Odadan odaya koşuyorum.
Mutfak rafları, kiler, buzdolabı…hepsine bakmışım ama yok.
İnatla arıyorum. Kavanozların dışından belli olmasına aldırmadan, içlerine de bakıyorum.
Değil. Çilek reçeli değil.
Nereye gider bu çilek reçeli? Adım gibi eminim, küçük bir kavanoz ayırdım sana. Geleceksin diye. Seversin diye. Sorarsın diye.
Ve sen geldin.
Kaç mevsim geçti üzerinden? O çok sevdiğin limon çiçekleri kaç defa açtı ve limona durdu?
Sayamayacağım kadar çok. Hatta bir ara mevsimleri karıştırıp, ağaç yediveren oldu sanmıştım. Oysaki, senin yokluğuna takılmış ve zamanın kıyısında duraklayıp kalmıştım. Sonra toparlandım.
Boş kavanozların durduğu kilere dalıyorum hızla. Geride, arkada kalan bir küçük kavanoz arıyorum. İçi çilek reçeli dolu. Senin sevdiğin gibi, fazla kaynatılmamış. Rengi pembe kalmış.
O kadar uzun zaman sonra geldin ki, önceden hazırladıklarımı tazeleriyle değiştirdim yıllarca.
En son gene değiştirdim. Eminim. Fazlaca yapmıştım hatta. Pembe nineye, komşu Fatma’nın çocuklarına da vermiştim birer kavanoz. Eve de ayırdım. Babana ve kız kardeşine. Sonra diğerlerine benzemeyen, boynunda bir nazar boncuğu taşıyan küçük kavanoza yerleştirdim senin hakkını. Kendime ayırmadım. Senden sonra bırak reçelini, çilek bile alamadım ağzıma.
Sen geldin ve ben senin için sakladığım çilek reçelini bulamıyorum. Olacak iş mi?
Kız kardeşin ve baban bir şeyler fısıldıyorlar kulağıma. Tedirgin bakışlarını tanıyorum. Gene hasta olacağımı sanıyorlar. Sen geldin ya, niye hasta olayım ki ben?
Ama elimde değil, sana sakladığım çilek reçelini bulmak zorunda hissediyorum kendimi.
Oysaki odanı hazırlamalıyım. Yatağının çarşaflarını değiştirmeliyim. Odana sinmiş tuhaf bir koku var. Eskimişlik gibi. Durdukça yaşlanmış ve solmuş perdeleri açmalıyım. Camları, panjurları karşılıklı açıp odanın içine temiz hava dolmasını sağlamalıyım. Limon çiçekleri yok ama yasemin, gül kokuları dolmalı odana.
İçimdeki ses, önce odanı hazırlamamı söylüyor. Akşam yaklaştı. Önce yatıp dinleneceksin elbette. Ama başka bir ses, daha yakından geliyor ve o ses önce çilek reçelini bulmamı söylüyor.
Telaşlıyım anlayacağın. Ve telaşlandığımda dikkatsiz olurum. Hay Allah, yeni geliyor aklıma. Daha yemek bile yapmadım. Dünden kalan bir şeyler var ama onları sunamam ki sana. Sevdiğin, özlediğin bir şeyler pişirmeliyim, sen onları yerken, buraları ne çok özlediğini düşünmelisin ve bize, bana gülümsemelisin. Öyle bir gülümsemelisin ki, ben gerçekten döndüğünü ve bir daha gitmeyeceğini anlamalıyım.
Ama bunun yerine, elim ayağıma karışıyor işte. Çilek reçeli, akşam yemeği, kimselerin girmesine izin vermediğim odan…
Hep bekledim seni aslında.
Ama o kadar beklemediğim bir anda geldin ki! Ön bahçedeki güllerin kuru yapraklarını ayıklıyordum. Mis kokulu pembe gülleri koklarken, bahçe kapısını açtın ve içeri girdin.
Habersizce gittin ve habersizce geldin.
İçimde taşkın bir sevinç var, yıllardır yaşamadığım. Ama mutluluğuma, endişem de eşlik ediyor.
Çilek reçelini bulmadan, sana akşam yemeği hazırlayabilecek miyim?
Gece çökmeden, odanı yasemin kokularıyla tazeleyebilecek miyim?
Yerimde duramıyorum, ne yaparsam yapayım yetiştiremeyeceğim diye geçiriyorum içimden. Ya gene gidersen korkusu ile babandan, kız kardeşinden yardım istiyorum. İş bölümü yaparsak, yetiştiririz diyorum.
Baban sarılıyor bana. Gözleri yaşlı. Kız kardeşinin ise, öfkeli, isyankâr. “Neden öfkelisin” diye soruyorum ona. “Bugün bayram var yavrum, bak abin geldi,” diyorum.
“Öldü anne, anla artık, öldü” diye bağırıyor bana. Seni gösteriyorum ona, baban bana sarılmış, hıçkırıklarını zapt etmeye çalışırken. “Bak geldi işte” diyorum. “Ölmedi.”
Sonra sen tutuyorsun elimden. Sarılıyorsun bana. “Sadece yüreğinde yaşıyorum anne” diyorsun.
“Gitme oğlum” diyorum. “Çilek reçeli yaptım sana.”
Elini yakalamaya çalışıyorum. Ama baban sarılmış bana, bırakmıyor. Kız kardeşin artık öfkeli değil, ağlıyor.
Ve sen gene gidiyorsun.
edebiyathaber.net (28 Haziran 2022)