Öykü: Cezir | Gizem Pınar Karaboğa

Ekim 22, 2024

Öykü: Cezir | Gizem Pınar Karaboğa

Deniz, kırışık dev bir boş sayfa gibi önümüzde. İzliyoruz yalnızca, kalemimiz yok. Zaten suya yazı yazmaktan farksız artık. Yılların alışkanlığıyla yükselmiş güneş, yorgun ışıklarını silgi tozları gibi denize serpiyor. Mevsimlerden yaz ama sanki bir palto atılmış günlerin üzerine.

İkimiz de başka türlü betimleyebiliriz manzarayı fakat biliyorum ki ikimiz de soluk renkleri, paslı tatları, küllü kokuları ve sonunda suskuyu seçeceğiz. Yine de tatile çıktığımızı, taksitlerini tüm yıl boyunca ödeyeceğimiz bir haftalık tatilimizi kendimize hatırlatarak kollarımızı uzatıyoruz birbirimize. İki şezlong arasında bir kırık köprü. Dinlenebilmek, hatta biraz sevinç duymak istiyoruz, sahiden istiyoruz bunu. Ellerimizi sımsıkı avuçluyor, parmaklarımızı birbirinden geçirerek yeryüzünde dengemizi sağlayacak bir duruş tutturuyoruz. Nasıl da heyecanlanmıştık, öyle tek başına dikilip duran ağaçların, toprak altında buluştuğunu, köklerinin birbirini kucakladığını okuduğumuzda! Birinin dalı incinse, yaprağının ucu yansa, diğerleri ferah özsularını, yeşil ışıklarını iletiyormuş ona demek! Tüm buluşlardan erdemli, tüm keşiflerden yüce. İşte böyle bir kıvanç duymak istiyoruz. Kanma, avunma ihtiyacı insanın da ağaçlar gibi olduğuna… Her birimiz gezegenin bir yerinde ama acıda ve haksızlıkta hep beraber…

İç geçiriyor, önümüze bakıyoruz: Karşı iskeleyi bağladıkları onlarca lüks teknenin amber renkli burunları parlıyor. Öyle ritimli, canlı ki müzik, insana ölümü hatırlatıyor. Her şeyde bir tuhaflık var, ışıltılı ve bulanık. Ne sezebiliyoruz ne aklımız alıyor. Kumlar yine o bildik kumlar pestil gibi yumuşak, turuncu; yüzeyin altında ise telaşlı kıpırtılar, kum kurtları kapkara ıpıslak döneniyorlar.

Ezberden gülümseyişle, “yüzelim” diyor. Sırtüstü uzanıyorum suya. Çağın sıkı sıkı tembihlediği gibi kendimi akışa bırakıp sürüklenmeye izin veriyorum. Gofret kâğıdı, su şişesi, kibrit, ped ambalajı, kozalak ve ben kıyıya vuruyoruz, hep beraber. Tüm çerçöp.

Üşüdük. Havluları sarınıp oturuyoruz diz dize. Şimdiyi, sadece şu anı, kıl köklerimizi yumru yumru etmiş ürpertiyi hissetmek istiyoruz. Unutmanın en kolay yolu, şimdiyi geçmişin öksüzü, geleceğin yetimi bırakmak, an’ı yaşamak. Ne hatırlamaya ne düş kurmaya mecalimiz var. Üzerimizdeki dev şemsiyenin altına sığınıyoruz. Uzun uzun bakışmalardan kaçınıyoruz biteviye. Yoksa suçlayacak ve aklayacağız sanki birbirimizi. Ve suçlayacak ve aklayacak… İşte yine çok yorgunuz. Ne ağaç olur bizden ne de bir orman ederiz. Hayatta kalmak adına tıkıştırıldığı akvaryumunun camına minnetle yapışan cüce vatozlarız biz. Şöyle bir plaj çantasını kurcalayacak, kalem bakınacak, bu cümleyi yazacak oldum, utandım. Bizimkisi mi hapislik, hem de böylesi deniz kıyısında? Solungaçlarını bedenine kapa ve yüksel balık! Sözcüklerini yitirdin çoktan sen, yalnız hava baloncukları…

 İkimiz de kurtulamayacağız bu histen. Günlerin, yılların üzerine atılmış palto bizim de sırtımızda; cepleri katliamlar, sürgünler, cezalar dolu. Aşağı çekiyor, omuzlarımızı düşürüyor bizim. Bir daha aynı gözlerle bakamayız artık kumsallara, dağlara, ovalara. Üşüyoruz. Bir iltihaplı hastalık kanımıza karışmış, ter döksek de ısınamıyoruz. Terle deniz suyu, kanla karnaval, vicdan ile riya birbirine bulandı.

Gidelim mi, diye soruyor. Terliklerimiz kum, kurtçuk, kemik tozu, çığlık… Akıtmaya çalışıyoruz musluğun altında. Ve yine aynı kumsalda bata çıka yürüyoruz.

edebiyathaber.net (22 Ekim 2024)

Yorum yapın