Öykü: Boyacı | Süreyya Eren             

Mart 20, 2025

Öykü: Boyacı | Süreyya Eren             

Tahta atın üzerinde gezdirdi elini, sonra salıncakların zincir halkalarına dokundurdu, en son tahterevallinin başına geldi. Tahterevalli günün yorgunluğunu giderircesine dengede sessizce uyuyordu. Elleriyle onu da nasipsiz bırakmadı. Oturağına, tutunma demirlerine dokundu, sonra banka oturup parktaki bütün aletleri gözleriyle sevdi. Güneş karşıdaki dağın ardına doğru yollanıyordu, kızıllığını vurduğu ağaçlar kendilerini rüzgâra bırakmış ağır ağır sallanıyordu. İşte şu uzunca olan ağaç dedesiydi, sırtı odun yüklü öne doğru eğilmiş yürüyordu, hemen yanındaki keçinin boynuzunu tutmuş nenesi, dedesinin önü sıra sallanarak gidiyorlardı. Ya şu arkadaki işte onun atı, yeleleri sallanıyor eğersiz sırtına vuran güneş kızıl harelerle oynaşıyordu. En üstteki küçük yapraklar sığırcık sürüleriydi, dönüp duruyorlardı. Ağaçlardan gözlerini alacaktı ki onu gördü, bodur boyu omzunda tüfeği, yaprakların arasından sızan kızıllıksa, kan oturmuş gözleriydi. Bir kapanıp bir açılıyor gibi ona doğru bakıyordu. Ürperdi.

Şehirden her döndüğünde çeşit çeşit lokum getirirdi Kazım Ağa: Güllü lokum, ortası fındıklı, hele fıstıklı lokum… Mendilini dizinin üzerinde açar içine doldurduğu lokumları teperdi onun ağzına. Bir yanağına güllü, bir yanağına fındıklı, avurtlarını şişirip gözlerini kapar, bayıla bayıla yerdi. Kazım Ağa da kanlı gözlerini diker, onun lokum yiyişini izlerdi.

-Vay köftehor, çok mu tatlı?

-He.

Nenene deme!

-I – ıh 

Sonra eve gelir, sobanın yanına oturup damağında kalan lokumun tadıyla uyuklar gibi olurdu. Nenesi çağırsa da gitmezdi erişte çorbası ve turşudan ibaret sofraya. Kazım Ağa’sı her bir şeyi nasılsa alacaktı ona, yedirip içirecekti. Şehre de götürecekti, parka da… Hep dinliyordu Kazım Ağa’sından. Köyde sadece onu severdi, onun saçlarını okşardı, bazen de öperdi yanaklarını içine çeke çeke.

Kazım Ağa’sı o gün akşamüzeri yine gelmiş, yıkık duvardan bahçeye atlamış, onu görünce el ederek yanına çağırmıştı. Mendili de doluydu. Koşarak gitti yanına, sürmeli gözlerini dikip ağasına, yanaklarını dolduracak lokumları bekledi…

-Gel!

Arkasından sevinçle yürüdü, Kazım Ağa bahçedeki helânın arkasına dizilmiş saman balyalarının oraya çekti onu. 

 -Sen sünnet oldun nu? 

Gözleri lokum çıkınında: 

 -I-ıh

 -Ben ettirece’m seni

 Sünnet elbisesi al’cen ni?

 -Tabii

 -Ya asa? 

 -Tabii.

 -Ucunda yıldız olandan nı?

 -He bilirsin güzeli köhtehor, derken kıçına bir şaplak indirdi.

 -Hadi şu uçkurunu çöz bak’em.

 -Ne etcen ki ?

 -Bak’çem, sünnet ol’cen ya. 

Cılız parmaklarıyla uçkurunu çözdü. Donu dizlerini sıyırıp ayaklarının dibine düşüverdi. Kazım Ağa eğildi, tam çıplak kalçalarını tutmuştu ki samanların ardındaki kuru incir ağacından bir sığırcık sürüsü havalanırken balyalardan biri de yere yuvarlandı. Ağa telâşsız doğruldu. O anda helânın yanında nenesini gördüler, gözleri yuvasından fırlamış, çığlıkları içine kaçmış, put gibi dikiliyordu. Ağa hiç istifini bozmadan dik dik bakarak yürüdü, kadının yanından geçerken de kuvvetlice omuz vurdu. 

Gece koynunda uyuttu onu nenesi, okşadı sevdi. Çemberinin kıyısına sildiği gözleri gecenin karanlığında görünmüyor ama kirpikleri yaş yaş parlıyordu. “Sahipsiz belledi bizi deden gidince, sahipsiz,” diyerek içini çekti, ağladı. Kimseyle konuşma, kimseden bir şey alma diye -ninni söyler gibi- nasihatler etti kulağına.

Bir kaç gün sonra  horozlar öterken nenesi, torununun elinden tutup yola koyuldu. O, yol kıyısındaki taşların üzerinden hopladı zıpladı nenesinin yanına her yaklaştığında öpüldü koklandı… Trene kadar yürüdüler,  şehre vardıklarında emmisini buldular. Nenesiyle emmisi uzun uzun konuştular, üzüntülüydü ama  bir rahatlama da seziliyordu nenesinin hallerinden. “Sana emanet, koru kolla!” dedi torununun kokusunu içine çekerken.

Yarısı teneke, yarısı briketten yapılma emmisinin kondusu, yuvası olmuştu. Atlar, ağaçlar, sığırcık sürüleri, koca köyü hayal olmuştu da yazının gurbeti de çökmüştü küçücük ruhuna. 

Elleri kapkara sabahtan akşama kadar emmisinin yanı başında, onun boyadığı ayakkabıları cilalayıp parlatırdı. “Asıl mesele ciladır, ilk önce eyice yedirmek gerekir, daha sonra hızlı hareketlerle fırça  yapacaksın ki ayakkabı gıcır gıcır olsun,” derdi emmisi. Minik elleriyle fırçayı döndüre döndüre parlatırdı ayakkabıları. Eli işe iyice yatkınlaşınca onun da boya sandığı olmuştu, hem de afili. “Boyacılığın raconu cila, fırça ve afili sandıktır,” demişti emmisi, ona boya sandığı seçerlerken. Parkın köşesi de onun yeriydi, büyüyen elleriyle boyar, gerektiğinde tamir eder, bağlarını değiştirir, yenilerdi ayakkabıları.

Gözlerini bodur ağaçtan çekti, tekrar baktı tahterevalliye, kendisine benzetti “hep dengede kal oğlum!” dedi iç sesi. Çevikçe kalktı, boya sandığını omzuna astı. Diline bir türkü doladı, parktan çıktığında vücudu da türküye ayak uydurmuştu.

Biraz önce atı, dedesi, nenesi sığırcık sürüleri ve Kazım Ağa’ya benzeyen ağaçlar karanlıkta birer gölge gibiydiler.

edebiyathaber.net (20 Mart 2025)

Yorum yapın