“Bir orta kahve alabilir miyim?”
Duyuramadı. Yüksek sesle tekrarladı. Elini kaldırdı fark etmeleri için. Bekledi biraz. Kendini göstermeye çalıştı. Yine olmadı. Süper gücü devreye girdi sonra. Duydukları halde niye ilgilenmiyorlar benimle? Şu geçen bıyık altından bana mı güldü? Küçük mü görüyorlar yoksa?
Şu kısacık anda bile yakasına yapışmış, kör sonuçları dilsiz nedenlere bağlayıp aklının sınırlarını çoktan aşmıştı. Geçtiği yerde çınlamalar, sürtünen dişler, terli eller ve üstüne yıkılan duvarlar bırakarak.
Yaz demişti böyle zamanlarda. Ellerin ağrıyana dek. Durmadan. Öyle yapacaktı ki çantasını almadığını fark etti. Daha kahve bile vermeyenlerden bir de kağıt kalem mi isteyeceğim? derken gözleri bir anlığına öfkeyle parladı.
Yazamıyorsan bulunduğun yeri değiştirmen de işe yarar demişti. Dışarıya attı kendini. Bulduğu boş masanın birine geçti. Avuçlarında atan kalbi boğazına oradan da göz bebeklerine uzandı. Her atışıyla bulanıklaşan görüntülerle sardı etrafını.
Sonraki adım geldi aklına. Üç-iki-üç nefesi. Burnundan alırken üç say, iki bekle ve ağzından verirken üç say. Nefese odaklan demişti. Unut her şeyi. Başta zor olacak ama zamanla rahatlayacaksın merak etme diye de eklemişti.
Başta zorlandı. Hatta saymayı unuttu birinde. Ama inatla devam ettiği her nefesle duvarlar yavaşladı önce. Esen hafif rüzgar ellerini kuruladı. Dişleri ayrıldı birbirinden. Sadece uzaktan uzağa duyulan çınlamalar. Bir kez daha galip çıkmıştı. Daha kolay atlatıyordu artık.
Üniversite sınavına az bir zaman kala kendini gösteren, başlarda sınav endişesine yorduğu ancak köklerinin tahmininden daha derine saplı olduğunu anladığı bu şeyi söküp atamamıştı. Her şeyi denemişti üstelik. İlaçlar, terapiler… Ancak yavaşlatabilmişti bunca zaman sonra. O da arada bir sunduğu çürük meyvesini tatmak koşuluyla.
Kendine gelip, sakinleyince daldı etrafa. Kalbi yerine geçip görüntüler netleşince, içeriye göre daha boş gözüken bahçede hararetle sohbet eden insanlara baktı. Konuşulacak bunca şeyi nereden buluyorlar diye şaşırırken;
“ Abi yine erkencisin.” Enişte gelmişti. Kendisine neden enişte dediklerini hatta gerçek adını bile neredeyse unutmuştu. En genci olmasına rağmen grubun en aklı başında olanı ve denge merkeziydi.
Tatlı bir terslikle, “ Siz hep geç kalıyorsunuz oğlum,” dedi.
“Hem nerede seninki? Beraber gelmeyecek miydiniz?”
“ O günden beri ben de görmedim. “
Son görüşmeleri kavgayla bitmişti. Aslında tüm görüşmeleri gelenek halini alan kavgayla biterdi fakat son kavga diğerlerinden farklıydı. Kelimeler bir anda ağırlaşıp şiddetlenmiş ortalıkta pek bir şey bırakmamıştı.
Asık suratlı çalışan yanlarından kaçarcasına geçerken bakıştıkları Enişte,
“Gelsin öyle verelim siparişi.” dedi.
“Ohoo! Beyimiz gelecek de kahve içeceğiz,” derken derinden çınladı kulakları.
“ Gelir şimdi. Neyse boş ver onu. Neler yapıyorsun nasıl geçiyor hayat?”
“Nasıl olsun. İyi işte”
Soru sırası ondaydı. Cevabı hazır Enişte bekliyordu.
Ama sormadı. Kahvenin hırsı birilerinden çıkmalıydı. Çocuksu inatla sustu öylece. Sonsuza kadar öyle oturabileceğini kanıtlamak istercesine kollarını bağlayıp arkasına yaslandı. Bakışlarını dikmişti ki;
“Ne o sus pus beni mi bekliyorsunuz?”
Gülümsüyordu komutan. Son görüşmede kavga etmemişler, ortalık onların yüzünden dağılmamış gibi. İyiye işaret sayılabilirdi. Bu girişiyle içi ferahlayan Enişte’nin aksine komutanın hikayesini bilmeyen yoktu.
Bir iş hanında asker malzemeleri satan bir dükkânda çalışıyordu. Safçaydı. Bunu bilen esnaf kimi zaman dükkandaki kıyafetlerden birini üstüne geçirip teftişe çıkartırdı. Komutanım kimse sana dokunamaz istediğini yap bunlara dendikçe de teftiş sırasında kim payına ne düşerse razı olurdu. Küfür, tokat, tekme. Bir gün yine teftiş ederken akşamdan keyfi kaçık esnafın biri ensesine yediği tokadın acısıyla beraber tüm sıkıntısını döverek çıkartmıştı ondan. Ağrına gitmişti. En çok da diğerlerinin gülmesi. Koşarak çıkıp gittiği hana gecenin bir yarısı elinde benzin dolu bidonla dönmüştü. Sabah onu teftiş kıyafetleriyle duman içindeki hanın geniş kapısının yanında komutanım ben diye sayıklarken bulduklarında almıştı lakabını.
Yakınına Enişte’yi, karşısına da onu alıp sandalyelerin birine geçti.
“ Eee ne haber nasıl gidiyor? “
Bıraktıkları yerden girmişti üstelik. Elinde bekleyen cevapla Enişte atıldı.
“ Belim hariç, iyidir abi. Senden?”
“ Gayet iyi,” derken eliyle karşısındakinin dizine vurdu.
“ Küs müyüz? Hiç pas vermiyorsun.” Erken uzatılan zeytin dalı kafa karıştırıcıydı.
Binlerce küfre bedel tek kaşı havada bakıştan sonra ağzını güç bela oynatarak;
“ İyi işte.,” dedi.
“ Beline ne oldu? “ Enişte’ye dönmüştü bir anda.
“ Ne olsun! Fıtık. Şimdilik bunu verdiler,” derken belindeki çelik korseyi parmaklarıyla tıklattı.
“ Yapma ya! Geçmiş olsun üzüldüm. “
“Dinleyecekseniz bir hikayem var. “ Tüm şüphelerine rağmen uzatılan zeytin dalına karşılık verdi.
İkisi de susup ona döndüler. Kutsal anlardan biriydi. Bozmadan beklemeleri gerekiyordu. Ne olursa olsun sessiz kalıp beklemeliydiler. Uydukları nadir kurallardan biriydi bu.
Beklediği sessizlikten sonra anlatmaya başladı. Karakterler, konuşmalar, tasvirler geçtikçe Enişte’nin yüzü sanki aydınlanırken komutan renk vermeden devam ediyordu. Bitirir bitirmez heyecanla düşüncelerini sordu. Hikayeleri bir yana; küslük, düşmanlık bir yanaydı.
“ Olmuş be abi, “ dedi Enişte. Diyeceklerine genelde böyle bir girişle başlardı. Sonrasında bazen soru sorarak bazen kendi anladıklarından yol alarak beğenmediği kısımlara doğru yavaşça ilerler, sonu yine tatlıya bağlayıp kapatırdı. Komutan ise genelde suya sabuna dokunmadan tutarsız birkaç şey söyleyip geçiştirircesine en son konuşurdu. Fakat bugün ilk soru ondan gelmişti.
“Başlığı yok mu? ” Al işte, dedi içinden. Şüpheleri filiz veriyordu.
“ Aklımda var bir şeyler ama netleştiremedim.”
“ Yok yani. “
Derin bir nefesle beraber geriye doğru yaslandı. Haklı çıkmıştı. Komutan önceki kavganın intikamının peşindeydi. Henüz birkaç dakika önce uzatılan zeytin dalının yaprakları kurumuş, vereceği karşılık için düşünmesi gerekiyordu.
“ Şimdilik dedin ya. Ya geçmezse ?”
Enişte kendine sorulduğunu anlayınca;
“ O kısma gelmem umarım. Ameliyat diyorlar. Ama o da bir yerden sonra tekrarlıyormuş.”
“ Belindeki gerçekten kurtaracak mı ameliyattan?”
“ Umarım öyle olur. Malum onca saat uçuş bir yerlerden patlak verecekti.”
“Sarışın At.“
Gözü komutandaydı.
“Merak ettiğin başlık. “
Gördüm ve arttırıyorum demekti bu.
“Sarışın at mı? Hikâyede ne sarı bir şey var ne de at. “
“ Çözümleme yeteneğin müthiş.”
Tüm alametleri serbest bırakılan kıyamet incecik sızmaya başlamıştı.
“ Yürüyüş iyi geliyormuş. “ diye araya giren Enişte gelenin farkındaydı.
Gözleri birbirlerinde kulakları Enişte’de devam ettiler.
“ Belli bir tempoda yarım saat yetermiş. Her gün işten fırsat buldukça yapmaya çalışacağım artık. Diğer taraftan dizler var. Yürüyüşü biraz abartacak olsam bu sefer onlar ağrımaya başlayacak diye korkuyorum.”
Sessizlik devam ediyordu ikisi arasında.
“ Dizler için paça çorbası da iyi gelirmiş aslında.”
Komutan “ Bizim şamana söyleyeyim sana bir şeyler hazırlasın,” diye cevapladı Enişte’yi.
“ Kimleri iyileştirdi bizden bir bilsen.” Gözleri hâlâ bileniyordu.
Sonra herkes sustu. Bir yerden çıkış bulup kurtulmalıydılar. En çok da Enişte istiyordu bunu. Bunca zaman sonra yine saçma sapan bir kavga yüzünden kalkıp gitmek istemiyordu.
En bilinen yola saptı.
“ İzlediniz mi maçı? Ah be ben olacaktım orada! Gösterecektim hepsine nasıl oynanıyormuş. Şu dizler biraz daha idare etseydi, Avrupa bile görecekti beni de, neyse… Öyle değil mi abi sen de izlemişsindir maçı?”
“Orası öyle de. O maç baştan belliydi zaten. Biz öyle konuşmuştuk başkanla. Bilirsin arkadaşımdır. Söz vermişti. “
Kaşları çatılan Enişte durakladı.
“ Sizin gibiler için bazen izlediğin şey sadece izlemen gerekendir.”
Duyduklarına bozulan enişte hesaplaşmanın içine neden çekiyorsun der gibi baktı komutana. Komutan da biliyordu bunu. Hatta severdi enişteyi. Ama üçlünün denge noktasını ne kadar erken bozarsa hedefine de o kadar hızlı varacağının farkındaydı.
Komutan mağrur, bir kolunu sandalyesinin arkasına atıp konuşmaya devam etti.
“Ondan dolayı çok büyütme her şeyi.”
“ ‘Her Şeyi Büyüten’ nasıl peki? ” dedi ağzının kenarındaki çirkin gülümsemeyle. “ Tam senlik isim “.
Komutana bakıyordu. Kıpırtısız. Gel diyordu. Üstüme gel de bitsin bu iş.
“ Ya sende haklısın. Ortada bir hikâye yok ki başlığı olsun.” Savaş borusu üflenmişti.
Oturduğu yerden zıplayıp üstüne atladığı komutanın karşılık veremediği yumruklar ağzını yırtıp çıkan küfürlere dönüşüyordu.
Kollarını iki yana açıp “ Neyse abiler. Size doyum olmaz benim uçuş zamanı geldi,” diyen Enişte ağzıyla motor sesi çıkarıp etraflarında dönmeye başlamıştı.
“ Bekiiirrrr!..”
İçeride diğerleriyle muhabbete dalan Bekir şefinin haykırışıyla dehşete kapıldı. Gözlerinden ateş fışkıran şef yerdeki adamları ayırmaya çalışırken “Git diğerlerini çağır. Çabuk! “ diye bağırdı.
Kavgayı ayırdıktan sonra Bekir’ i bir köşeye çekip azarlamaya devam etmişti.
“ Oğlum bunlar aynı anda çıkartılır mı dışarı? Bir de çözüp, bırakıp gitmişsin. Aklın nerede oğlum senin?”
Kafası önünde elleri bağlı öylece durdu. Şefin arkasında sıralanan muzip suratlı diğer bakıcılar çiçeği burnunda Bekir’ e hoş geldin geleneğini yapmışlardı.
“ Hastanenin en azılıları. Allah bilir bunların ilaçları da verilmemiştir.”
Olan biteni anlatmaya yeltense de şefin öfkesi her yeri doldurmuş Bekir’ in kelimelerine yer bırakmamıştı. Kavga edenlerden birini alıp bir an önce ortadan kaybolmak istiyordu.
“ Sen kimsin? Suç bende zaten. Kahve bile içemediğim bir yerde sana tahammül edip niye durduysam? Manyak seni!..” diyerek debeleneni adeta sırtlanarak tek başına içeri götürdü.
“ Asıl sen kimsin? Benim yanımda toz zerresi bile sayılmazsın. Çarşı gibi seni de yakarım,” diye bağıran komutana üç bakıcı dirseğine kadar sıvadıkları kolundan iğne yapmaya çalışıyorlardı.
Bahçenin diğer kısmında ise Enişte ise onu yakalamaya çalışan bakıcılardan “ Sizi alamam yerimiz yok, “ diyerek kaçıyordu.
edebiyathaber.net (27 Temmuz 2024)