Öykü: Boşluk | Mustafa Ünver

Nisan 5, 2025

Öykü: Boşluk | Mustafa Ünver

Düğmeye basılır basılmaz zifiri karanlık sofaların, odaların, uzun ve dar bir lokomotiften farksız olan tuvaletin aydınlanmadığı, evde kullanılan tüm suyun içi kalaylı bakır helkelerle mahallenin pınarlarından taşındığı mahrumiyet dolu bozkır köyüne gönderilmesinin üzerinden tamı tamına 71 gün geçmişti. Ankara’dan köye sanki “tehiri, mûcib-i idamdır” hükmüyle hakkında verilmiş bir sürgün cezasının derhal yerine getirilmesi kararlılığıyla gönderilmişti. Okulların tatil olmasından sadece iki gün sonra, daha yaz, tatil, sabahları tembellik edip yatakta debelenmek, güne erkenden başlamak zorunda kalmamak, arkadaşlarıyla sokakta akşama kadar doyasıya oynamak, tüm bunların ne anlama geldiğini hiç tatmadan neredeyse yaka paça yollanmıştı köye. Her yaz olduğu gibi bu kez de istemeye istemeye karara teslim olmuş, gitmek zorunda kalmıştı.

Neymiş efendim babaannesi ve dedesinin bir sese ve desteğe ihtiyaçları varmış. “Peki ama bu sesi ve desteği onca torunu içinde neden sadece ben vermeliymişim ki?” cümleleri kaç defa boğazına sicim sicim dizildi. Onların hepsini yutkundu çaresiz. İçindeki fırtına, nesnel kelimelere dönüşmedi, dönüşemedi bir türlü. Böyle bir itiraz hakkına veya seçme özgürlüğüne hiç sahip olmamıştı çünkü. Otoriter baba bir kere “Sen gideceksin!” demişti ya; konu oracıkta kapanmıştı, kapanmak zorundaydı. “Ama baba ben karnemi daha yeni aldım. Üstelik hepsi pekiyi. Okul yorgunluğunu daha atamadım, arkadaşlarımla dilediğimce oynayamadım,” diyemedi elbette. “Köye daha yakın bir şehirde oturan amcamın çocuklarından biri de gidebilir pekâlâ. Onlar neden gitmiyor da, yazları köye giden, kuzuları güden, dağdan kozalak toplamaya giden, yaşlı dede ve babaanneye her yaz ses ve yardımcı olan neden hep ben oluyorum ki?” diye de sormadı, soramadı babasına. “Onların çocukları kıymetli, ama ben sizin gözünüzde değersizim değil mi?” cümlesini de kuramadı elbette. Bu türden savunma ve itirazların bir gerçekliği ve yararı da yoktu zaten, olamazdı da. Bacak kadar çocuk kim oluyordu da babasına karşı bu tür cüretkâr cümleleri sarf edebilsindi. Haddine miydi? Üzüntü ve keder dolu bu sorular çocuk yüreğine bir tespihin boncukları gibi dizilmiş ve derinlerine gömülmüştü çaresiz. Sıkıntısını ve tepkisini küçük yüreğine kilitlemekten başka ne yapabilirdi ki zavallı çocuk?

Köye gitmek istemediğini haydi korkusundan babasına söyleyemiyordu. Peki ya annesine, ablasına, abisine ve kardeşine de mi söyleyemezdi? Onlara da anlatamıyordu kederini işte. Çünkü onlar ne de olsa korunmuşlardı; kurban edilmekten kurtulmuş talihlilerdi. Onlardan nasılsa böyle bir fedakârlık istenmemişti, onlar rahatlardı. Kurban edilme kurası kime çıktıysa tasasını çekmek de ancak ona düşerdi. Gerçi anlatsa bile otoriter babanın nezdinde onların da bir aracılık misyonu veya imtiyazı yoktu ki, sözleri kale alınsın. Söz dinlenmeyecekse israf etmeye de ne gerek vardı, değil mi? Benzerleri içinde kesime götürülen koyuna acıyan gözlerle şöyle uzaktan bir bakıvermek, sonra da hiçbir şey olmamış gibi otlamaya ve geviş getirmeye devam etmek yeterliydi onlar için belki de. Ne de olsa başkasının acısını ve kederini çekirdek çitleyerek seyretmek her zaman böyle kolaydı işte.

“Köye gezmeye gidiyorsun işte ne güzel,” diyordu sekiz yaş büyük ağabeysi teselli için. “Orada kuzular var, koyunlar var, buzağılar var, inekler var, civcivler var, tavuklar var. Binmeyi ve beraber olmayı o çok sevdiğin kocaman kara gözlü eşekler var. Yıl boyu taklit edip durduğun o muhteşem anırma sesini yeniden duyacaksın işte, üstelik yanı başında. Peşinden köydeki tüm eşeklerin ilk anırma sesine sanki aralarında söz birliği etmişçesine çığlık çığlığa katılmaları. Bu muhteşem senfonik sesler, eşek krallığının selamlama, ağıt, kutlama veya bilinmeyen bir başka vesile üzerinden tüm dünyaya ilan ettikleri kusursuz haykırışları, değil mi? Hele de bizim karakaçanın yeni doğmuş bir sıpası varmış ki bilirim sen onlara hiç dayanamazsın. Eşeklerin Bilgeliği dünyasını tüm yönleriyle hem de aşk derecesinde yeniden keşfedeceksin, bunlar ne kadar hoş deneyimler. Aslında bunlar senin için o kadar güzel fırsatlar ki bir düşünsen. Ayrıca köyde mis gibi temiz hava var, dağdan gürül gürül akıp gelen buz gibi sular var, pınarlar var, dereler var.” Bunların hepsi doğruydu aslında, Eşeklerin Bilgeliği’ni de ona yine ara ara ağabeyi anlatmıştı. Kendi daha o kitabı okuyamamıştı ama köyde edindiği tecrübelerden eşekler hakkında anlatılanları birebir onaylamıştı çocuk zihninde.

Bu türden telkinler kaçınılmaz sona alışmasına, engel olamayacağı bu sıkıntıdan zevk almasına bir miktar yardımcı olabiliyordu. Birkaç günlüğüne gittiğini zannettiği köy seyahati derinlerinde neşeli bile görünebiliyordu bu sayede. Kendini avutma bahaneleri arasında “Nasılsa kısa bir köy ziyareti, kısa zaman sonra eve dönebileceğim, yaz tatilinin keyfini kaldığı yerden sürdürebileceğim,” öz telkinleri de vardı. Ama avutucu, ikna edici görünen tutmaçlardan hiçbiri, onun minik yüreğinde gerçekte ne avutucuydu ne ikna ediciydi. Annesinden, evinden, Ankara’dan ayrıldığı ilk anlarda bile içine acıyan bir kor daha şimdiden düşmeye başlamıştı çünkü.

Köyde günler geceleri, saatler haftaları ancak zar zor deviriyordu. Onun için özellikle de geceler geçmek tükenmek bilmiyor, şafak inadına bir türlü çatlamıyordu. Uyutmamaya ağız birliği etmişçesine evdeki tüm tahtakuruları bir araya gelip hücuma geçiyor, tüm vücudunu didik didik yiyorlardı. Aynı odada yattıkları halde bir an bile uyanmadan fosur fosur uyuyan dedesine ve babaannesine bir kerecik bile uğramamaları ister istemez sadece kendisine yönelik kurulmuş hain bir komployu düşündürtüyordu. “Neden hep beni yiyorsunuz Allah’ın belası zalim tahtakuruları, söyleyin bana, neden hep ben!” şeklindeki içsel yakınmalar sabahlara kadar zihnine yüzlerce kez çarpıp duruyordu.

Yatakta kalmaya pes ettiği anlarda ise çareyi kendini zifiri karanlık balkona atmakta bulurdu. Kaşımaktan ve tırnaklamaktan sırtında bakla bakla olmuş kabarcıklara avucuna ibrikten doldurduğu soğuk suyla masaj yaparak rahatlamaya çalışırdı. Bir ayağı sakat tahta sandalyeye oturur, yaz aylarının tatlı esintilerinin yarı çıplak vücudundaki yaralara çarpması hoşuna gider, bir rahatlama hissederdi. Cırcırböceklerinin o ürkütücü keskin sesleri eşliğinde gecenin ikisinde üçünde acımasız tahtakurularının ona yaşattıkları bu sinir bozucu anlara ağza alınmaz sunturlu küfürler savururdu kendince. Şafak sökmeye başladı mı tüm tahtakuruları geri çekilme emri almışçasına yatağını terk ederek kışlalarına dönerlerdi. Ondan sonra şöyle bir iki saat güzel bir uyku çekerdi. Bu kez de ihtiyarlar uyutmazlar, “haydi kahvaltı edip bağa, bostana gitme veya kuzuları gütme vakti!” diyerek uyandırırlardı.

O geçmek bilmeyen yetmiş bir gün, ana kütleden bir türlü kopmak istemeyen inatçı kayalardan farksızdı köyde. Koca yetmiş bir gün, dile kolaydı. Tabanı gök toprakla sıvanmış balkondan Ankara’ya, anne-babası ve kardeşlerine, şehrin çok uzaktan seçilen havalimanı ışıklarının ufka yansıyan parlaklığına içini çeke çeke bakarak an saydığı koca geceler.

Hakkını yememek lazım, bu konuda gündüzler gecelerden çok daha insaflı ve neşeli geçiyordu onun için. Hem fazlasıyla meşgul olacak işler olurdu gündüzlerde hem de o çok sevdiği kül renkli eşek sıpası, kar bulutları gibi kuzular ve sarı benekli güzelim buzağılar. Onlarla nitelikli denebilecek hoş vakitler geçirir, annesi yakınlarda olmadığı anlarda sıpanın arkasından koşar, yakalayınca da boynuna sarılır, tüylerini okşar, alnından ve yanaklarından öperdi doyasıya. Annesinin kızgınlıkla ucun ucun yaklaştığını fark ettiğinde ise hemen sıpayı serbest bırakarak o alandan uzaklaşırdı. Yavrusunu sevmesini kıskanan eşekten yediği çifteyi ne de olsa daha unutmamıştı. Kuzuları daha rahat seviyordu sıpaya göre elbette. Onların annelerinin çifte atma gibi kötü huyları yoktu çünkü. Adı üstünde koyundu onlar. Ahmet Haşim’e inat gündüzleri sevmesinin bir sebebi de haşır huşur kaşıyarak sırt ve karın bölgelerini yırtmak, zaman zaman da ısırık yerlerini kanatmak zorunda kaldığı o küçük zalim düşmanların olmamasıydı kuşkusuz.

. . .

Köye günübirlik ziyarete gelmiş olan halası ve eniştesi hem dede ve ninesine sağladığı katkı ve desteğinden hem de onca torun arasında bu fedakârlığı sadece onun göstermesinden dolayı tebrik etmişler, “artık koca adam oldun tabi” sözleriyle de pohpohlamışlardı. Ardından da “Köyde daha fazla kalmaya vaktimiz yok. Biz birazdan yola çıkacağız, köyde durmaktan sıkıldıysan istersen seni de Ankara’ya götürebilir, evine bırakabiliriz,” diye de açık kapı bırakmışlardı. Ne güzeldi işte! Zaman tam bu zamandı. Esaretten kurtulma fırsatı tam da ayağına gelmişti işte. Ne zamandır bunun hayalini kurup durmuyor muydu? En geç üç saat sonra Ankara’da, ailesinin yanı başında, annesinin hazırladığı sofrada, evinde olabilirdi. Kaç aydır bu anın hasret ve özlemini çekmiyor muydu? Kuzuları gütmeye götürdüğü kırlarda, ovalarda, vadilerde hep içinde sıla hasreti zirve yapmış vaziyette gözlerini Ankara’ya doğru çevirerek dönüş hayalleri kurmuyor mu, deli gibi iç çekmiyor muydu? İşte bu imkân tam da önündeydi artık. Kurtulabilirdi buralardan.

Üç dört saattir akranı olan iki kuzeniyle hoş vakit geçirmesi içini açmış, sıkıntısını unutturmuş gibiydi. Onlara köy ve kır hayatının hem güzelliklerinden hem sıkıcılıklarından bahsetmişti. Köy yaşamında edindiği bilgi ve tecrübeleri kuzenlerine yer yer bilgece ve üstünlük taslayarak aktarması, kişiliğinde kır hayatını özümseyip içselleştirmesini zorunlu hale getirmiş olmalıydı. Şu güzeller güzeli sıpanın arkasında yazılarda, meralarda deli gibi koşup durmak, yakalayınca da boynuna sarılıp usanmamacasına öpmek şehirde ailelerinin yanında yaşayan çocukların tadabileceği ve deneyimleyebileceği hoşluklar değildi elbette. Sonra sabahın erken saatlerinden güneş batmaya yakın vakte kadar kuzuları otlaklarda gütmek, büyük amca oğullarıyla dağdan kozalak toplayıp koca çuvallarla eşeğe yükleyerek eve getirmek, hayvanların yemesi için dere kenarlarından bıçkı ile ot kesip heybeye tepeleyerek semerine takmak, sonra da karakaçanın sırtına binerek onları dama taşımak, bağ bozumunda yüklerle köye üzüm çekmek gibi işler de yine sadece köy yaşamında edindiği unutulmaz deneyimlerdi.

Köy yaşamında edindiği bu güzellikleri kuzenlerine şişinerek anlatmışken, çocuk gururu bir anlamda tavan yapmışken şimdi halasına “Tamam ben de sizinle Ankara’ya geliyorum,” nasıl diyebilecekti ki? Hem sonra emir gelmeden dönerse akşam işten gelen babası onu gördüğünde ya kızıp “ne geldin lan erkenden, daha okulların açılmasına ne kadar var bilmiyor musun?” deyip azarlarsa. Tüm bu ihtimalleri yıldırım hızında çocuk zihninde alt alta üst üste getirip koydu, görev yerini terk etmemesi gerektiğine hükmetti.

“Ben hacı annemlerle köyde kalmak istiyorum,” dedi yarım ağızla. Fakat bir yandan da Ankara’ya götürme tekliflerini bir kez daha yinelemelerini öyle çok istedi ve bekledi ki çocuk yüreğinde. Israr olsaydı belki boşlukta sallanan çocuk kararı da yumuşayabilirdi; keşke yumuşayabilseydi, bunu çok isterdi. Ama teklif yinelenmedi. Yarım ağızla yapılan teklif, yarım ağız verilmiş bir çocuk kararıyla reddedilmiş oldu. “Peki öyleyse biz kalkalım, müsaadenizle,” dediler ve halasıgiller gittiler. Arabalarının arkasında bıraktığı tozlara bakarken çocuğun göz yaşları sicim sicim akmakta ve yanaklarını ıslatmaktaydı.

edebiyathaber.net (5 Nisan 2025)

Yorum yapın