Koşar adım ilerliyordu.
Çarşı boyunca aralıklarla dizilen, yoksul işi, küçük mağazaların kapı önü iskemlelerinde sohbet eden, sıcaktan bunalmış yaşlıca birkaç esnaf, alışveriş yapan siyah başörtülü birkaç kadın, belediyenin sarı tulumlu, çalı süpürgeli temizlik görevlileri ve duvar diplerinde oynayan üç beş çocuk dışında neredeyse kimse yoktu güneşin olabildiğince kavurduğu asfaltsız sokaklarda.
Sıcaktı.
Ara sıra ayağından çıkartıp havalandırmazsa; eskimiş, siyah, lastik potinler terden ıslanıp çıkıyordu ayağından.
“Yol üstündeki üç camide durup elimi yüzümü yıkar, soluklanır, potinlerimi havalandırırım.” diye düşünmüştü evden çıkarken.
Üç camide de durdu, soluklandı, elini yüzünü yıkadı, lastik potinlerini havalandırdı.
Birinci cami
Evlerine aslında çok da uzak olmayan, babasının ve amcasının da vakit namazları için kullandıkları, okulun iki arka sokağındaki yeşil boyalı, bahçesi gibi kendi de küçük cami.
Lastik potinlerini ayağından çıkarıp toprak alanda yürüdü. Caminin bu saatte güneş almayan arka bahçesinde serinlemeyi planladı. Ayakkabılarını ters çevirip havalandırırken henüz fark edilmediğini anlayıp, bahçedeki yaşlı ağaçları sitillerle kuyudan su çekerek sulayan imama doğru yürüyüp selam verdi. Bu sıcakta dışarıda olma sebebini, babaannesinin bugün biraz daha iyi hissettiğini ve mahallede üç gündür akmayan sulardan ötürü çok şikayetçi olduklarını anlattı.
Kuyu başında boşta duran diğer sitille su çekip önce elini ve yüzünü yıkadı. Potinlerin teri kururken, ağaçları sulama işini bitirmek üzere olan imama kuyudan su çekme işinde yardım etti.
İmama, – İmam Hüseyin Efendi, sınıf arkadaşı Sinem’in dedesiydi – dışarda olma nedeni hakkında yalan söylediği için sıkıldı.
Kütüphaneye gitmeyecekti çünkü.
Oysa o, kaymakamlığın hemen önündeki, oldukça eski, tek katlı, iki küçük salonu olan kütüphaneye haftada en az bir kere – her perşembe günü okul sonrası – giderdi.
Okumuş olduğu kitabı iade ederken; almak istediği kitabı bir ayağı topal, tıknaz, kahverengi kasketli, çoğu zaman sinirli ve nedense her zaman çok meşgul olan kütüphane görevlisine söyler, lacivert kapaklı, kalın, eski, dikdörtgen bir deftere gerekli bilgileri yazılırken o da gelecek hafta alacağı kitabı daha o anda merak etmeye başlardı.
İkinci cami
Çarşının yukarısındaki eski mezarlıkla köylü garajının arasında kalan büyük, bahçesi henüz tamamlanmamış, iki minareli, yazları Kuran kursu da olarak kullanılan cami.
Şehrin dışındaki yeni binasına taşınan belediyeye gitmek için insanların kullandığı dolmuşların ilk durağı da olan camide kimseye rastlamadığı için sevindi.
Yine ilk iş potinlerini çıkardı. Yalın ayak yürüdü. Ellerini, yüzünü hemen yanında böğürtlen çalılarının biriktiği, yıpranmış olukları yosunlarla kaplı, suyu oldukça serin çeşmede yıkadı.
Böğürtlenlerin en olgunlaşmış olanlarından birkaç tane yedi.
Ayağındaki lastik potinleri çeşmenin arka tarafına havalanması için bıraktı.
İki buçuk sene önce bu potinleri ağabeyine alan, ona küçülünce de ayağına büyük gelmesine rağmen kendisinin giymesini isteyen annesini düşündü.
Çeşmenin soğuk sularıyla az önce havalandırmak maksadıyla ayağından çıkardığı potinlerinin dışını yıkadı.
Cami bahçesinin boyasız, metal kapısının tavanıyla duvar arasına çamurdan yaptıkları yuvalarında yavrularını gürültüyle besleyen kırlangıçları izledi. Yuvadan düşmüş, henüz açılmamış gözleri ve gagası sarı, tüysüz, ölü bir kırlangıç yavrusunu böğürtlen çalılarının gölgesinde elleriyle kazdığı, küçük çukura gömüp, içinden dua etti iki avucunu açarak.
Sırtındaki ter ve potinleri kuruyunca bir avuç dolusu daha su içip yoluna devam etti. Düşen kırlangıç yavrularını kedi kapmasın diye dönüş yolunda yuvaların etrafına bir daha bakmaya ve biraz böğürtlen toplayıp eve götürmeye karar verdi.
Üçüncü cami
Eskiden tekele ait tütün depolarının bulunduğu ama şimdilerde yeni kurulacak okul için kullanılacağı söylenen büyük arsanın doğusundaki yeni parkın içindeydi. Eski kapısında ve duvarlarının dış yüzünde Arapça yazılar olan, iç tarafında yeşil çerçeveli birçok ayet ya da sure olan, ilçenin en eski camisi…
Cami avlusundaki incir ağaçlarının gölgesinde oturup, öğle namazı için okunacak ezanı beklerken sohbet eden birkaç yaşlı adam vardı.
Hiçbirini tanımadı.
Bu caminin su deposu da şebekeye bağlı muslukları da yoktu. -iki yıl önce onarılmak üzere eskiyen su tesisatı çıkarılmıştı ve yenisini yapmak için de resmi birçok sorunun halledilmesi bekleniyordu.- Yaşlı adamların az ötesinde oturup, potinlerini çıkardı. Ayaklarını, bahçede kendiliğinden kaynayan, artık iyice cılızlaşan pınarın küçük bir gölcük oluşturan, içinde birkaç kocabaşın yüzdüğü sularına daldırdı.
Halasının yaşadığı köyde – halası, ilçe merkezine oldukça uzak, şehre gelmek isteyen köylünün sabahları geldikleri dolmuşla akşamüstü dönmek zorunda kaldığı, yolu oldukça kötü, yoksul, bir dağ köyünde yaşardı. – tıpkı buna benzeyen bir cami vardı.
Eniştesinin cumaları ve Ramazan ayı süresince teravih namazlarını gönüllü olarak kıldırdığı köyde, camiye ait bir lojman olmasına rağmen, imam yoktu.
Okul süresince kendilerinde kalan ve aynı zamanda sınıf arkadaşı olan Akif’in – Akif, halasının tek oğluydu ve köylerinde ortaokul da yoktu – şu anda buğday hasadında ya da hayvan otlatmakta olduğunu düşündü.
Öğle namazına hazırlık yapan cemaat gittikçe kalabalıklaşmaya başlamıştı.
Asmalardan yapılan çardağın ya da incir ağaçlarının altında yahut cami gölgesinde ayakta sohbet edip ezanı bekliyorlardı.
Caminin arka tarafında “İstop” oynayan çocukların sesini duyup o tarafa yöneldi.
Gölgede kalmaya dikkat ederek, bir köşede sessizce oturdu.
Çocuklardan ikisini tanıyordu.
Birinci çocuk; bir üst sınıfta okuyan, – ortaokul üçüncü sınıf – okulun bando takımında davulcu olan, uzun boylu, Serhat adındaki çocuktu.
Serhat’tan bütün öğrenciler korkar, onunla ters düşmemeye çalışırlardı.
Öğretmenlerin bile ondan çekindiğine dair söylentiler dolaşırdı okulun koridorlarında.
Sigara içer, çoğu zaman kravat bile takmazdı.
Onu bazen çarşıda ayakkabı boyarken, bazen de sıcak havalarda otogar civarında soğuk su satarken görürdü.
Boya sandığı hemen karşıdaki duvarın dibinde duruyordu.
Onunla hiç konuşmamış olmasına rağmen, o da Serhat’tan biraz korkar, ondan uzak durmaya çalışırdı.
İkinci çocuk; Serhat’ın ortaokul birinci sınıfa giden kardeşi Mehmet’ti.
Mehmet, ağabeyinin aksine çok yardımsever, çok iyi kalpli bir çocuktu.
Babaları yoktu.
Oyuna davet edilmesine rağmen, potinleri ayağında olmadığı için oynamadı – üstelik, daveti de Serhat yapmıştı -.
Bir süre çocukları izledi.
Ezan başlayınca çocuklar oyunu bıraktı.
Serhat, boya sandığını alıp caminin ön tarafına gitti, hızlıca.
Camiden çıkmadan pınara gidip, alnındaki ve boynundaki terleri silmek ve bazen de başına koyup güneşten korunmak için kullandığı beyaz, bez mendili arka cebinden çıkarıp ıslattı.
Ensesine dikkatlice koyup, kurumuş potinlerini giyip caminin arka kapısından çıktı.
Güneşe karşı, ağaçları, duvarları, evleri kendisine siper ederek yola devam etti.
Uzunca bir süre aralıksız yürüdü.
Potinleri, hızlı yürümesine engel olmaya başlamıştı.
Yavaşladı.
Sırtından, ensesinden akan terlerle üzerindeki kısa kollu yeşil gömlek sırılsıklam olmuş, bedenine yapışmıştı.
Yakınlarındaki bir dut ağacının gölgesinde oturdu.
Potinlerini çıkarıp daha çabuk kuruması için yine ters bir şekilde yere bıraktı.
Annesini hatırladı yeniden.
Beyaz, bez mendili ensesinden alıp baktı.
Sırılsıklamdı.
Ağustos; tarlaları, sokakları, evlerin çardaklı damlarını, bahçeleri, ağaçları yakıyordu.
Potinlerini giyip kalktı.
Mustafaların sokağına kadar durmadan yürüdü.
Yarı açık, mavi kapının tokmağını çalıp iyice araladı.
“Mustafa evde mi?” diye seslendi.
Bahçedeki kalabalıktan içeriye doğru bir kadının Mustafa’ya seslendiği duyuldu.
Bahçe kapısının tam karşısına geçti.
Gölgesine sığındığı beyaz badanası eskimiş, yıkık taraflarından nar ve incir ağaçlarının dalları sarkan, büyükçe bahçe duvarına sırtını dayayıp oturdu.
Eskiden yazlık sinema olarak kullanılan binanın bahçe duvarıydı yaslandığı.
Anne ve babasının çok gençken, yanlarında halası ve teyzesi varken bu sinemada çektikleri siyah beyaz fotoğrafı anımsadı.
Gözleri doldu.
Hangi filmi izlemişlerdi? Annesi filmin adını hatırlamıyormuş, filmde Ayhan ışık olduğunu hatırlıyormuş sadece.
Filmi beğenmiş miydi acaba annesi?
Film bittikten sonra ne yapmışlardı?
Hem, henüz evli bile değillermiş o sırada.
Nişanlılarmış.
Annesi ona, yalnız başına sokağa çıkamadığı için o gün kız kardeşi ile birlikte çıkabildiğini anlatmıştı bir keresinde.
Yazmış mevsim yine.
Yine annesinin anlattığına göre, sinema kapısının hemen önünde fotoğraf çekmişler ve arkalarında duran bilet satıcısının masasında plastikten sarı, kırmızı güller, beyaz papatyalar varmış.
Film başlamadan önce, sinemanın bulunduğu sokağın köşesindeki pastanede dondurma yiyip, gazoz içmişler hep birlikte.
Babası gazoz içmemiş.
Yıldızlı, parlak, metal tabakasından tütün çıkarıp sarma sigara içmiş. – babası hala aynı tabakadan sarma sigaralar içerdi -.
Annesinin her defasında, her ayrıntıyı bütün detaylarıyla anlatmış olmasına şaşırdı tekrar.
Sanki yüreğinde nefesini kesen bir avuç cam kırığı varmışçasına iç geçirdi.
Mustafa’nın sesiyle irkilip ayağa kalktı.
Saçlarını kazıtmış, güneşte çokça yanmıştı ona seslenen çocuk.
Aç olmadığını söyleyip, Mustafa’nın yemek davetini geri çevirdi.
Su içmek istediğini söyledi.
Mustafa’nın su yerine metal bir sürahi ile getirdiği soğuk ayrandan iki bardak içti, kana kana.
Mustafaların bahçesindeki kuyudan tulumba vasıtasıyla su çekip elini yüzünü yıkadı.
Yazları bahçede bir tür koltuk olarak kullandıkları sedir divanın ayağını elindeki testere ve çekiçle tamir etmeye çalışan Osman Amca’ya – Osman Amca, Mustafa’nın babasıydı- selam verip, ellerinden öptü.
Aç olmadığını, babasının çok selam söylediğini, babaannesinin artık daha iyi olduğunu söyledi.
Mustafa’yla dışarı çıktı.
Sinemanın giriş kapısını görmek istediğini söylemeye utandı.
O sokaktan geçmek için de, “diğer sokağın daha gölge olduğunu, oradan yürümenin daha iyi olabileceğini” söylemeyi tercih etti.
Annesinin, önünde fotoğraf çektiklerini söylediği sinemanın kapısı kapalıydı.
Duvar boyaları dökülmüş, eskimişti.
İçi burkuldu.
Bir kere olsun o salonda bulunabilmeyi, annesinin yıllar önce baktığı sahneyi bir kere olsun görebilmiş olmayı istedi.
“Hiç film izledin mi bu sinemada?” diye sordu Mustafa’ya cevabını bile bile.
“Hayır,” dedi Mustafa.
Sinemanın yıllar önce kapandığını, sinemayı işleten Ermeni ailenin İstanbul’a göçtüğünü, salonun da tahıl ambarı olarak başkaları tarafından kullanıldığını anlattı.
“Tahıl ambarı” dedi sessizce kendi kendine.
“Masasına güller, papatyalar koyan bilet satıcısı, sinemanın bu halini görse kim bilir ne kadar üzülürdü?” diye düşündü.
İçinden geçenleri Mustafa’ya anlatmadı.
Onun yerine, her pazartesi kütüphaneden aldığı kitaplardan, “Yer Demir Gök Bakır” kitabını ne kadar çok sevdiğinden, ağabeyinin çalıştığı kahvehanenin sahibinin köpeğinden bahsetti.
Babasının evin damına ağaç dalları ve uzun sazlarla yaptığı yeni gölgeliği, arka bahçelerine dikilen kavak ağaçlarını, kümeslerindeki tavukların bir sürü civcivleri olduğunu, sınıf arkadaşları Remzi’nin ağaçtan düşerek kolunu kırdığını, Akif’i karne gününden beri görmediğini ve üvey annesinin aslında kendisine ve ağabeyine çok iyi davrandığını anlattı.
Sıcaktı.
Çok terlemişlerdi.
Annesinin, kapısında fotoğraf çektirdiği, şimdilerde ambar olarak kullanılan eski yazlık sinema çok gerilerde kalmıştı.
Camiye soluklanmak ve su içmek için girdiklerinde ikindi ezanı okunuyordu.
edebiyathaber.net (16 Kasım 2024)