Bazen öyle bir ruh haline bürünüyorum ki, kimselere haber vermeden uzaklaşmak, sadece bilinmeze doğru yol almak istiyorum. Rüzgârın savurduğu yöne doğru, bir o yana, bir bu yana.Bazen de bir kuş gibi, başımı aşağıya çevirdiğimde sonsuz bir mavilikle karşılaşacağım, dalga seslerinin bana ulaşabileceği uzaklıkta uçmak istiyorum, hiçbir şey düşünmeden.
Uzun zamandır yalnız kalamadım, oysa buna o kadar çok ihtiyacım var ki… Acımla yüzleşmem, karşılaşabileceğim sorunlara karşı direnme gücünü kendimde bulmam gerekiyor. Anılarımın, siyah beyaz ışığında ağır aksak da olsa yürümeliyim. Gerçek ne kadar canımı acıtsa da, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı yeni bir hayata başlıyorum.
Meltem burada, birkaç günden beri bende kalıyor. Ne kadar uyarsam da, ‘‘Yanımda olmana gerek yok, artık tek başıma yaşayabilirim’’ desem bile beni dinlemiyor. İllâ kendi dediği olacak.Bana doğru geliyor, beraberinde keşke kahve de getirmiş olsa.
Yürürken terliklerini sürtüyor, çıkardığı sesten rahatsız oluyorum, kaç defa uyarmak istedim ama kalbi kırılır diye bir şeyde söyleyemiyorum. Bazen,kasti olarak mı yapıyor diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Yine saçmalamaya başladım işte, kadıncağız yardımcı olmak için burada, oysa benim şeytani düşüncelerim benliğimi çoktan ele geçirmiş. Ali’mden sonra değiştiğimin farkındayım,bunun rahatsızlığını duyuyorum ancak yine de kendime engel olamıyorum.
‘‘Ooo, bakıyorum yine eline almışsın kâğıdı, kalemi.’’
‘‘Bakma sen, sıkıntıdan yazıyorum aslında. Kafamı dağıtıyorum bu şekilde, bazen bir kaçış oluyor benim için.Son dönemde iyice soğudum hayattan, var olmak için bir yerlere tutunmaya çalışıyorum’’diyerek isteksizce, zoraki bir karşılık veriyorum, konuşmak istemiyorum çünkü. Eli boş gelmiş, hayal kırıklığına uğruyorum. Kahve pişirmek için bulunduğum yerden mutfağa doğru hareket ediyorum, bakışlarını seziyorum arkamdan. Acıma duygusunun bir ok gibi sırtıma saplandığını hissediyorum, o da yüreğimi kanatıyor. Ömrümün sonuna kadar akacak her damlası, tüm vücudumda birikecek ve en sonunda ruhumu parçalayacak, biliyorum. Yaşama tutunma savaşımın, beyhude bir çabadan öteye gitmediğini göreceğim böylece.
Elimde kahve ile geri dönüyorum. Meltem hâlâ odada. Kitaplıktan aldığı bir dergiyi karıştırıyor. Masaya oturmadan pencereden dışarıya bakıyorum. Arka bahçede oynayan çocukları görüyorum, Ali’min arkadaşları…Gözlerim doluyor, uzaklaşıyorum hemen, masamın başına geçiyorum tekrar.
‘‘Dışarıda hava mis gibi, hadi kalk, yürüyüşe çıkalım. Yakındaki parka gidelim. Kaç defa niyet ettik ama bir türlü gidemedik. Ne zamandan beri eve kapanmışsın, temiz hava iyi gelir.’’
Hiç itiraz etmeden, ‘‘Tamam’’ diyorum. Verdiğim yanıt ile şaşırıyorum kendime. Gerçekte istiyor muyum yoksa takınacağı ısrarcı tutumdan kaçınmak için mi öyle dedim, emin değilim. Fincanımı gösteriyorum, ‘‘Bitireyim, ondan sonra çıkalım.’’ Yorgun çıkan sesimden, kahvenin beni canlandıracağına inanmış gibi tebessüm ediyor. Gözlerinin içine bakıyorum, derinlerdeki hüznü görsem de, bakışından o an mutlu olduğunu anlıyorum. Yanıma geldiğinden beri ilk defa gülümsüyor. En son ne zaman mutlu olduğumu düşünüyorum, hastalık tanısı konmadan önceydi herhalde. Uzun hastane günleri boyunca, Ali’min başucunda değil mutlu olmak, ağlamaktan göz pınarlarım kurudu nerdeyse. Bu düşüncelerden uzaklaşmak istercesine,üstümü değiştirmek içinodadan ayrılıyorum.
Hazırlanıp çıkıyoruz. Dışarıya adım atar atmaz, desteğini hissettirmek için koluma giriyor. Yürürken kendimi güçsüz hissediyorum, fiziki yorgunluktan ziyade ruhsal bir yorgunluk benimki. Şikâyet etsem de, aslında Meltem iyi ki burada…
Parkın olduğu sokağa dönüyoruz, hafta içi olmasından dolayı diğer günlere göre etraf daha sakin, daha tenha. Arada tek tük arabalar geçiyor. Zaman öyle hızlı geçmiş ki, hazan mevsimine girdiğimizi fark etmemişim bile. Etrafımızı saran yapraklar,renkler diyarında bize eşlik ediyor sanki. Kırmızımsı, sararmaya yüz tutmuş yeşili ile rengârenk bir halının üstünde yürüyor gibiyiz. Kısa bir süre sonra, onlardan da eser kalmayacak, kuruyup yok olacak her biri…
Sol tarafımızdaki binadan çıkan çalışanları görüyorum, az ilerideki kafeye doğru gidiyorlar. Başımı kaldırıp bakıyorum, yüksekçe bir bina, dokuz ya da on katlı bir iş yeri galiba. Katları tek tek saymaya üşeniyorum. Bir yandan da, Meltem’in kaldırımı işgal eden masa ve sandalyelere söylenmesini işitiyorum. Kafeyi işleten adam onu duymuş gibi ters ters bakıyor, ikimiz de oralı olmuyoruz, kol kola yürümemize devam ediyoruz.
Az sonra parkın paslanmaya yüz tutmuş demirden kapısı karşımıza çıkıyor, içeri giriyoruz. Küçücük bir yer. Üç bank, bir salıncak ve bir kaydırak var sadece. Oturuyoruz banklardan birine. Dışarıdan gelen, arada bir varlığını hissettiren arabaların dışında hiç ses yok, insan kendini dinliyor. Hiç bir şey söylemiyorum, suskun sesim, içimdeki çığlığa baskın geliyor. Bastırılmış bu feryadın hiç ummadığım bir anda dışa vuracağı düşüncesi beliriyor, ürperiyorum. Oysa ağaç gölgelerinin oluşturduğu yarı karanlık alana inat, insan ruhuna dinginlik veren bir ferahlık var ortamda.
‘‘Biliyor musun, Ali’mi sadece bir defa getirdim, sevmedi hiç burayı.’’
Kadıncağız şaşırıyor, geldiğinden beri ilk defa oğlumdan bahsediyorum. Hiçbir şey söylemeden, tam karşımızda duran ağaca bakıyor, dalıp gidiyor bakışları.
‘‘Küçücük bir yermiş, rahatça koşup oynayamıyormuş, oradan oraya çarpıp duruyormuş.’’ Cümleyi söyler söylemez, gözyaşlarıma engel olamıyorum. İçimde biriken ve ağladıkça katran karasına dönen damlaları bir tek ben görebiliyorum. Yanaklarımdan süzülürken bıraktığı izler, ruhumdaki acının gözle görülür hali sanki…
‘‘Kokusunu çok özledim yavrumun, söyle bana Meltem, bu hasretle değil bir ömür, bir an bile nasıl geçer?’’ Başımı eğip, iki elimin arasınaalıyorum, oturduğum yerde öne arkaya doğru yavaş yavaş sallanıyorum.
‘‘Ahh,ah, nasıl bir anneyim de, her oluşan morluğu düşmelere, çarpmalara bağladım!!!’’, yüreğimin derinliklerinden gelen feryadımla avazım geldiği kadar bağırıyorum, çığlığım zincirlerinden kopuveriyor artık.
Meltem ne yapacağını şaşırıyor, ayağa kalkıyor, beni sakinleştirmeye çalışıyor. Bir şeyler dedikçe, hıçkırarak daha bir ağlıyorum. Kollarımı bacaklarına dolayarak sarılıyorum, başımı yaslıyorum bedenine. Sadece‘‘Lütfen, götür beni buradan’’ diyebiliyorum iç parçalayıcı bir sessizlikle.
Narin Gündoğuş kimdir?
Tıp Fakültesi mezunu. İstanbul’da yaşıyor. Yaşamın koşuşturması içinde yazarak nefes almaya çalışıyor. Birkaç öyküsü 1001 İstanbul Dergi ve Edebiyat Haber’de yayımlandı.
edebiyathaber.net (3 Aralık 2019)