“Ben, benim, diyordum. Ama değildi. Bir şey, birisi, bir ruh, hayat çölünden geçen herkesi izliyordu, cennete ulaşmadan yakalayacaktı bizi. Düşündüm, ölümden başka bir şey değildi o: Ölüm cennetten önce bizi ele geçirecek. Yaşarken özlem, acı ve ıstırap çekmemize neden olan, her çeşit bulantıya katlanmamızı sağlayan şey, muhtemelen ana rahminde yaşadığımız ve kabul etmeye yanaşmasak da ancak ölümde tekrarlanabilecek olan birtakım kayıp mutlulukların hatırlanmasıdır…”
Jack Kerouac
Gün tüm acımasızlığıyla çekip giderken elimde kitabım, kullanmaya kıyamadığı fincanında sadesinden bir Türk Kahvesi, arkada Türk Sanat Müziği, avcumda hala onun kokusunu taşıyan bana kalan siyah tesbihi… Müziğin ritmine eşlik eden siyah taşların dans edişi ve parmaklarımın arasından kayışı, kulaklarımda “Güzel kızım, gel otur şöyle,” diyen sesi içimde ince bir sızıya dönüştü. Gözlerimi gökyüzünden kitaba indirdim, kahvemden bir yudum aldım. Bir türlü geçemediğim ve bilmem kaçıncı kez okuduğum yazarın özlemekten bahsettiği cümleyi tekrar okudum: “Bir insanı özlemek, bazen limana ne kadar yakın olsan da yüzememek ve sonra orada boğulacak gibi hissetmeye benzer.” Hayatında daha önceden hiç kimseyi kaybetmemiş birisi olan ben, bir insanın ölümünün yakınlarını bu denli etkileyebileceğini tahmin etmezdim. Yazarın söylediği gibi, boğulmayı böylesine derin şekilde hissediyordum. Liman çok yakındı, ama ulaşamıyordum. Yapmam gereken, gerçeklerle yüzleşmek ve onun anısını yaşatmaya devam etmekti. Bu nedenle günlerdir açmaktan korktuğum çantayı yanıma aldım ve fermuarı çekmenin bu kadar zor olduğunu daha önce hiç yaşamamıştım. Masaya çantadaki maneviyatın, sandalyeye de kendi ruhumun ağırlığını bırakarak bütün gücümü topladım ve çantayı açtım. İçindekilerle artık yüzleşmem gerekiyordu. Sanki karşımdaki sandalyede oturmuş beni izliyordu, birlikte geçmişle karşı karşıya gelecektik.
Eskimiş para… Ne olduğunu daha ilk elime aldığımda anlamıştım. Sevgi neydi? Sevginin anlamı neydi? Bir insan için her türlü fedakarlığı yapabilecek olmak mı, yoksa onu hayatının merkezi haline getirmek miydi? Ona göre bunların hepsiydi. Sevgi, insanları hayatta tutan ve birbirine bağlayan görünmez bir ip gibiydi. Bize sürekli her şeyi çok sevmemizi söylerdi. Canlı, cansız; insan, hayvan, eşya… Her şey birbirine bağlıdır ve birbiri içindir. İşte bunun için her şeyi çok sevmemizi söylerdi. “Sevgi varsa gerisi laf-ı güzaf,” derdi. İnsanın iskeletinin sevgi olduğunu söyler, “Ayakta kalabilmek için tek ihtiyaç,” derdi. Elimde döndürüp durduğum paranın üstündeki onun hayata dair umutlarını yansıtan tükenmez kalem mavisi ile yazılmış sözcükler, onun sevgiye verdiği önemi tekrar hissetmemi sağladı. “Sevgilim, gönderdiğin parayı kullanmaya kıyamadım.” Kim bu kadar güzel sevebilirdi ki? Hangi güzel yürekli insan, askerdeyken gönderilen parayı kullanmaya kıyamaz? Saf sevgi dediklerini o, herkese karşı hisseden birisiydi. Canlı ya da cansız olup olmadığı fark etmeden her şeyi seven birinin genlerini taşıyor olmak beni gururlandırıyordu. Minik beyaz köpeğimizi nasıl da severdi… Bir keresinde bana her türlü canlı ile iletişim kurmaya çalıştığından, her canlı türünün farklı bir dili olduğundan bahsetmişti. Mesela köpeğimize eğilip ona “Hav hav,” derdi birkaç kere, işin garip yanı ise köpeğimizin onu dinlemesiydi. Bu konuşmayı gerçekleştirdiğimizde yemyeşil çimenlerin üstünde, yaşlı ağaçların gölgeleri altındaydık. Üstümüzden kanatlarının hışırtı sesini çıkaran kuşa bakarak “Cik cik cik,” demişti. Doğanın insanın dostu olduğunu düşünürdü. Üniversitede Fen Bilimleri okuduğunu, en sevdiği dersin Biyoloji olduğunu, o gün öğrendim. Sevgisi; sadece ailesine, akrabalarına, ahbaplarına karşı değildi; herkese ve her şeyeydi onun sevgisi. Köpeklere, kuşlara, kelebeklere, böceklere; vatanına, milletine, yurduna, bayrağına, Atatürk’üne, yürekten bağlıydı o, en içten duygularla severdi… Sanki, damarlarında saf iyiliğin ve minik bir çocuğun hissedebileceği kadar masum duygular akıyordu. Hani derler ya, cennet kokulu, öyleydi…
Gözlerimi kapatıp çantanın içerisinde ellerimi gezdirdim ve ilk elime geleni masaya koydum. İnsan olmanın verdiği kavradığını algılayabilme yeteneğim sayesinde elimdekinin bir cüzdan olduğunu anlamıştım. Gözlerimi yavaşça açtım ve cüzdanın içerisindekileri sanki hissetmişim gibi güçlükle yutkunup cüzdanın içindekilere odaklanmak istercesine derin bir nefes alıp, cüzdanı açtım. İlk gözüme çarpan vesikalık fotoğraflar oldu. Fotoğrafları elime aldım, tahminlerim olmasına rağmen yine de kendi gözlerimle görmek istemiştim; benim, annemin, kardeşimin, ağabeylerimin, teyzemin… nereye giderse gitsin hepimizi yanında götürürmüş meğer. Her birimiz bir yana, beni en çok etkileyen anneannemin ve kendi fotoğrafını, yüz yüze gelecek şekilde yerleştirmesiydi. Anneannemi bir ayrı severdi… “Onsuz olmaz,” derdi hep. Kendini rahat edemez evde tek başına kalamazdı, anneannemle birlikte her yere giderdi; onun için bir arada olsunlar yeterdi… Fotoğraflarımız, sadece cüzdanında değil; aynı zamanda evlerindeki buzdolabında da vardı. Her akşam yemeğe oturduğumuzda hıphızlı yiyerek kalktığı mutfak masasının L koltuğunun köşesine tek başına oturduğu, arkadaki Türk Sanat Müziği eşliğinde acı Türk kahvesini içerken düşüncelerine daldığı günlerden bazılarında buzdolabına dalıp gidermiş. Anneannem nereye baktığını sorduğunda sakin bir ses tonu ile “Çocuklara bakıyorum,” deyip gülümsermiş. “Ne güzel evlatlarımız var. İyi ki varlar, çok şanslıyız,” dermiş. Kendimi geçmişin yürek burkan anılarından kurtararak cüzdana bakmaya devam ettim. İçerisinde birden fazla kimlik vardı. Birçoğu eskiydi, ama kimliklerin arasında bir belge vardı… Gittiği lisenin futbol takımına girmiş, onu gösteren belgeydi bu. Çok farklı bir insandı ya, çok farklı yönleri vardı, hayatı aslında biz o zamanlar öyle sanmasak da dolu dolu yaşamış. Kültürel anlamda oldukça zengin bir insandı… Yazdığı şiirler, okuduğu kitaplar da bize bunu net bir şekilde açıklıyor aslında. Okumayı o kadar severdi ki! Onun için önemi çok fazlaydı, bunu çocuklarına aşılamayı da o kadar iyi başarmış ki… Hem annem hem de teyzem, okumayı çok severler ve boş vakitlerinde ya da kafa dağıtmak istediklerinde, rahatlamak istediklerinde hemen kitaplarına sarılırlar. Kitaplar sayesinde başka dünyalara dalıp gitmek, insanın kendi duygularını tanımasını sağlıyor, aslında. Büyükbabam, bunu çok sık yaşardı. Sürekli kitaplardaki hayatlara bakardı, gerçi en çok Ahlak ve Siyaset konulu kitaplar okurdu. Bana da sık sık söylerdi, “Kitap oku, kızım. Kitaplar, çok önemlidir,” derdi. Ben de genetik olarak aldığım bir özelliktendir belki, bilmiyorum; ama hem yazmaya hem de okumaya karşı sevgimi hücrelerimde hissederim. Bir keresinde evimize taşınırken fark etmiştim, kütüphanemizde bir kitap vardı. Ne olduğunu anneme sorduğumda büyükbabamın ona hediye ettiğini söylemişti. Kitabı açıp baktığımdaysa büyükbabamın anneme bir mektup yazmış olduğunu gördüm. Sararmış kitap sayfalarının havaya yaydığı eskimiş kitap kokusunun arasında yoğun hüzün, sevgi ve özlem duyguları atmosferi kaplamıştı:
“Sevgili Kızım,
Yaratılış gayemiz Aşk, yaşarken Onu bulmak istiyorsak çalışmak her işi aşkla yapmak lazımdır.
Dünyamızı ve ahiretimizi mamur etmek yegane gayemiz olmalı, çocukken yapılan ilim taşın üzerine yazılmış gibi kalıcı, ihtiyarken yapılan ise suyun üzerine yazılan gibidir.
İki şeyin değerini bilmemiz lazımdır boş vakit ve sağlık, bir işte yorulduğun zaman diğer bir işe yönel yaptığın diğer iş seni dinlendirecektir, vaktini boşa geçirmemeye çalış.
Sağlığını koruyacak ilmi de öğren bu ilim seni azimli, kararlı, hiçbir işte yılmaz dayanıklı dinç yapacaktır.
Allah’a, Resulüne, Vatan, Millet ve Bayrağa aşık olman dileğiyle.
Sağlık mutluluk ve başarılar dilerim.”
Anlaşılan o ki, kendi özelliği olan bu yüce gönüllülük, nesilleri boyunca sürsün istemiş. Zaten her zaman başkalarının iyiliğini düşünerek hareket ederdi. Dürüst, hoşgörülü, iyi niyetli, bir insandı. Kimsenin kötü olabileceğine inanmaz, herkesin çok iyi olduğunu düşünürdü; herkesi kendi gibi görürdü. Dedikodu yapmazdı. Hatta diğer insanlar bir şey dediğinde güler geçer ve hiç kafasına takmazdı. Cüzdanın gözlerinden birisinde Atatürk’ün fotoğrafı vardı. Gözlerimin yanmasına engel olamadım. Artık birliktelerdi, minicik yaşlarında bu fani dünyaya elveda eden üç kızı ve Atatürk yanındaydı. Huzurluydu belki de…
Elimi çantanın içine atıp ilk bulduğumu aldım. Bir kutuydu bu sefer bana geçmişin kollarını açacak olan. Kutuyu masaya koyup derman kalmayan elime bütün gücümü topladım ve kutuyu açtım. İçinde başka iki minik kutu dışında hep tespihleri vardı. Sıradan bir insan baktığında anlayamasa da ben anlayabiliyordum, birçoğunu kendi yapmıştı. Tespihleri alır sonrasında kafasına göre, istediği şekilde düzenlerdi. Renk cümbüşünü gözler önüne seren, duygularını yansıtan tespihlerin arasında o kadar da değerli tespihler yoktu; çünkü o, öyle bir insandı ki değerli olan her şeyini sevdiklerine verirdi. Biz, torunları ve çocukları, ondan istemesek de bizde durmasını istediğinden değerli olan tespihlerini verirdi. Eğer beğendiğin bir şey o kadar iyi bir malzemeden yapılmadıysa vermezdi ve “Bunu değil de sana daha iyisini vereyim,” derdi. Tespihleri pek bana vermezdi, bilirdi benim çok sevmediğimi; en çok ağabeylerime verirdi ki zaten, ağabeylerim büyükbabamı benden çok görürlerdi, küçüklüklerinden beri. Onunla yanında büyüdüler denebilir aslında. Mesela fotoğraflara baktığımda küçük ağabeyimin bazı doğum günlerini büyükbabam ve anneannem ile kutladığını görüyorum. Ortanca ağabeyim, genellikle şoförlüklerini yapardı. Büyükbabam arabaya binmekten korkardı; çok hızlı diye, bir şey olursa diye. Güvendiği birisinin arabayı kullanması gerekiyordu. Bir yere gideceklerinde hemen ağabeyimi ararlardı, ağabeyim de onları gidecekleri yere götürürdü. Büyük ağabeyim ise daha çok büyükbabamla sohbet edendi denilebilir. Her türlü konu hakkında konuşurlarmış. Hatta en son gün yanındaymış… Matruşka gibi içinden yeni bir şey çıkan bu tespihler dolu dünyanın içindeki diğer dünyalar olan küçük kutuları büyük kutudan çıkarıp yan yana koydum. Eş zamanlı olarak birini sağ, birini ise sol elimle açtım. Birinden çakmaklar ve sigara kutuları, diğerinden ise yüzükler çıktı. Sigara içerdi, belki de onun bize veda edemeden gitmesinin sebebi buydu. Sigara hayatının sonunu aheste aheste getiriyordu ve biz farkında değildik. Belki de sadece kendi kendime bahane bulmak için çabalıyorumdur, kim bilebilir? Sigaralarını kendisi sarardı ve çok da severdi onlarla uğraşmayı, bir eğlenceydi onun için bu durum. Çakmaklarında ve sigara kutularının kaplaması olan Türk Bayrağı ya da Atatürk’ün resimleri birçok eşyasında bulunmaktaydı. Vatanına ve milletine olan sevgisini bizlere de aşılamak için çok çabalardı. Bir keresinde sohbet arasında tarih sınavım olduğunu söylemiştim ve oturup beni sınava çalıştırmıştı, detaylıca anlatmıştı her şeyi. Eskiden anneme de öyle yaparmış. Mesela bir keresinde matematik dersinde anlamadığı bir konu varmış, o gün oturmuş saatlerce anlatmış. Annem ders çalışırken her akşam meyve getirirmiş ona. Bazense annemin ya da teyzemin bir problemi olduğunda oturup dinlermiş, her ne olursa olsun dinler ve çözüm üretirmiş, kimseyi kırmayan ve etkili çözümler. Bir babadan çok arkadaş gibiymiş, her zaman. Yüzüklerin olduğu kutuya yöneldim. Yüzüklerindeki çizimlerden bazıları Türkiye’yi anlatan semboller içermekteydi. Yüzüklere bakındığımda, gözlerim zaman yolculuğu ile beni geçmişteki bir anımıza gönderdi. Yine açık havanın hafif esintisi eşliğinde, yerleri kaplayan yemyeşil çimenler ve ağaçların gölgesi altında, kuşların şarkılar söylediği bir gün otururken yüzüğü dikkatimi çekti. Kahve çekirdekleri ile Pinus succinifera ağaçlarının fosilleşmiş reçinesinin renk uyumundan yararlanarak yapılmıştı. Kendisine ait bir ruhu olan yüzük, parmaklarında tamamlanmış görünüyordu. Ona çok yakıştığını düşündüğüm için yüzüğünün çok güzel olduğunu söyledim ve bütün “Hayır, gerek yok” larıma rağmen yüzüğünü bana verdi. Birkaç gün taktım ama sonrasında ya kaybedersem diye korktuğum için bir yere kaldırdım ve oradan hala almadım, almayacağım da.
Elimi çantanın içerisine tekrar daldırdığımda elime gelen mat bir kan kırmızısına sahip MP3 çalar, bana yeniden geçmişi hatırlattı. Anneannem ile birlikte bize gelmişlerdi. Büyükbabam her gelişinde hemen oturma odasına geçip bir bacağını kırıp diğerini ise kırdığı bacağının üstüne atıp oturur ve beni yanına çağırırdı. Gittiğimde ise TRT Müzik’i açmamı isterdi; ben açıp sonra ona kumandanın ses düzeyini ayarlayan tuşlarını gösterirdim. O da bana teşekkür ederdi ve tüm gün boyunca orada sessiz sessiz müziğini dinlerdi. Televizyonun olmadığı yerlerde ya da dışarda olduğu zamanlarda müziğinden uzak kalmasın diye bir gün, annem beni MP3 çalar almaya göndermişti. Ben de aldım, geldim hemen. Sonrasında da büyükbabama söyledim, bana sevdiği sanatçıları söyledi; o gün akşam şarkıları MP3’e aktardım. Sonrasında da hiçbir zaman o MP3 çalarını ve kulaklığını yanından ayırmamış; ama tabi ki bir süre. Teknolojinin ilerlemesi ve akıllı telefonunun olması ile şarkılarını oraya indirmeye başladık. Bize geldiği bazı günlerde anneannemden gizlice annem çantasına içki koyardı bazı bizim gittiğimiz günlerde ise yine anneannemden gizlice onlara götürürdü ve evin bir yerlerine saklayıp büyükbabama söylerdi. Gerçi, büyükbabam zaten öyle alkolik birisi değildi, bazen canı ister içerdi. Bize geldiğinde de bazen annem ona bir jest yapar, sürpriz yapar; götürürdü birkaç bardak verirdi. E öyle olunca, anneannem de bir şey diyemezdi, annem hemen korurdu büyükbabamı, sonuçta bizde misafirler, ne diyebilir ki anneannem? Sessiz sessiz yaşadığı hayatında kendine özgü bir düzeni vardı. Alarm kullanmadan, akşamları saat 9’da uyurdu hemen. Biz her ne kadar gelip bizimle biraz oturmasını istesek de gözlerinden uyku akardı. Bunun için itiraz etmezdik ve hemen uyurdu. Sonrasında biz hala otururken bir ses duyardık, arkadan gelen yavaş yavaş adım sesleri. Bir bakardık, büyükbabam gelmiş, saat gecenin ikisi. Birkaç tane sigara eşliğinde ya bizle sohbet eder ya da düşüncelere dalardı. Yaklaşık yarım saat sonra yine uyumaya giderdi, sonra da zaten tüm ev halkı uyurdu, ben hariç. Akrep ile yelkovanın yarıştığı çark dördü vurduğunda mutfaktan gelen yeni çekilmiş kahve çekirdeklerinin kokusu eşliğinde tekrar uyandığını anlardım. Bazen ben de onunla kahve içerdim o saatte. Genellikle ben kitap okuyor olurdum o an, o yüzden bana ne okuduğumu sorardı ben de kitabımı anlatırdım. Bazen kitaplar hakkında konuşurduk, bazense ortam sessizliğe bürünürdü. Yine yaklaşık yarım saat ya da bir saat sonra geri yatar uyurdu. Sonra saat yedide geri kalkardı. Kahvaltısını yapar, hazırlanır, işe giderdi. Bazense dörtte kalktıktan sonra kahvesini içip hazırlanıp beşte günün aydığı dakikaların insana umut veren renkleri arasında dışarı dolanmaya çıkardı. Sonra eve gelip kahvaltı yapardı ve işe giderdi. Bazı günler ise beşte dışarda gezdikten sonra parka giderdi ve orada yeni doğan güneşin tam olarak ısıtamadığı serin dakikalarda sımsıcak tavşan kanı bir çayın acılığı ve fırından yeni çıkmış sımsıcak simitleri “Simiitt! Sıcacık Ankara simidii!” diye bağırarak satan simitçiden bir adet el yakacak kadar sıcak olan Ankara simidini afiyetle ve hızlı bir şekilde midesine indirip öyle işe giderdi. Böyleydi işte… sessiz sakin, ama bir o kadar da hayat dolu.
MP3 çaları masanın başka bir yerine koyduğumda elimi tekrar çantanın içerisine daldırdım. İçerisinde sadece bir adet defter kalmıştı. Ellerimin açacağı bu defterin, bana kucak açan milyonlarca sözcüğü olduğundan, hissedilen duyguların dorukları olduğundan, bambaşka zaman dilimlerinde bambaşka anları anımsayacağımdan habersizdim. İlk açtığım sayfada kendisine ait bilgiler yer alıyordu. Bir sonraki sayfada dört tane fotoğraf vardı: üçü orta boy, birisi küçüktü. Orta boy olanlardan biri; annem ve teyzem minicikken, büyükbabam ve anneannem ile birlikte köydeki evde çekilmiş bir doğum günü fotoğrafıydı. O evi büyükbabam kendisi yapmış. Her şeyi için çabalamış, didinmiş ve en sonunda gayet de güzel bir ev çıkarmış ortaya. Ben daha ilkokula ya da ortaokula giderken hep birlikte oraya giderdik. Akşam yemeğinden sonra bahçeye çıkar orada otururdu annemler, ama biz kardeşimle birlikte pek çıkmazdık; çünkü gökyüzünün ölümün gerçekliği kadar karamsar olduğu o saatlerde böcekler ışığa gelirdi. Biz de korkuyoruz böceklerden, çıkmazdık yanlarına o yüzden. Aradan uzun yıllar geçti, gitmedik pek o eve. Şimdi de yaz aylarında ev tabi çok sıcak oluyor. Anneannemle konuşmuşlar demişler ki “Köydeki evi düzenleyelim, çocuklar da gelir, hep birlikte otururuz,” diye. Yine köye gittikleri bir gün, biz ertesi gün köye gideceğiz diye büyükbabam erkek kardeşinden evin bahçesini ilaçlamasını istemiş; sırf biz böceklerden korkuyoruz diye. Onca zaman geçmesine rağmen hala unutmamış. Zaten ne olduysa o gün olmuş… İkinci orta boy olan fotoğraf hepimizin toplu olarak çekindiği bir fotoğraftı. Annem, babam, teyzem, teyzemin eşi, anneannem, büyükbabam, ben, kardeşim, ağabeylerim… Büyük olan ağabeyimin askere gideceği dönemdi. Hep birlikte yemeğe gittik. Etrafı et kokusunun sardığı, büyük bir masanın etrafında hepimizin oturup mutluluğunu doruklarda yaşadığı o saatlerde büyükbabamın mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Evlatları, damatları, torunları… herkes yanındaydı. Bir diğer orta boy fotoğraf ise annemin ve teyzemin küçükken parkta oynadıkları bir fotoğraftı. Annem ve teyzem daha küçükken hep birlikte bir süre Eskişehir’de yaşamışlar. Büyükbabam orada iş bulmuş, hatta işe hile mavisi bisikleti ile gidip gelirmiş. Aynı zamanlarda büyükbabamın kız kardeşi de ailesi ile orada yaşıyormuş, hatta evleri birbirlerine yürüme mesafesindeymiş. Genel olarak her akşam onların evine giderlermiş. Oradan dönerken de annem yorgunmuş gibi rol yaparak kendisini büyükbabamın omuzlarında taşıttırırmış. Eve dönüş sırasında parkın tam yanından geçerken annem hemen canlanırmış. Annem ve teyzem parka koşarak gider ve oynarlarmış. Teyzem salıncağı, annem ise tahterevalliyi daha çok severmiş. Büyükbabam ve anneannem, ikisiyle de oyunlar oynarlarmış. Defterdeki son fotoğrafa, küçük fotoğrafa baktığımda iki vesikalık fotoğrafı birbirine yüz yüze bakacak şekilde koyduğunu gördüm. Yine aynı şeyi yapmıştı: anneannem ile kendi fotoğrafını birbirlerine bakacak şekilde yerleştirmişti… Fotoğrafların tamamını inceledikten sonra defterin ileriki sayfalarına yöneldim. Kendi el yazısıyla yazılmış şiirleri vardı. İlk sayfadakinden bana bahsetmişti. Bir gün, ben annemin adının bir sebebi olup olmadığını sormuştum. O da bana bir şiirde gördüğünü, oradan esinlendiğinden bahsetmişti. Onu da bu defterin ilk sayfasına yazmış, unutmamak için… Sayfaların birçoğunda birçok sözcüğün etrafında oklar ve altlarında o kelimelerin içerisindeki harflerin oluşturduğu diğer sözcükler yer alıyordu. Yeni sözcüklerin yanlarında da anlamları vardı. Kelimelerden kelime üretip anlamları arasındaki uyum var mı, yok mu diye bakardı. Türkçenin de kendisi gibi sürprizler dolu, yeni şeylere yol açan bir dil olduğunu düşünürmüş, demek ki. Pek de haksız sayılmaz, sanki. Geriye kalan şiirlerin birçoğunun altında adının baş harfleri yer alıyordu ve her sayfada yazdığı tarihler yer alıyordu. Rastgele bir tanesini açtım. 4 Şubat 2001…
“AY KIZ
Dağlar kızı Reyhan
Kır çiçeği Ay kız
Fatıma Ana Nurdan, Nur kız
Ali yetişir sevdada sen gül kız.
Gökte Leyla ile buluşur,
Ali, yerde Nur arar Ali,
Seni gören Ali,
Nurunun etrafında döner Nur kız.
Saçları uzun Ali
Seni arar Nur kız Ali
Edep tuttum beklerim
Ben Ali.”
Arkada çalan Türk Sanat Müziği’nin ritimleri eşliğinde gözyaşları gözlerimden akıp sayfaya keder darbelerini bırakırken gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. Eşsiz bucaksız bu fani dünyada kahve çekirdeklerinin renklerinin gökyüzüne birkaç fırça darbesi gibi kendini bıraktığı anda zaman, çekilen teşbihin taşlarının kayışının hızı kadarken gökyüzünün alacalığı bana gözlerini kıptı. Osho’nun da dediği gibi “Çok sevdiğiniz biri ölene dek, ölümle tam anlamıyla karşılaşamazsınız.” Ne kadar da doğru, değil mi? Kafamıza göre ölüm hakkında konuşup duruyoruz, dalga geçiyor bazılarımız; çünkü birçoğu çoktan yaşamamış oluyor yakın birini kaybetmenin nasıl hissettirdiğini. Kimse bilmiyor ki; bir insan, yeryüzünden göçüp gittiğinde ondan geriye kalan tek şeyin sözleri ve eşyaları olduğunu. Kimse bilmiyor ki; maneviyat kavramının, ölüm sözcüğü ile harmanlandığında olduğundan daha fazla önem kazandığını…
edebiyathaber.net (17 Eylül 2020)