Adam yorgun bedenini oturduğu koltukta dik tutmaya çalıştı. Uyku göz kapaklarında pusu kurmuş, küçücük bir uyuşukluk anını kolluyordu. Metrobüsün içinde kafası, bir o yana bir bu yana sallanınca, çaresiz içi geçiyordu adamın. Üstelik büyük bir çabayla açık tutmaya çalıştığı gözleri, gecenin içine altından kelebekler gibi dağılmış ışıkları takip ederken daha bir sersemliyor, her defasında cama bir kafa atıp geri geliyordu. Çalıştığı taksiyi durağa teslim edeli neredeyse bir saat olmuştu. Ve nedense o gece eve giden yol uzadıkça uzadı.
Çok kere arkadaşları onu uyarmıştı. Fatih’teki durağı bırakıp oturduğu semte yakın bir durakta çalışmasını söylediler ama o aldırmadı. Yeni yerlerin yeni kuralları vardı. Şu koca şehirde yirmi dört saat direksiyon sallayıp bir an önce eve dönüp kendini yatağa bırakmak istediği o akşam bu uyarılara hak verdi. Söyledikleri bir başka gerçekse artık direksiyon sallayacak yaşı geçmiş olduğuydu. Şehir çoktan çakalların tekeline girmişti.
Uyku ile uyanıklık arasındaki o gidiş gelişlerinde bir anlık da olsa tatlı bir rüyaya dalmıştı. Rüyasında, denizden yosun kokusunun karıştığı yumuşak bir meltem esiyordu. Sahilde ıslak kumlara basarak ağır ağır yürüyordu. Doğduğu kasabaydı. İskeleye geldi bir banka oturdu, ayaklarını üzerinde sevgililerin aşk yeminlerinin yazılı olduğu beton sete uzattı, kendi yeminini aradı. O’na dair bir iz bulacakmış gibi karşı kıyıyı izledi. Neydi, kimdi ki O ?
Kasabanın evleri, yamaçlara öylesine topraktan fırlamış yabani mantarlar gibi diziliydi. Aralarında eski kalenin yıkıntıları seçiliyordu. Her şey öyle tanıdık öyle canlıydı ki… Güneş denizin öte ucuna karıştı, rüzgar hızlandı. Adam ürperdi ve işte o anda içinde olduğu metrobüs sarsılarak durdu.
Deprem olmuşta sanki zemin ayaklarının altından kaymış gibiydi, birden olduğu yerde zıplayarak uyandı. Oysa sadece son durağa gelmişlerdi. Erken biten bir yolculuk daha diye düşündü. Hâlâ deniz kokulu serin meltemin etkisindeydi. Elini montunun iç cebine attı, küçük gri çakıl taşının buz gibi kaygan yüzeyini okşadı, tekrar yerine koydu. Hayal ile gerçek arasındaki tek somut varlık, bir zamanlar yaşadığı güzelliklerin tek kanıtı gibiydi o küçük, yassı taş. Hayata tutunma ya da dayanma totemi gibi bir şeydi onun için. Son zamanlarda bu rüyayı çok görür, o taşı çok eline alır olmuştu. Göçmen bir kuş gibi oradan oraya gezip durmuş ama hep gönlünde bir gün dönme umudunu taşımıştı. Şimdi başından geçen dört evlilik, bunların meyvesi üç kocaman çocuk ve taşımakta zorlandığı altmış beş yaşındaki ihtiyar bedeniyle hayallerle terk ettiği o yerleri yeniden görmek tek arzusu haline gelmişti.
Gece yarısını çoktan geçmişti. Metrobüsten en fazla beş on kişi indiler. Diğer yolcular ondan daha genç ve evlerine varmak için daha heyecanlı görünüyorlardı. Ağır adımlarla yürüyen adamı arkalarında bırakarak hızla uzaklaştılar. Umursamadı. Uykusu dağılmıştı artık. Evini düşündü. Son karısı da çekip gitmişti. Diğerleri gibi onu da mutlu edememişti. Her defasında aşkla ve ümitle başladığı bu evcilik oyunundan hep hüsranla çıkmıştı. Şimdi ne kadar çalışsa çabalasa sadece bir yokluğa hizmet eden zavallı bir köleydi. Kazandıkları nafakalara gidiyor, o boş bir evde tek başına yaşıyordu. Elini cebine attı, eski günlerden hâtırâ ipek bir mendil, iki ellilik banknot ve bir otobüs bileti çıkardı. Buna da şükür dedi. Başını gökyüzüne kaldırdı, yıldızsız gökyüzünde samanyolunu aradı. Şehrin o karmakarışık ışıkları gökyüzünü gölgelemiş, yıldızları kendi karanlığına hapsetmişti. Yol göstericisini bulamadı adam. Oysa gençliğinde, az önce rüyasında gezdiği o sahilde, ilk aşkıyla kumların üzerine uzanırlar, hayranlıkla yıldızları izlerdi. Sonra da samanyolunun onları mutlu bir geleceğe götüreceğini düşlerlerdi. İpek mendili avucunun içine hapsetti. Belli belirsiz bir gülümsemeyle yayıldı dudakları. Birden tombik bir sokak köpek belirdi önünde, dişlerini gösterip bir iki hırlamak istedi ama yapamadı adamdan da bezgindi, korkutamayacağını anlayınca kuyruğunu sallayarak uzaklaştı gitti. Varoş mahallesine girince şehrin köpük köpük pisliğinin aktığı mazgallardan sıcak bir esintiyle bok kokusu vurdu yüzüne. Gerçek hayat ta işte böyle kokuyordu adam için.
Yorgun omuzlarını dik tutamıyordu, bir sarhoş gibi sallanarak ve kendi adımlarının sokaktaki yankılanmasını dinleyerek yürüdü. O anda her zamanki yol yerine kestirmeden gitmeyi düşündü. En az elli adım daha az atacaktı, gündüz nasıl kullanıyorsa gece de geçebilirdi, kimsecikler yoktu yolda ondan başka. Bir an önce yorgun bedenini yatağına kavuşturmak ve mutlu olduğu tek şeye rüyalarına kavuşmak istiyordu.
Yine yanlış karar verdiğinden habersizdi. Bukalemun gibi gecenin rengine bürünmüş iki karanlık gölge erketeye yatmış onu bekliyordu. Ne olduğunu anlayamadan yüzünü örgü siyah bir bereyle kapatmış olan adamlardan biri önünü kesti, diğeri ise arkadan yaklaştı, elinde içinde küçük taşlarla doldurulmuş bez bir torba vardı. Arkadan adamın kafasına defalarca o taş dolu torbayla vurdu. Adam üçüncü darbede yere yığılmıştı. Cansız bedenini sabaha karşı mahallenin çöpçüsü buldu. Ne ayağında pabuçları ne sırtında montu vardı, cepleri boşaltılmış yüz üstü yatıyordu. İpek mendili ve bileti kanlı başının az ötesinde kızıla boyanmıştı, sımsıkı kapalı avucunda ise bir çakıl taşı.
Dilek Yılmaz kimdir:
İstanbul Üniversitesi Reklamcılık mezunu. Uzun yıllar reklam sektöründe çalıştı. Öyküleri Kiltablet, Oggito, Son Kaknüsler ve Edebiyat Haber ‘de yayınlandı.
edebiyathaber.net (1 Ocak 2019)