Yazı İşleri Müdürü son hikayemi çok beğendi. Dergideki diğer arkadaşlar da bayıldı. Her gün sosyal medyadan mesaj atan okurları saymıyorum bile. Hatta müdürümüz böyle giderse hikayelerimi iyi bir yayınevinden kitaplaştırabileceğimi dahi söyledi. Tabi herkesin asıl merak ettiği ise bir anda hikayelerimi nasıl böyle değiştirdiğim. Üslubumu herkes az biraz beğeniyordu. Yalın, sade, duru bir anlatımım var. Fakat içeriklerime herkes burun kıvırıyor ve basit buluyordu. Bu beklenmedik değişme ve gelişme onları çok şaşırttı. Onlara sürekli artık bakış açımı değiştirdiğimi, farklı konulara yöneldiğimi söyleyerek geçiştirici cevaplar veriyordum.
Tabii ki bu değişim sihirli bir değneğin dokunuşuyla olmadı. Aslında bunu itiraf etmek istemiyordum. Fakat daha fazla da saklayamam. En başından anlatmak istiyorum.
Her şey Kuzguncuk’la başladı. Yakın çevremdekiler çok iyi bilirler benim Kuzguncuk sevdamı. Kuzguncuk bambaşka bir yerdir. İstanbul’un kalbidir, gözbebeğidir. Saadet dolu bir aile evi gibidir. İnsanları dostluk, hoşgörü, nezaket ve kibarlık abidesidir. Sokakları, evleri insana ilham verir. Hemen hemen her evin önünde ağzına kadar kedi maması dolu kaplar vardır. Biraz klişe olacak ama aynı sokakta hem cami hem kilise hem de sinagogun olduğu bir semttir Kuzguncuk. Orada ne Kadıköy’ün sahte, yapmacık elitizmi vardır ne de kenar mahallelerin bayağılığı. Beyoğlu gibi eskiye düşkünlük de yoktur. Hani “Nerede efendim o eski Beyoğlu?” diye dolaşan kasketli İstanbul beyefendileri(!) var ya. İşte onlar. Çünkü Kuzguncuk hep aynı Kuzguncuk’tur. Oraya her gidişimde yeni bir kafe, lokanta, kitapçı, butik keşfederim. Yeni yeni şeyler öğrenirim. Muazzam insanlar tanırım.
İşte yine böyle bir günde ellerim montumun cebinde hayran hayran gezerken daha önce fark etmediğim bir dükkan gördüm. Önünde çok güzel desenler çizilmiş çömlekler vardı. Dayanamadım, daldım hemen içeri. Dükkanın içi oldukça dar olmasına rağmen içerisi topraktan ve kilden yapılmış farklı boyutlarda çeşit çeşit tabaklarla, vazolarla ve kapının önündekilere benzeyen çömleklerle doluydu. Ben bakışlarımı etrafta gezdirirken karşıdan davudi bir ses yükseldi.
-Hoş geldin delikanlı.
Gözlerimi karşıya çevirdiğimde saçı sakalı aklaşmış, yüzünde ince ve anlamlı kırışıklıklar olan, uzun boylu, heybetli bir adam gördüm. El yapımı bir sandalyede oturmuş, ayaklarıyla çarkını çeviriyor, elleriyle de dönmekte olan çamura şekil veriyordu. Çarkın dönüşü bana Mevlevi semahındaki semazenlerin dönüşünü hatırlattı bir anda. Derin bir huşu kapladı içimi.
-Hoş bulduk amca, dedim. Ben kapının önünde çömlekleri görünce… Merak ettim. Çok güzel görünüyorlar.
-Güzeldir tabi. El emeği göz nurudur bunlar. Her birini özene bezene yaparım bunların. Toprağı ince ince elerim, çamuru ağır ağır ovarım. Güneşte kurumasını beklerim akşama kadar.
Amcanın işini aşkla yaptığı her halinden belliydi. Bir işten ziyade kutsal bir ayin gerçekleştiriyor gibiydi. Ayrıca insanı kendisine çeken bir hali vardı. Sanki çok uzaklardaki bir yakınımmış gibiydi. Bana karşı bu samimi yaklaşımından cesaret alarak karşısındaki iskemleye geçip oturdum.
-Çömlekçiliği televizyonda hep ölmekte olan bir zanaat olarak gösteriyorlar. Yavaş yavaş değeri kaybedilen bir gelenek, önemini yitiren bir değer. Şimdi böyle karşılaşınca çok şaşırdım doğrusu.
-Öncelikle düzelteyim. Zanaat değil, sanat. Rahmetli babam çok kızardı yaptığına zanaat denilmesine. “Bizim ne farkımız var ki bir ressamdan, bir müzisyenden yahut bir şairden…” derdi. O tablolar, besteler, dizeler onların duygularının yansımasıysa bu çömlekler ve vazolar da benim duygu ve düşüncelerimin yansıması derdi. Babam eşsiz ve benzersiz vazolar yapardı. İnsanın baktıkça bakası gelirdi. Ben ufacık çocukken bana da oynayayım diye biraz çamur verirdi. Ben gider o çamurla bardak, çanak yapardım. Anneme “Bu çocukta başka bir yetenek var,” derdi. O zamanlar dükkanımızın geleni gideni de eksik olmazdı. Bazen kapının önüne lüks bir otomobil gelir, içinden uzun boylu, şık giyimli bir adam ve kahverengi gözlüklü, uzun paltolu, parfüm kokan bir kadın iner en az 6-7 parçayı satın alırdı.. Ama, evet. Artık bu sanata hiçbir rağbet kalmadı. Fakat buna darılmamak gerek. Zira insanların hayatlarındaki, yaşayışlarındaki doğallığı kaybetmesi kullandıkları süs eşyalarına kadar sirayet etti. İnsanlar artık marketlerdeki, mağazaların camekanlarındaki plastiklere, fabrikalarda çok kısa sürede duygusuzca üretilen cam parçalarına yöneliyor.
Anlattıkları beni son derece etkilemişti. Üstelik konuşması, hitabeti, anlatım tarzı çok ustacaydı. Yani yıllardır büyük kalabalıklara konuşan inanların tavrı vardı. Sabaha kadar konuşsa dinleyecek gibiydim.
-Peki, dedim. Hiç mi gelen giden olmuyor?
-Çok şükür karnımızı doyuracak kadar kazanıyoruz. Arada sırada da gencecik kızlar geliyor. Yalandan bir merakla yaptıklarıma göz gezdiriyorlar. Sonra içlerinden bir tanesi bana yaklaşıp “Acaba ben de bir kez deneyebilir miyim” diye soruyor. Yerimden kalkıp usulca tarif ediyorum kızcağıza. Diğerleri de hemen telefonlarının kameralarına sarılıp arkadaşını çekiyorlar. O kız, güzelim çamuru rezil ederken kendi aralarında gülüşüp eğleniyorlar. Kamera kapandığında ise “Iyy bu ne ya, elim hep pislik oldu,” deyip kalkıyor. Çamurun mahvolması bir şey değil ama o kız öyle “Iyy,” dedi mi içim bir cız ediyor. Üzülüyorum. Neyse ki unutmak diye muazzam bir nimet var.
Bahsettiği kızların nasıl tipler olduğunu hemen anladım. Ellerindeki kamerayla gördükleri her şeyi çeken, her şeyi bir yerlerde paylaşan, her şeyi alaya alan, giyinişleriyle, konuşmalarıyla insanlarda tuhaflık hissi uyandıran gizli bir örgüt gibiydi bu kızlar. Birilerini üzmekten, kırmaktan asla çekinmezler. Sürekli gülerler ve daima eğlenirler. Hayatta olumsuz, negatif hiçbir şey yokmuş gibi davranırlar. Adını İngilizce ve Türkçe birer kelimenin karışmasıyla alan, Türkçeyi de İngilizceyi de katleden herhangi bir kafede onları görmek gayet mümkündü.
Yaptığı işin böyle küçümsenmesine, hor görülmesine bir hayli içerlemişti. Belli ki anlatacak, dertleşecek pek kimsesi de yoktu. İşini her ne kadar hevesle, severek yapsa da bütün gün dört duvar arasında kendini bir hapishane mahkumu gibi hissediyor olmalıydı. Tam içini rahatlatacak, yaptıklarını önemli hissettirecek bir şeyler söyleyecektim ki benden önce davrandı.
-Seni de sıktım delikanlı, kusura bakma. Ee, anlat bakalım nereden geldin de benim bu ufacık ekmek teknemi buldun?
-Estağfurullah, ne sıkması. Ben… Ben karşıda oturuyorum. Sürekli gelirim aslında buralara. Kuzguncuk ilham verir bana. Bir dergide hikaye yazarıyım da… Ondan dolayı. İnsanın estetik bir şeyler ortaya çıkarması için estetik şeylerle iç içe olması gerekir bence.
-Haklısın. Hem de çok haklısın. Sanırım benim de yıllardır hiç sıkılmadan bu işi yapmamın açıklaması bu. Demek hikayeler yazıyorsun? Sanırım bu işten sonra en iyi yapabildiğim şey de bu. Hikaye anlatmak… Kendimi bildim bileli birilerine hikayeler anlatırım.
Görmüş geçirmiş bir adam olduğunu ilk dakikada anladım. Bu yüzden söylediklerinden hiçbir şüphe duymadım. Böyle insanların hikaye anlatma konusunda gizli birer hazine olduklarını uzun zamandır biliyordum. Bazen ilk defa gittiğim bir terzide, bir antikacıda rastladığım yaşlı bir amca ya da teyze bana öyle hikayeler anlatırlardı ki…
-Çay içer misin?
Aniden kendime geldim. Sanırım o hikayelerden birini hatırlamış ve dalıp gitmiştim.
-Çok sağ olun, içmeyeyim. Ama varsa bir hikayenizi büyük bir memnuniyetle dinlemek isterim.
Bunu söyleyeceğimi biliyormuş gibi yüzüme bakıp gülümsedi. Oturduğu yerde doğrulup iyice bana döndü.
-Madem öyle, anlatayım. Bu hikaye yakın bir geçmiş zamana aittir. Hangisi olduğunu var sen seç. Öyle bir zaman ki henüz köylerde ne televizyon var ne de radyo. İnsanlar kahvehanelerde dört gözle bir meddahın ya da bir aşığın yollarını gözlüyor. İşte o zamanda Halil adında bir meddah yaşarmış. Pek yaman bir delikanlı olan Halil köy köy, kasaba kasaba dolaşır, kahvehanelerde hikayeler anlatarak, çeşitli taklitler yaparak insanları eğlendirirmiş. Yalnız bizim Halil’in diğer meddahlardan farklı bir tarafı varmış. Halil, diğer meddahlar gibi yalnızca komik şeyler değil, birbirinden farklı, ilginç ya da basit ama duygusal hikayeler anlatıyormuş. İnsanlar onu ağızları açık, hayranlıkla dinler, hikayelerin sonu gelsin istemezlermiş. Bir gün bizim Halil’in yolu yine bir köye düşmüş. Köydeki herkes haberi alır almaz akşam evinde yemeğini yiyip kahveye damlamış. Kahve lebaleb dolunca bizim Halil ortaya geçip komik bir öykü anlatmaya başlamış. Elindeki sopayı kah bir baston olarak kullanıp topallıyor, kah kılıç yapıp sallıyormuş. Bu öykü bitince kendisi de bir sandalyeye oturmuş ve gizemli bir hikaye anlatmış. Herkes heyecan ve merak içinde kulağını ona verip olayın sonunu bekliyormuş. Halil bu hikayeyi beklenmedik bir şekilde bitirip herkesi şaşırttıktan sonra da 50-60 yaşındaki adamların bile gözünden yaş getiren bir aşk hikayesi anlatmış. Hikayeler böyle art arda sıralanırken saat de epeyce geç olmuş. Adet üzere konuğu köyün muhtarı Hüsamettin Ağa evinde ağırlamış. Birlikte güzel bir ziyafet çekip sohbet etmişler. Hüsamettin Ağa, Halil’e yatacak yer göstermiş. Sabah olunca bizim Halil, birkaç parça eşyasını toparlayıp çıkmaya hazırlanmış. Tam odadan çıkarken bir kız görmüş ki yüreği tutulmuş, adeta kalbi durmuş, nefesi kesilmiş… Gördüğü kız Hüsamettin Ağa’nın biricik kızıymış. Ne yapacağını şaşırmış, eli ayağına dolaşmış. O sırada Hüsamettin Ağa da odasından çıkıyormuş. Onu görünce “Oo, Halil oğlum, gidiyor musun” diye sormuş. Halil hala kendinden geçmiş bir şekilde kıza bakıyormuş. Birden adama dönüp “Ağam sana bir diyeceğim var” demiş. Hüsamettin Ağa yanına yaklaşıp “Buyur söyle.” diye karşılık vermiş. “Ağam ben Allah’ın emri, peygamberin kavliyle kızına talibim.” Hüsamettin Ağa bunu duyunca kan beynine sıçramış. Suratı öfkeden kıpkırmızı olmuş. Bütün gücüyle oğlana şamarı indirmiş. Sonra yakasına yapışıp “Vay ırz düşmanı, vay namussuz, şerefsiz” diye bağırarak dövmeye başlamış. Hıncını alamayıp dışarıda da bir süre tekmelemeye devam etmiş. Etraftakiler zor bela kurtarmışlar oğlanı. Köylüler Hüsamettin Ağa’yı tutmaya çalışırken o da “Def ol bu köyden, bir daha sakın seni görmeyeyim alçak herif!” diyormuş. Fakat bizim Halil hiçbir yere gitmemiş. Köyün içinde avare gibi dolaşıp durmuş. Hiç kimseyle de konuşmuyormuş. Aradan birkaç gün geçmiş. Hiçbir değişiklik olmamış. Halil, sabahları kahvenin karşısında oturuyor, ellerini yumruk yapıp yanaklarına bastırıyor akşama kadar kıpırdamadan kahveye bakıyormuş. Akşamları haline acıyan çıkarsa evine alıp bir tas yemekle yatacak yer veriyor, olmazsa sokaklarda sabahlıyormuş. Köylüler bir iki kez Hüsamettin Ağa’ya gidip “Yazıktır, üzme şu oğlanı, baksana aşkından deliye dönmüş,” demişler. O da her seferinde aynı cevabı vermiş. “Ben Suna’mı kahvelerde soytarılık yapan bir adamla evlensin diye büyütmedim.” Günler böyle geçtikçe Halil’in adı Deli Meddah’a çıkmış. Herkes ona Deli Meddah deyip dalga geçiyor, ufacık çocuklar arkasından taş atıp kovalıyormuş. Yalnız Halil’in köyden ayrılmaya hiç mi hiç niyeti yokmuş. Her gün kahvenin önüne gelir, ellerini küçük bir çocuk gibi yanaklarına götürür, öylece kahveye bakarmış. Günlerden bir gün kimse kahvenin önünde bunu görmemiş. Herhalde bir yerde uyuya kaldı, diye düşünüp pek üzerinde durmamışlar. Fakat sonraki gün de ortalarda göremeyince endişelenmişler. Sağa sola haber salıp her yeri didik didik aramışlar. Bulamayınca komşu köylere sormuşlar ama nafile. Sanki kuş olup uçmuş. Aradan yaklaşık bir ay geçmiş. Kahvede dört arkadaş sohbet ederken içlerinden biri” Acaba nerede bizim deli?” diye sormuş. Karşısında oturan “Hangi deli?” demiş. Bir diğeri “Hani bizim muhtarın kızına yanık olan Deli Meddah Halil var ya, ne çabuk unuttun,” diye yanıtlamış. Ama soran genç, hala anlamamış kimden bahsettiklerini. O üçü de dalga geçtiğini düşünüp masadan kovmuşlar. Bir sonraki gün bu üçü kendi aralarında konuşurken söz yine dönüp dolaşıp Halil’e gelmiş. Yine içlerinden birisi “Halil de kim?” diye sormuş. Bu diyalog kahvedeki başka masalarda da geçiyormuş. Yalnızca kahvede değil, evlerde, çeşme başında, sokakta oyun oynayan çocuklar arasında da konuşuluyormuş. Ve bir gün Halil’i hatırlayan, tanıyan kimse kalmamış köyde. Aradan uzunca bir vakit geçmiş. Zaman çok şeyler getirmiş, çok şeyler götürmüş, bazı şeyleri de bozup değiştirmiş. Bir sabah Hüsamettin Ağa kahveye gelip sevinç içinde “Herkese benden çay,” diye bağırmış. Onun bu heyecanını gören köylülerden biri “Hayırdır Hüsamettin Ağa, bu ne keyif?” diye sormuş. “Bugün oğlum, aslan Halil’im geliyor, ben sevinmeyeyim de kim sevinsin.” Bunu duyan köylüler de heyecanlanmış. Çünkü Hüsamettin Ağa’nın oğlu İstanbul’da büyük bir film yıldızı olmuş. Bir sürü filmde oynamış. Komedi, dram, aksiyon… Herkes hayranmış ona. Aslında köydekiler onun için yerini yurdunu unuttu, şöhret olunca kibirlendi diye düşünüyorlarmış. Ama demek ki unutmamış. Kahvedeki ihtiyarlardan biri “Hayırlı olsun muhtar,” demiş. “Bir tane yavrun vardı, onu da okusun diye el kadar çocukken İstanbul’a yolladın, çok şükür değdi.” Halil lüks bir otomobille gelmiş köye. Bütün köy ahalisi sevinçle karşılamış onu. O da herkese yakın davranmış. Çocuklara oyuncaklar dağıtmış, ahaliye çeşit çeşit hediyeler vermiş. Aradan birkaç gün geçince Halil de herkes gibi biri olmuş. Kahveye gelip çay içiyor, babasına yardım ediyor, tarlalarda dolaşıyormuş. Bir gün köyün bağlı bulunduğu ilçenin kaymakamı ailesiyle muhtarı ziyarete gelmek ve Halil’le tanışmak istediğini haber vermiş. Elbette Hüsamettin Ağa bunu seve seve kabul etmiş. Kararlaştırdıkları gün gelince kaymakam, eşi ve kızıyla birlikte köye gelmiş. Halil kaymakamın kızını görünce oracıkta vurulmuş. Kızın adı Suna’ymış. Halil Suna ile çok iyi anlaşmış. Bu ziyaretten sonra ara ara ilçeye gidip Suna ile görüşüyor, saatlerce hiç sıkılmadan sohbet ediyormuş. Köyde de yavaş yavaş dedikodular yükselmeye başlamış. Halil sonunda bir akşam babasını da alıp Suna’yı istemeye gitmiş. Kaymakam Bey kızının da fikrini aldıktan sonra “Verdim gitti,” demiş. Bunun üzerine köyde kırk gün kırk gece düğün olmuş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.”
Hikaye bir masal gibi bitmiş, kafam allak bullak olmuştu. Her şey birbirine girmişti. Suna Hüsamettin Ağa’nın kızı değil miydi? Meddah Halil kimdi? Film yıldızı olan Halil nereden çıkmıştı? İçimden herhalde amca ihtiyarlıktan hikayeleri karıştırdı diye düşündüm. Ama uzun zamandır böyle garip bir hikaye duymamıştım. Garip garip baktığımı ve hikayeyi anlamaya çalıştığımı görünce amca araya girdi.
-Galiba hikayemi enteresan buldun delikanlı. Olaylar nasıl oldu da bu hale geldi, karakterlere ne oldu diye düşündün. Sanırım “paralel evren” gibi bir ifadeyi benim gibi ihtiyar, hayatını küçücük bir dükkanda çömlek yaparak geçiren bir adamın ağzından duymaya alışık değilsindir. Ya da bunu bana yakıştırmazsın. Oysa ben buna çok meraklıyımdır. Hayatta sonsuz ihtimal olduğuna inanırım. Şu anda farklı bir evrende, farklı bir cinsiyette, farklı bir yaşta olduğumu düşünürüm.
Söyledikleriyle hikaye farklı bir anlam kazanmıştı. Daha önce paralel evrenle ilgili pek çok film izlemiş, kitap okumuştum. Hiçbiri bu hikayeden daha az garip değildi. İşte o gün ona büyük bir saygı duydum. Oradan ayrılır ayrılmaz bu hikayeyi yazıya döküp derginin editörüne götürdüm. İlk defa bir hikayemi o kadar beğendi. Daha sonra bu ufak çömlekçi dükkanının müdavimi odum. Her gidişimde bir öncekinden daha muazzam hikayeler dinliyordum. Tabi dinler dilemez doğru dergiye… Ama içimde “Acaba bu yaptığım doğru mu, etik mi” diye bir huzursuzluk vardı.
Geçen gün tekrar gittim. Fakat karşımda bir çömlekçi bulamadım. Yalnızca üzerinde kiralık yazısı bulunan boş bir dükkan vardı. Hiçbir anlam veremedim. Yandaki büfeye sordum. Adam tuhaf tuhaf yüzüme bakıp “Ne çömlekçisi kardeşim, burası en az bir yıldır boş” dedi.
Ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Herhalde benimle dalga geçiyor diye düşünüp etraftaki birkaç yere daha sordum. Herkes aynı cevabı verdi. Aklımı yitirecek gibiydim. Sanırım biri bana oyun oynuyordu. Bir an akşama kadar yeni hikayemi teslim etmem gerektiğini hatırladım. Bir yere oturup hızlıca bu olanları hikayeleştirip yazdım ve yolladım. İşte bu en başta bahsettiğim yazı işleri müdürü de dahil herkesin çok beğendiği hikaye ortaya çıktı. Ve bu dinlediğim, başkasından duyduğum bir hikaye değildi. Bizzat benim yaşadığım, kendi hikayemdi. Çömlekçiye gelince… Belki de benim defalarca dükkanına gidip “Kolay gelsin Halil Amca dediğim adam Mevlana’ydı, Dede Korkut’tu, Hoca Nasreddin’di…
edebiyathaber.net (7 Nisan 2022)