Zihnim bir pazar yeri. Farklı seslerin birbirine karışıp dalgalandığı bir pazar yeri. Ritmi yok. Zamanı tencereden kaşıklıyorum. Saçmalığın tam ortasındayım, kıyısına geçemiyorum. Kolay mı sanıyorsun? diye yazdığı son mesajı aşağı kaydırıp, üstte biriken çift maviye dönmüş cevapsız mesajlarıma bakıyorum.
“Sabaha kadar omzumda ağlayabilirsin, beklerim. Seni doyasıya yaşamak istiyorum. Seninle çoğaldığımı hissediyorum… ”
Neden yazdı ki bunları buhar olasıca! Nerde o omuz nerde? Saçtığı sözcükleri bir hamlede toplama çabası neden? Dengesi yok. Alaadin’in cini gibi bir ortaya çıkıp bir kayboluyor, benim de dengemi bozuyor. Etkisi ne zaman geçer? Ah, ne yakışıklı çocuktu!
Güçlükle yataktan kalkıyorum. Omuzlarıma bütün apartman oturmuş gibi. Neco zıplıyor, göz göze geliyoruz pati atıyor. Sanki aynı şeyleri o da, bana soruyor. Mama kabını, suyunu kontrol ediyorum. Sokaktan geçen arabadan gelen bangır bangır ses, odaya doluyor. Üst komşu yine evi süpürüyor. Kıra döke çekiştiriyor, koltuk, sandalye ne varsa. Geceki karyola gıcırtısının boğuk bir inleme sesiyle bitişinin rövanşını alıyor.
Telefonu elime alıp tuvalete oturuyorum. Bu kaçıncı alış? Mesaj yok, cevapsız çağrı da yok. Elimde tutunca mesaj mı gelecek? Gelmiyor ne gelecek olan ne de tuvalette beklediğim. Elimi yüzümü yıkıyorum. Aynaya bakmasam daha iyiydi. Kalan iznimi yakıp işe mi başlasam. Bir şeylerle megul olmak belki törpüler beni. Bu gözlerle bu yüzle mi? Biri mi öldü ya da hasta mısın demezler mi?
Kalkıp kahve koyuyorum, telefona bakarken içmeyi unutuyorum. Hiç sevmem soğuk kahveyi. Bir de bunu buzlu içiyorlar. Fincanda kalan yudumu içip, ters çeviriyorum. Kahvaltı için dolaptan bir şeyler çıkarıyorum. Ekmek dilimini tost makinesine yerleştiriyorum. Domates ve salatalığı yıkarken elimde ağırlaşıyor, gelişigüzel doğruyorum. Üstüne azıcık kekik serpiyorum. Baharatın rayihasına güvenip çatallıyorum. Ekmek torbasından küflü olup olmadığını kontrol edip bayat bir dilim alıp ısırıyorum. Tost makinesinde unuttuğum ekmeklerin kokusuyla irkilip, bir hamlede fişini çekiyorum. Ekmek dilimlerinin üzerinde oluşan kahverengi çizgilerden bir parça koparıp ağzıma atıyorum. Öpüşen bir çift çıkmış fincanımda. Erkek koca kafalı, kadın da zayıf, uzun boylu, elbiseli. Dudakları uzamış birbirine doğru ikisinin de. Erkekten bir yol gidiyor kadına doğru. Yolun üzerinde kuşlar… Yıkıyorum hemen fincanımı. Annem görse “Kiminle öpüşüyorsun?” der, fincandaki şekil o kadar net. Telefon sesi geliyor sokaktan, benimki pek sessiz. Bütün günümü evdeki koltukların rahatlığını deneyerek geçiriyorum. Örtüleri Neco değil ben kaydırıyorum. Nasıl olsa annem yok. Koltuk yastıklarını ayağımda döndürüyorum, yere yuvarlananın yerine yenisini ayaklarımın arasına kıstırıyorum. Döndür döndür at. Günü ittire kaktıra bitiriyorum. Telefona bakmamak için tezgahın üzerindeki bardakları bulaşık makinesine yerleştiriyorum, yerdeki yastıkları koltuklara koyup örtüyü düzeltiyorum. Kitap okumayı deniyorum. Sayfaların arasında onunla el ele geziyorum. Mesajlarımı kontrol ediyorum, yok mesaj. Buhar oldu adam.
Uyuyamıyorum, zihnimin içinde dönüp duruyorsun. Tavada pişmek bilmeyen bir şeyin başındayım sanki, durmadan spatulayla çeviriyorum yanmasın diye, kızarmıyor bile. Beni o tavanın başında durmaya mahkum eden şey ne? Sen misin? Senden yarattığım zihnimdeki imge mi? Tutunduğum şey birine duyabildiğim heyecan mı? Yoksa sendeki enerjinin bana yansıması mı? Kapat altını tavanın, uyu!
Birlikte denize giriyoruz. Küçük çakıllar ayaklarımıza batıyor. Kendimizi suya bırakıyoruz. İçim kıpır kıpır. Bir anda sen arkanı dönüp başkasıyla yüzmeye başlıyorsun. Ağlayacağım sırada dalga çarpıyor yüzüme, uyanıyorum. Dalmışım ne güzel, nereden çıktı bu dalga? Şimdi yeniden uykuyu yakalamak lazım. Zihnimdeki imgeni yakalayıp yeniden cisme dönüştürmek için kapatıyorum gözlerimi, göz kapaklarım kımıl kımıl. Telefonu elime alıyorum. Arayabilecekken aramıyorsun, gelebilecekken gelmiyorsun. Ah, nerdesin! İnstagramdan kimleri beğenmişsin onları inceliyorum. Takip ettiğin neredeyse herkesi beğenmişsin, beni değil. Tuvalete kalkıyorum. Neco önüme atıyor kendini. Ayarı yok Neco’nun. Bütün akşam uyudu koltukta, gece yarısı oynamak istiyor. Başını bir iki okşuyorum. Keşke benim saçlarıma da dokunsan, ah!
Ne zaman uykuyu tekrar yakaladığımı bilmiyorum. Uykuyla uyanıklık arasında geçen gecenin ardından Dali’nin tablosundan düşen bir figür gibi görünüyorum aynada. Saçlarımı tepemde toplayıp, yüzümü yıkıyorum. Bu kırışıklıklar da nereden çıktı? Yastık izi mi? Aynadaki ben miyim? Kaç gece uykusuz kalmak gerekir unutmak için? Valizi toplayıp bilmediğim dillerin konuşulduğu ülkelere mi gitmeli? Hangi parayla? İşe yeni girdim. Aldığım üç kuruş maaş suyunu çekmek üzere. İki gün sonra annem döndüğünde anlar halimi. “Tatile gittin güya, bu ne hal?” der. Yaz aşkı desem, “Kim bu çocuk? Nerden mezun? Nereli? Nasıl tanıştınız? İşte her şeyin üstünü yeniden çiler. Nedir unutmanın diyeti, annem gelmeden bitse de onun dilinden kaçsam. Ruhumda açılan boşluklar, dokunuşlarının izleri, çözülür mü belime sarılan ellerin?
Mutfakta tost hazırlarken Neco taburenin üstüne çıkıp beni izliyor. Tostumu ısırdığım sırada telefon çalıyor, Tezgaha yönelirken lokmayı ağzımdan bütün halde çıkarıp hemen açıyorum.
Annem, “Uyuyor muydun?” diye soruyor. Ah, nerden bileceksin uykuyu bulamadığımı. Sorularını art arda sıralıyor. Çiçekler, banyo, mutfak, velhasıl eve döndüğünde evi berbat halde bulmak istemediğini anlatmaya çalışıyor. Kahvaltıdan sonra temizliğe girişiyorum.
Bedenim yorulursa düşünmem belki. Olmuyorsa, oldurmaya çalışan zihnim, dur artık!
Elimi tutuyor sokakta dolaşırken, sıkıyor parmaklarımı, sonra omzuma koyuyor elini, belime… Boğazım kuruyor, karnımda bir boşluk oluşuyor. Kelebekler uçuşuyor tepemizde. Bilmediğimiz sokaklara sapıyor sonra ordan tekrar denize çıkıyoruz. Selfi çekilirken onun kalp atışlarını hissediyorum. Kocaman bir yürek gibi atıyor. Bir kafeye giriyoruz. Ter akıyor her yerimizden. Deniz kenarı bir masa bakınıyoruz. Elimi bırakmadan sandalyemi çekiyor, beni oturtuyor. Karşıma oturuyor, ela gözleri bende asılı kalıyor. Limonatalarımızı içiyoruz. Ufka bakıp birlikte susuyoruz. Yüzünü inceliyorum. Omzuna dökülen dümdüz saçlarını ensesinde bağlamış. Omuzları geniş ama kolları omuzlarına göre ince. Hiç spor yapmadığı belli ama güçlü görünüyor. Derin bakıyor sanki gözlerinin ardında bir şeyler var çözemediğim. Gözlerini yumup açıyor bana gülümseyerek. Ne demek bilmiyorum ama iyi hissettiriyor. Onun telefonunun ışığı hiç durmadan yanıp sönüyor, bakmıyor, bakmıyorum. Bilmek istemiyorum hayatındakileri. Bulunduğum an benim için önemli olan. Telefonu alıp tuvalete gidiyor gelmiyor uzun süre. Dönüp dönüp bakıyorum, çok sonra geliyor, kalkalım diyor. Fularımı unutmuşum sandalyede. Arkamızdan garson sesleniyor, dönüp alıyor garsonun elinden, koklayıp bana veriyor. İçimde kelebekler uçuşuyor.
Neco kuyruğunu sürterek yanımdan geçiyor. Durup, elimdeki kirli toz bezine bakıyorum, nereleri sildim hatırlamıyorum. Yeniden sehpaların üzerinde üstünkörü gezdirip bezi yıkıyorum. Bezi kapının koluna asarken aynaya bakıyorum, canım sıkılıyor. Soyunup duşa giriyorum. Boynumda dudaklarının gezindiği, yerleri ovarak iyice sabunluyorum. Sırtı açık kırmızı elbisemi giyip makyaj yapıyorum. Saçlarımı açık bırakıyorum. Sahilde yürüyüşe çıkıyorum. Rüzgar eteklerimi kaldırıyor, umursamıyorum. Denizin kokusunu içime çekip ufku izliyorum. Uzaktan geçen yelkenlide olmak istiyorum. “Sevil” diye sesleniyor biri. Dönüp bakıyorum, Kamil.
Üniversiteden sonra görmediğim Kamil, yüksek lisans için Almanya’ya gitmişti. Bitirince orada işe de girmiş, tatil için dönmüş. Bir üfürük canı olan Kamil nasıl serpilmiş büyümüş öyle. “Eee gözlükler nerde?”
“Çizdirdim,” diyor.
Zar zor bulduğumuz boş bir masada günü iki birayla havadan sudan konuşarak batırıyoruz. Kamil gözlerimin derinlerini görmek istercesine bakıyor. Benim derinler uykusuz da olsa kıpırdanmaya başlıyor. “Tatile gittin mi? Tekne kiralayacağız birkaç arkadaş sen de katıl bize, iznin bitmediyse” diyor. Duraklıyorum. “Gitmedim henüz” diyorum, masanın altından bir kedi ayağıma sürtünerek geçiyor. Geçen hafta sonu günübirlik sadece…” Gülümsüyor. Vay Kamil, ne güzel gülüyorsun? Senin gamzen de mi vardı?
Eve döndüğümde Neco yüz vermiyor. Anladı gideceğimi. Plaj çantamı hazırlıyorum. Son parayı konsoldan alıp, cüzdanıma ihtiyat akçemin yanına koyuyorum. Saçlarımı tarıyorum yatmadan, gece kremimi sürüyorum. Kırışıklarım kaybolmuş mu ne? Telefonu kurup, şarja taktığım sırada arıyor. Niye şimdi arıyor ki? Bu kadar gün yokken şimdi mi aklına geldi aramak? Senin yüzünden suratımın geldiği hallere bak. Ben de yokum artık, sayfayı çevirdim. Ohh olsun! Telefonu uçak moduna alıp, nemlendiricim yastığa bulaşmasın diye sırt üstü yatıyorum. Güzel uyanmam lazım.
Gözümün önüne Kamil’in bakışları geliyor. Kelebeklerim uyanmaya başlıyor.
Ah, Kamil iyi ki geldin!
Rüyamda teknede yalınayak dolaşıyorum, eteklerim uçuşuyor. Ufku izliyorum. Tekneye çarpan dalgalardan aşan damlalara dönüyorum yüzümü, gözlerimi kapatıyorum. Elimi sıcak bir el tutuyor, belimi kavrıyor. Birbirimize dönüyoruz, gülünce gamzesi çıkıyor yine. Dudaklarımız birleşiyor. Rüzgar yelkeni şişiriyor, dalgaları yarıp gidiyor tekne. Fortuna bizi izliyor. Kapımı tırmalayan kedi patisi rüyamı bozmaya çalışıyor. Uzaklardan bir telefon sesi geliyor, annem içerden bana sesleniyor. Bütün sesleri kısıyorum. Teknenin sarsıntısı içimde boşluk oluşturuyor. Onun dudaklarında kalmak istiyorum.
edebiyathaber.net (15 Ekim 2024)