Kaç lisan bilmem gerekiyor, hangi tanrılara inanmam kendimi bir yere ait hissetmem ya da o yerin beni kabul etmesi için? Üşüyorum. Bir soru beni buraya bağlıyor, iş başvurusundaki nereli olduğum sorusu, anlayamıyorum. Çatı katındayım, bir otel odasında, yatakta. Tavana bakıyorum. İş görüşmesi için günler öncesinden geldim, şehri gezecektim güya. Odadan bile çıkmadım. Zihnim her zamanki gibi bedenimden daha hızlı çalışıyor, tahtalar öylece duruyor. Çatı katındaki şu otel odasında, Anadolu’ya bilmiyorum kaç km uzaklıkta bir Avrupa kentinde, ben yine geçmişle gelecek arasında mekik dokuyorum. Ne kadar yol yaptığımı düşünüyorum. İnsan yürüyerek bu kadar gezemiyor, biliyorum. Sabah olmak üzere. Görüşmeye inmeme üç dört saat var, lobide buluşacağız. En son konuşmamızda başvurudaki eksiklikleri fark etmiş olmalılar ki, yüz yüze gelince oraları doldururuz diyorlar. Nereli olduğum konusunda tereddütlerim var, neden bu kadar ısrarcılar? Tavanda son derece nizami dizilmiş tahtalar, sinirlerim bozuluyor.
Okula gidiyorum. Dördüncü sınıftayım. Kendimi başkalarından ayrı hissetmezdim o zamana kadar. Babam üstüne basa basa biriz derdi, hepimiz aynıyız. İlmek ilmek işlemişti içime. Bir gün anlamadığım bir şey oluyor. Öğretmen benim yerimi değiştiriyor. Nedenini söylemiyor ama sıra arkadaşımın annesi okula gelip öğretmene bir şeyler söyledikten hemen sonra. Unutmuyorum, bir kış günüydü, soğuktu. Ayşe’ye soruyorum “Öğretmen neden bizi ayırdı?” diye, “Sizin Allah’ınız başkaymış.” diyor. Hava daha da soğuyor. Eve gelince babama soruyorum, “Baba biz neye inanıyoruz?” diye. “Ne fark eder yavrum,” diyor, “iyiliğe güzelliğe inanıyoruz.”. Annemin gözleri her zamanki gibi dalgın ve uzaklara bakıyor. O günden sonra kendimi sınıftaki herkesten farklı hissediyorum. Huzursuzluk o günden başlayarak ergenliğime, gençliğime, hayatıma işliyor. Nereye gidersem gideyim yanımda taşıyorum onu, işlemediğim suçların cezasını çekmeye meyilli biri oluyorum.
Balkondayım, otelin. Uçsuz bucaksız, gözünü alabildiğine yeşillerin içinde. Daha önce hiç böyle bir yerde kalmadım. Anadolu’da da var mıdır acaba diye düşünüyorum, grilere rağmen yeşillerle sarmalanan böyle yerler, sanmıyorum. Sigarayı içime çekerken ağaçlar giderek büyüyor. Büyüdükçe kenti yutacaklar zannediyorum. Atlar görüyorum uzakta, ovada, dağın yamacında yayılan. Yılkı atları olsa diyorum, yılkı atı olsam. Ehlileşmek istemiyorum. Ehlileşmesem diyorum. Seneye iş görür müyüm diye bakmasalar ya da yakalayamasalar diyorum. Beyaz olanı siyahına sürtünüyor, dudaklarım bir çizgi oluyor. Sonra bir hışım dörtnala koşuyorlar, ben şahlanıyorum. Sınırları aşsam diyorum, aklım tellere takılıyor. Sınırlar haritalarda devletlerin yerini belirliyor diyorum, insanların değil fikirlerin ya da. Nerede başlar sınırlar, nerede biter, nerede doğarsak oralı oluruz, düşünüyorum. Sınırlara sığamıyorum, telleri aşmak istiyorum, zorlanıyorum.
Babam iyiliğe güzelliğe inanıyoruz dediği günden bir süre sonra, yine bir kış günü, Maraş’ın Çiçek Sineması’na gidiyoruz. “Güneş Ne Zaman Doğacak?” diye bir film izleyeceğiz. Babam bir olduğumuza öyle inanıyor ki, Ayşe’ye de bilet almış babasıyla gelsin diye. Sinemanın önünde biraz bekleyip içeri giriyoruz. “Üşütmeyesin.” diyor babam, “İşleri çıktı belli ki.”. O günlerde çocuk aklımla güneşin doğmadığının farkındayım, bir şeylerin ters gittiğinin. Merakımın giderileceğini umuyorum filmle birlikte. Ancak film henüz başlamadan babam kucağına alıp beni, annemi de çekip kolundan, sinemadan çıkarıyor bizi. Sesler duyuyorum; Müslüman, İslam, tekrar Müslüman… Bazen kısacık anlar insanın koca hayatını nasıl da ele geçiriyor, hayret. Bir bakış, bir söz, anlam veremediğim suskunluk, babamın dik durmakta zorlanan omuzları. Babamın ne fark eder deyip gerisini boş bıraktığı yeri, o gün ben dolduruyorum. Çok fark ediyordu çünkü. Babam için etmese de çatısı altında yaşadığımız devlet baba için, Ayşeler için ve de fark ediyordu. Annesi tarafına çektiği için babasının çok hazzetmediği çocuklar gibiydik. Ne yaparsak yapalım gözüne giremiyorduk onun, seziyordum.
Sinemadan birkaç hafta sonra bir pazar günü geride Maraş’ı, siz hizaya gelmezseniz biz sizi böyle hizalarız diyerek sıraya dizilmiş tabutları, dayımı onların içinde ve anneannemi ve de dik durmayı bırakıp göçüyoruz. Cebimizde nerelisiniz diye soracaklar korkusuyla şehirler geziyoruz, yollar geçiyoruz. Gittiğimiz her yerde sesimizi biraz daha kısmayı öğreniyoruz.
Bir sigara daha yakıyorum. Yine balkondayım. Telefon geliyor, resepsiyondan. İş görüşmesi için gelenler beni bekliyorlarmış. Gözüm atlara ilişiyor, inmeyeceğim diyorum. Atlar şahlanıyorlar, ben imreniyorum.
edebiyathaber.net (6 Aralık 2022)