısına dayanan, oğluma su sıkmışsın diye hesap soran bir garip adam. Oyuncağı olmuşsun sen bunun, bu çocuk sana çok çektirecek kehanetinde bulunan bir garip ihtiyar. Bu olayı unutmayan, ama birbirine kinlenmeyen iki garip komşu. Oğlu ne zaman bir sorunla dikilse karşısına, aklına hemen Bayram Amca’nın kehaneti gelirdi. Önceleri bu düşünceyi hemen kovardı aklından. Oysa her seferinde biraz daha güçlendi o sözler içinde. Birkaç sene önce, gelini arayıp da boşanmak istediğini söylediğinde karısıyla apar topar şehre gitmişler, oğullarını ve gelinlerini karşılarına almışlar, onlarla söyleşir gibi kendi kendileriyle hesaplaşmışlardı. İçine suçluluk duygusu o zaman yerleşti, bir daha da çıkmadı. Torununa baktı; iyi kötü sürüp giden bir evliliğin bitmek bilmeyen kavgaları içinde büyüyen bu çocuğun yüzünü güldürmek için onun her dediğini yapmak, onu sonsuz sevgisiyle şımartmak için can atıyor, Bayram Amca’nın kehaneti aynı hatayı yinelemesine engel oluyordu.
“Eskilerin dediklerine kulak tıkamamak lazım. Vardır bir bildikleri.”
Başı sonu olmayan, pat diye önüne düşüveren cümlelere alışıktı çocuk. Yine sorgulamadan attı kumbarasına. Yol sağa kıvrılırken biraz duraksadı dedesi, başıyla köşedeki evi gösterdi:
“Bayram Amca’nın, yani Deli Dede’nin evi.” Biraz uzun baktı çocuk. Dedesi bekledi. Sonra yine yürüyorlardı ama çocuğun aklının bir yerde kaldığı belliydi.
“Ölmüş müdür?” diye sordu.
“Öldü, kaç sene oldu,” dedi adam.
“Böceği soruyorum, ölmüş müdür?”
Böcek ölünce her şey ölecekti sanki.
“Yok yavrum, alışıktır onlar güçlüklere, kolay kolay ölmezler.”
Evşen Yıldız kimdir:
1980 Eskişehir doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Kültür ve Turizm Bakanlığında Yazma Eser Uzmanı olarak çalışıyor. 2017 altKitap öykü yarışmasında “Zaman Meselesi” adlı öyküsü üçüncülüğe, 2018 yılında Zeytinburnu Belediyesi 4. öykü yarışmasında “Kalın Perdeler” öyküsü birinciliğe değer bulundu.
edebiyathaber.net (4 Ekim 2018)