Gospodinov’a…
Üniversitede okurken Çetin adında, doğduğu gün de dahil olmak üzere yaşamış olduğu tüm deneyimleri en ince ayrıntısına kadar anımsayabildiğini iddia eden bir arkadaşımız vardı. Sınav haftalarının sonunda takıldığımız o salaş birahanede -Kirli sarı boyayla kapısının üstüne DEMPEREST yazılmıştı öğrenciler tarafından. Altına da küçük harflerle “Sarhoşlar giremez, ayıklar çıkamaz.”- art arda sıraladığı anılarıyla hem bizi şaşırtır hem de yorgun zihinlerimizi insan belleği üzerine kaçınılmaz sorularla başbaşa bırakırdı. Öyle ya, annemin rahminden yola çıkıp, hayatımda ilk defa ışıkla karşı karşıya kaldığım ânı az önce yaşamışım gibi anımsıyorum diyen bir insana nasıl inanabilirsin ki! Anlatırdı gerçi; doğduğu odadaki sarı papatyaların üzerine konan minik arıyı, annesinin yorgun ve terli göz kapaklarını, babasının şaşkın şaşkın sağa sola sırıtan ablak yüzünü, hemşirelerin zoraki sevincini… İki yaşındayken benekli bir plastik topa basıp düştüğünü ve başını sehpanın kenarına çarptığını, üç yaşındayken babaannesinin sırtında yedi kilometrelik karlı köy yolunu gidişini, dört yaşında bahçede odun kesen dedesini izlerken baltanın ucundan sıçrayan L biçiminde bir çıra parçasının alnına çarpışını -daha sonra ateş yakmak için kullanmışlardı bu çırayı-, beş yaşındayken evin önünde bulduğu yeşil benzin bidonunu büyüklerin içtiği kokakola zannedip kafaya dikişini ve ardından birkaç gün boyunca verdiği her nefeste etrafa araba eksozu gibi bir koku saldığını, altı yaşında sınıf arkadaşlarından bir yıl erken okula yazılırken müdür beyin yanaklarını sıkıp canını acıtmasını, yedi yaşında sınıfın en güzel kızı olan Hilal’in onun sırasına çizdiği gül resmindeki yedi yaprağı… Renkleri, yüzleri, rüzgârın sinek kanadı gibi salladığı yaprakları, birbirinin içine giren gölgelerin su birikintisindeki minik dalgalar gibi birleşip ayrışmalarını, yaz güneşinin kirpiklerin ucunda yarattığı gölgeli kıvrımları, sakin göl akşamlarını süsleyen yakamozların ezeli danslarını ve daha pek çok ayrıntıyı öyle güzel bir şekilde ifade ediyordu ki biz sıradan gençler çoğu zaman dinlediklerimizle mest olup tüm bu anlatılanların kendi deneyimleri olup olmadığı sorunsalına kafamızı pek takmıyorduk. Bunun iki temel nedeni vardı. Ucuz biranın midemizi şişirip ve aklımızı dumura uğrattığı o dumanlı gençlik akşamlarında, hep aynı karı-kız ya da futbol muhabbetlerinin etrafında dolanan aşktan mahrum ruhlarımıza serpilen bu serin -ve farklı- sular bizleri bir hayli eğlendiriyordu. İkinci neden ise biraz daha teknik, biraz daha kolaycıydı. Çetin, anlattığı anıları uydurmuş olsa bile bizlerin bunu kanıtlamamız imkânsızdı. Belki annesinden, babasından, kendisinden yedi yaş büyük olan ablasından öğrenmişti çocukluğuna dair pek çok olayı. Sonrasında da biraz ayrıntı ekleyip, güzel bir dille bize sunuyordu. Kaybedeni yoktu bu oyunun, hem o hikâyelerini dinleyecek birilerini bulduğu için mutlu oluyordu hem de biz birbirinden ilginç eski anıları birkaç saat önce yaşanmış gibi heyecanla ve ilgiyle dinlerken tatmin oluyorduk. Kuşkularımız vardı belki ama bu kuşkuları asla birbirimize açmazdık. Ağza alınmayan bir aile sırrı gibi kaldılar yıllarca kafamızdaki bu soru işaretleri; ağza alınmadıkça da kurudular, ufalandılar ve rüzgâra karışıp unutuldular.
Tabii o zamanlar gençtik; gençlik aynı anda dünü, bugünü ve yarını düşünememe halidir. Bir çeşit akıl tutulması durumudur yani! Ne unutmanın büyük bir güzellik olduğunu kavrayabiliyorduk ne de her şeyi az önce yaşanmış gibi anımsamanın nasıl bir lanet olduğunu naif akli melekelerimizle kestirebiliyorduk. Yıllar geçti, bu satırları okuyan pek sevgili okuyucuların yılları nasıl çabucak geçtiyse bizimkisi de o kadar hızlı, eskilerin moda söylemiyle “göz açıp kapayıncaya kadar” geçip gitti. Okul bitti, diplomalar alındı, hepimiz ülkenin bir yanına dağıldık. Kimimiz evlendi, yalnızlığın yeni anlamlarıyla tanıştı. Kimimiz bekâr kaldı, tekbaşınalıkla yalnızlık arasında sonsuz bir gelgitin içinde kayboldu. Çetin İstanbul’da kaldığı için her geldiğimde birkaçımız bir araya gelip yine muhabbeti -Nişantaşı’nda Insomnia adında bir barda- sarıyorduk ama hepimiz farkındaydık öğrencilik yıllarının verdiği zevkin yanına bile yaklaşamadığımızın. Yine de sesimizi çıkarmıyor, eski günlerin hatırına “olmuş gibi yapmaya” devam ediyorduk. Çetin evlenmiş, evlenir evlenmez de iki çocuk yapmıştı. Kendi anlatımına göre iyi bir işi, güzel ve sevecen bir eşi, şehrin biraz dışında gecekondudan devşirme geniş bir evi vardı. Mutluydu ve yüreği aşkla dolu tüm erkekler gibi bu mutluluğunu gevezelikle, hiç bitmeyen hikâyeleriyle etrafına yaymaya devam ediyordu.
Bir gün, çalıştığım inşaat şirketini temsilen Ankara’daki bir ihale toplantısına girmek üzereyken cep telefonum çaldı. Arayan Çetin’in eşi Sevinç’ti. Hıçkırıklarla dolu sözlerinden Çetin’in çocuklarıyla gittiği bir kır gezisinden dönerken kaza geçirdiğini öğrenebilmiştim. Her iki çocuğunun da devrilen arabanın yanında ambulans beklerken vefat ettiklerini, Çetin’in eli yüzü kanlar içinde kucağında çocuklarla sağlık görevlileri tarafından bulunduğunu, uzun süre tek kelime bile etmediğini; İstanbul’a gittiğimde öğrenecektim. Cenaze herkesin tahmin edebileceği gibi insanın aklına gelebilecek en yürek burkucu sahnelerden birisiydi. Biri on, diğeri sekiz yaşında iki çocuğu toprağa vermenin ebeveynler için ne kadar zor olduğunu; o zamanlar baba olmaya hazırlanan ben, boğazımda düğümlenen nefesimle ve bir kara delik gibi ağırlaşan yüreğimle az çok hissedebilmiştim. Çetin, adının hakkını verircesine vakur ve sakindi cenazede. Gelenlere teşekkür etti, baş sağlığı dileklerini kabul etti, sonra kalabalıktan bulduğu ilk fırsatta bir köşeye çekilip sessizce ağladı…
Ne olduysa bu günden sonra oldu. Doğduğu gün de dahil olmak üzere hiçbir şeyi unutmayan arkadaşımız doğal olarak bu kazayı da unutamıyordu. Günün her saniyesinde, çocuklarının kollarında son nefeslerini verişlerinin acısını ilk andaki gibi hissederek yaşıyor, elim bir azabı durmaksızın bedeninin her hücresinde katlayarak hissediyordu. İlk birkaç ay doktorlar bu durumun normal olduğunu söyleyip işi zamana bırakmışlardı ama biz çok iyi biliyorduk Çetin’in durumunun farklı olduğunu. Hiçbir ayrıntıyı unutmayan zihni şimdi Çetin için bir cehennem çukuruna dönüşmüştü. Kollarına aldığı çocuklarının kanlı yüzleri, küçük olanın “göğsüm acıyor baba” derken boğazından çıkardığı hırıltılı ses, büyük olanın kollarının kırık bir kuş kanadı gibi açılıp bir daha kapanamaması ve düşündükçe insanı çıldırtan pek çok başka ayrıntı Çetin’in gözünün önünden defalarca geçiyordu. “Unutamıyorum” diyordu Çetin cenazeden üç ay sonra yanına uğradığım bir akşam vaktinde. “Beynime çiviler çakılıyor her saniye, tırnaklarım çekiliyor, koltuk altıma yalımları sönmemiş korlar sıkıştırıyorlar… Her şeyi, bırak saniyeleri, saliselere varıncaya kadar hatırlıyorum. Var mı bundan daha büyük bir acı, söyle bana!”
Akıl hastanesine kaldırıldığını ve uzun süre çıkmayacağını cenazeden altı ay sonra duymuştum. Kendisine zarar vermeye başlamış, kafasını duvara vurup evdeki eşyalara tekme tokat girişir hale gelmiş. Sandalyeyle, masayla, koltukla tartışıyor, kavga ediyor ve en sonunda da güreşiyormuş. Doktorların yapacakları pek bir şey olmadığını, sadece sakinleştirici ilaçlarla onu günün 24 saati yarı uyur vaziyette tuttuklarını da yine ortak bir arkadaşımız vesilesiyle öğrenmiştim. Ziyaret etmemize izin verilmiyor, tek kişilik bir hücrede, deli gömleği giymiş bir halde tutuluyordu. Sürekli aynı şeyleri söylüyor, çocuklarının hayata veda ettikleri ânı araya başka tek bir anı bile almaksızın yaşamaya devam ediyordu. Karısı bile ondan umudu kesmişti. Çocuklarını yitirmiş bir anne olarak Sevinç, ne kadar zor olsa da kaybı kabullenmiş, köyüne gidip babasının yanına yerleşmişti. Orada bahçe işlerine kendisini verip, eski hayatına ait her şeyi geride bırakmanın unutmayı kolaylaştıracağını umarak günlerini geçiriyordu. Çetin’le de doktorlar izin verdikçe görüşüyor ya da hiç görüşemiyordu. Sonuçta o da bizim gibiydi. Yaraların üzerini örtüp yola devam etmekten başka bir çaremiz olmadığının farkındaydı. Bir tek Çetin farklıydı, o istese de beceremiyordu yaraların üstünü örtmeyi ve bunca yıldır sefasını sürdüğü belleğinin bu sefer ezasının mahkûmu olmuştu.
O unutamıyordu ama bizler; biribirinden gergin ipler üzerinde cambazlıklar yaparak ömrünü kazanmaya çalışan, nisyandan nasibini almış biz diğer faniler rahatlıkla unutabiliyorduk. Kızım dünyaya gelmiş, karım iş değiştirmiş, çalıştığım şirket beni Balkanlar’daki inşaatların başına geçmem için görevlendirmişti. Gidiş o gidiş oldu, on dört yılımı Bulgaristan, Sırbistan, Slovenya ve Makedonya dörtlüsünde mekik dokuyarak geçirdim. Türkiye’ye sık sık geldim bu yıllarda ama İstanbul’a pek uğramadım. Zaten Çetin’in başına gelenlerden sonra arkadaş grubumuz bir daha toplanamaz hale gelmişti. Yine de sosyal medya vasıtasıyla pek çoğuyla uzaktan ilişkilerimi sürdürmüştüm. Geçen gün bir arkadaş durum güncellemesinde unutmak üzerine bir şeyler yazınca da aklıma ister istemez Çetin geldi. Ne olmuştu Çetin’e? Herhalde hastaneden taburcu olmuştu! Ne iş yapıyordu, kimlerle takılıyordu, her şeyden önemlisi iyi miydi?
Facebook üzerinden organize olup hemen Çetin’in peşine düştük. Meğerse, hiç de öyle uğraşmamıza gerek yokmuş. Çetin hâlâ aynı hastanedeymiş, sadece kaldığı oda değişmiş. Çok düşünmeden bir ziyaret planı yaptık. Ertesi gün öğleden sonra üç arkadaş Çetin’in karşısında oturuyor, konuşmaya başlamak için doğru kelimeleri seçmeye çalışıyorduk. Saçları dökülmüş, derisi timsah derisi gibi buruş buruş olmuş, gözlerine buz mavisi bir çukur oturmuş, sesindeki yaşam sevgisi yerini pürtüklü bir yılgınlığa bırakmış… Yolda görsem tanımayacağım birisi olmuş Çetin. O da bizi hatırlamadı zaten, uzun uzun baktı yüzümüze, sonra masaya uzanıp, gazetedeki Sudoku’ya bir 7 ekledi. Doktorlara sorduk bu adamın gerçekten bizim arkadaşımız olan ve hiçbir şeyi unutmayan Çetin olup olmadığını. “Ta kendisi” dedi konuşurken gamzeleri ışıl ışıl parlayan bir doktor. “Ben burada yeni sayılırım ama benden önceki hocalarımdan duyduğum kadarıyla Çetin Bey’in tedavisi için daha önce denenmemiş yöntemlere başvurulmuş. İlaç tedavisinin masrafını sigorta karşılayamaz hale gelince de Transkraniyel Manyetik Uyarım’ın henüz tıp otoritelerince onaylanmamış yeni bir versiyonu Çetin Bey üzerinde uygulanmış. Amaç, kaygıya ve depresyona neden olan anıları silmekmiş ama uygulama sırasında bazı şeyler yanlış gitmiş ve Çetin Bey’in belleğinin hemen hemen tamamı silinmiş. Belleği son birkaç gün dışında hiçbir anıyı tutamaz halde. Bir de çocukluğuna dair birkaç kırık dökük olay var ama onlar da uydurma mı gerçek mi bilemiyoruz. Dili hâlâ iyi kullanıyor, sayılarla da arası iyi ama hepsi bu kadar. Bu yüzden sizi tanımaması normal. Beni bile tanımakta zorlanıyor pazartesi sabahları…” Bu son sözleri söyledikten sonra sandalyenin koluna bağlı olan ilaç kutusuna iki mavi, bir yeşil hap bırakıp gitti genç doktor. Biz üç arkadaş, tam olarak neye şaşıracağımıza karar veremediğimiz için aval aval birbirimize bakıyorduk. Çetin ise gözlerinin içiyle gamsız bir edayla gülüyordu. Bizden önce gelen ziyaretçilerde de -ablası geliyormuş sık sık- aynı kararsızlığı görmüş olmasıydı belki de onu bu derece çakırkeyif yapan. İlaç kutusundaki mavi haplardan birisini alıp ağzına attı. Metruk bir evin camlarını andıran gözlerini bana dikip konuşmaya başladı. “Babaannem dün beni sırtında taşıdı. Karlara bata çıka yedi kilometre yürüdü zavallı kadın. Bir de tilki gördük yolda, çam ağaçlarının arkasına saklanmış, sinsi gözlerle bizi izliyordu. Siyah bir burnu, solgun kış güneşiyle bile ışıldayabilen bıyıkları, sapsarı da bir kuyruğu vardı, görsen paşanın biri harbe giderken kalpağını düşürmüş dersin… Ha ha ha… Öyle şişman bir kuyruk! Bizi görünce ürktü, iyık iyık sesler çıkararak karın içinde hoplaya zıplaya gözden kayboldu.” Yanına yaklaştım, sandalyenin yanına ölü bir denizanası gibi yayılmış olan elini tuttum, damarları belirginleşmiş kırışık bir noktayı usulca okşayarak, “Tilkiler öyledir” dedim hafif bir sesle, “Ürkek hayvanlardır. Yanlarına yaklaştırmazlar.”
edebiyathaber.net (10 Kasım 2020)