Çocukluğumun en karanlık köşesidir bu çöngül. Saymakla bitmez yuttukları. Kardeşlerimin, gelen giden misafirin onca öteberisi. Muhtarın oğlu Muzo’nun Karaburun’u, annemin çarşıdan alıp ikinci kere giyemediği pembe lastik terlikleri. Babamın gözünden sakındığı brahma tavuğu, ki ne övünürdü onunla, “Başka kimselerde paçalının böylesi yok.” diye. Ailenin tek geçim kaynağı olan, yan yana uzanan birer dönüm bahçe ve tarlanın bittiği yerde başlar, eve beş altı metre kala sonlanırdı. Büyük dedemin çocukluğunda küçük bir lagünmüş aslında. Tarla, bahçe buradan çekilen suyla beslenirmiş. Yıllar içinde rutubetli çamur yığını almış götürmüş lagünü, burayı küçük bataklığa çevirmiş. Bir dönüm kadar var yok. Muhtar hep söylendi babama; “Şunun etrafına bir çit çeksen Remzi Dayı.” Babam bu, yaptığına da akıl ermez, yapmadığına da. Bizim çöngül de öyle. Bakarsın kenarına bırakılan pulluk içine kayar batmaz, ama benim ağaçtan oyma kılıcım düşse göz açıp kapayana dek kaybolur. Kimsenin ne dibini anlamaya, ne içine düşeni almaya gücü yeterdi.
Çöngül, bütün köye bir hiza verirdi. Dağlar kararıp, gölgeler uzadı mı herkes el ayak çekerdi bizim evden. Etrafı açık, evle mesafesi az, karanlıkta düzlükten ayırması imkânsız, kimse gece vakti yakınında olmaya cesaret edemezdi. Gün boyu tarlanın, hayvanın işinden başını alamayan babam, çiti biraz da köylük yerin bu gece misafirliklerini kesmek için yaptırmazdı. Sabaha karşı güneşle birlikte hafiften küf kokusu salar, uyandırırdı bizi. Pencerelerin geniş denizliklerine oturur, kendimi çöngülün ikinci bir ev bildiğim seyrine bırakırdım. Ondan diğerleri kadar korkmadığım için yanı başında kendimle beş taş, toprak daması oynar, Yaşar Öğretmen’in ilçeye indikçe getirdiği Doğan Kardeş sayılarını yüksek sesle ona okurdum. Uzun uzun dinler, üzerinde boy vermiş birkaç ince saza baş eğdirerek onaylardı benden duyduklarını. Çöngül, on dördüme bastığım yaz, etekliğinin kenarları oyalı, kısa saçlı, beyaz çoraplı Esra’nın kırmızı iskarpinlerini yuttuğu güne kadar en yakın dostumdu.
O yaz baştan sona bir iç sıkıntısıydı. Hatta daha yazı görmeden evvel; kış ve bahar, bedenimin hızına yetişemediğim büyümesinden korkarak geçmişti. Köyde lakabı Heyula Remzi olan babam, on üçümde hala yüz otuz santim boy ve kırk kiloyla dolandığımdan, kendisine ya da kocaman ellerini mala niyetine kullanabilen amcalarıma değil de, annem kadar var yok boylarıyla ‘erkek geçinen’ dayılarıma çekeceğimi söyler dururdu. O yaz, belki de hayatında ilk kez haklı çıkmadığına gururlanıyordu. Babam, dudaklarımın üstüne bir gölge gibi çöken pis bıyığım, köklü, kalın, çıbanlaşmış sivilcelerim, sağ şakağımdaki inat çukurundan fışkırır gibi duran at kılından kara saçım, kuvvetlenen bacaklarımın üstünde yükselen uzunca boyum, genişleyen göğsüme yayılan, artık dayılarımla kıyaslanamayacak kalıbım nedeniyle bana daha bir düşkün olmuştu. Önceden, elimde dergilerimle çöngül başında görünce kafasını çeviren, vara yoğa sinirlenip, özenle zımparaladığım cilaladığım dama taşlarımı bataklığa fırlatan adam, önünde kalsam kapan, ardında kalsam tepen babam, şimdi benimle muhabbete yer arar olmuştu. Bense, kalınlaşan sesim kulaklarımda patladığından konuşamıyor, ellerimin, ayaklarımın kontrolsüz ağırlığı içinde sağa sola çarptığım için her işi ağırdan alıyordum. Bulduğum her fırsatta, bir türlü alışamadığım bu yeni bedenle, kafamın içinde giderek yükselen bir göl gibi hiçbir yere akıtamadığım düşüncelerimle yalnız kalmak istiyordum.
Mayıs gelip on dört yaşımı alınca, bir de Haziran on beşte okullar kapanınca iyiden iyiye babamın eline düşmüştüm. Tan yeri ağarmadan “Sabahlar oldu, haydi gün beklemez, iş beklemez.” diyerek uyandırır, ‘büyüdün artık’ güdülemesiyle nefes aldırmadan bir işten diğerine koştururdu. Yine de ne yapar eder, mesela babam koca cevizin altındaki sedirde kestirirken, bir köy meselesi için muhtarlığa çağrıldığında, ziraat ya da öteberi için ilçeye gittiğinde, kendimi çöngülün yanına atar, kimseye diyemediklerimi ona anlatırdım. Islak sabahlar, gündüz rüyaları, kasıklarımın, kol altlarımın kalabalığı, sınıftaki kızların okul önlüklerinin altından seçilir hale gelen yuvarlacık memeleri.
Esra’yı ilk kez, Haziran’ın ikinci yarısında bir sabah, çöngülle ev arasından köyün içine doğru uzanan yolun başında, komşu arazinin sınırlarını belirleyen kavakları yanına almış bana doğru yürürken gördüm. Lacivert üzerine, kırmızı, turuncu mine çiçeklerinin serpildiği elbisesinin içinde. Yakasının açıkta bıraktığı köprücük kemikleri, yürüdükçe göğsünde çırpınan beyaz bir güvercindi sanki. Eteklerinin oyalı biyesi her adımında dizlerinin etrafında ışıklı bir çember gibi dönüyordu. Ensesinde kısacık şekilli kesilmiş saçları uzun boynunu sergiliyor, elleri incecik kollarının bitimine düğmelenmiş birer mendil gibi konuşuyordu. Kuşluk vakti değildi henüz ama babam beni işe koşalı çok olmuştu. “Acuru sinek sarmış kalk ilacı sulandır.” demişti. Yaprak gübresini, ilacı suya katıp elimde pompa, yüzüme alelacele sardığım bir paçavrayla acuru dolanmış, bahçenin başına geldiğimde kan ter içinde kalmıştım. Saç diplerimden süzülen, gözlerimin içine dolan terden midir nedir, Esra’yla birlikte evimize doğru yaklaşan Yaşar Öğretmen’i neredeyse yanıma vardıklarında seçebildim.
Kemerli burnunun gölgesinde sakladığı o kocaman gülümsemesiyle elindeki dergileri bana uzatmıştı Yaşar Öğretmen. Bir süre öyle baktığımı hatırlıyorum. Eli havada kalınca, “Kusura bakma evlat, elindekini bırakınca alırsın.” dedi. O vakit yeniden anımsadığım pompayı hemen çeşmenin taşına bıraktım, hızlı, beceriksiz hareketlerle ellerimi yıkadım. Sivilcelerimi sakladığı için indirmekte tereddüt ettiğim paçavrayı çeneme sıyırdığım o saçma anın sonunda konuşabildim, “Hoş geldiniz öğretmenim, ilçeye mi inmiştiniz?” “Yok evlat yeğenimden rica ettim, gelirken alıversin dedim. Birkaç gün burada benimle kalacak. Sonra ben de döneceğim onunla yaz için. Eylül’e kadar bu sayılarla idare edersin artık.” Teşekkür ettim, ama duyuldu mu bilemedim. Elimde dergilerle ne kadar dikildim, öğlen olmadan yakmaya başlamış güneşe rağmen, karnıma dolan rüzgârla konuşamadan ne kadar durdum bilmem. Babamın davudi daveti yetişti, “Yaşar Hocam hoş geldin, çayım da şimdi demini aldı.” Babamla Yaşar Öğretmen önde biz arkada, bahçedeki ocağın başına yürürken, “Merhaba” dedi “Adım Esra. Dayımın öğrencisi misin?” O rüzgâr karnımın içinde vınlamaya devam etmeseydi, bağırsaklarım buz tutmuş, çenem çöngüle düşmüş olmasaydı, yanıt verebilirdim belki. “Oğlum odun at sacın altına.” dedi babam. Hemen seyirdim, iki küçük kuru odunu çaydanlığı kaynatan ayaklı sacın altına sürdüm. O ara babam çayları dökerken, Esra’nın ela gözleri kısa perçemlerinin altından bana bakıyordu. Annem çayın yanına sıcak yufka ekmek ve taze tereyağından sıkmaçları el çabukluğuyla yetiştirmiş, tülbendinin ucunu ağzının kenarından iliştirmiş, yanımıza oturmuştu. Melamin tabakta birkaç parça sıkmacı Esra’ya verirken ellerine değdim, rüzgâr karnımı esip geçti. Neye benzediğini bilmediğim bir gülümsemeyle ilk kez gözlerine bakmaya cesaret edebildim, “Tabureni az geri çekelim istersen, eteklerine ateş değmesin.”
Büyükler, taze incir, ceviz eşliğinde ikinci demlik çaya geçtiklerinde biz de bahçeyi turlayıp bitirmiş, çöngüle bakan pencere denizliğine oturmuştuk. İlçede yaşıyordu. Benden bir sınıf büyüktü. Elektrik teknisyeni babası o küçükken bir şantiyede akıma kapılmıştı. Annesi terzilik ediyor, kardeşinden de aldığı destekle kızını büyütüyordu. Yaşar Öğretmen’in hayatındaki bu hikâyeyi şaşırarak öğrenmiştim. İstese bütün köyden doktor, mühendis yetiştirebilir sandığım, şefkatli, kararlı bu genç adamın hayatında böylesi bir zorluk vardı demek. Esra sohbetin bir yerinde çöngüle kıyı düzlükte, toprağa çizdiğim damayı, taşları gördü. Kendime dama arkadaşı bulmuş olmak tuhaftı. Köyde oğlanlar, en iyisinden çelik çomak, futbol, çoğu zamansa itiş kakış türünden oyunları seçerdi. Dama onlar için bir çeşit zayıflıktı hatta. Kızlar zaten oğlanlarla okul dışında yan yana gelmezdi. Damaya bir eşlikçi bulmak imkânsızdı. Onu gördüğüm andan beri lal olmuş düşüncelerim, damanın keyfiyle hepten beni bıraktı gitti. Gülüyor, konuşuyor ve oyunda ikinci tura dönüyorduk ki bahçenin girişinde çeşmenin başında bir hareket oldu, birden ortalık karıştı.
Babamın, önce elinde bir sopayla küfür kıyamet birinin arkasından koştuğunu, sonra burnundan soluyarak bahçeye geri döndüğünü ve bana doğru yürüdüğünü gördüm. Son zamanlarda etrafta, köye dadanmış birkaç çapulcunun lafı dolanıyordu. Evlerin önüne, bahçelere bırakılan hortum, tırpan, kürek benzeri eşyayı, hurdayı çalıp kaçıyorlardı. Babamın buna değin onca sıkı tembihine rağmen ilaç pompasını Esraları karşıladığım yerde, bahçe girişindeki çeşmenin taşında bırakmıştım. Öfkesi tozu dumana kattı, geldiği gibi bir tekmeyle yerdeki dama taşlarını çöngüle savurdu. Olanların şaşkınlığını ancak üzerinden atan Yaşar Öğretmen, suratımda patlayan tokada yetişemediği gibi, bu hengâmede kendini korumak için gerileyen Esra’nın çöngülün içine kaymasını da engelleyememişti. Ayakları çamura saplanan Esra, babamın öfkesinden titriyor, giderek çamura kaymanın korkusuyla çırpınıyordu. Donmuş gözbebeklerini, hıçkırıksız durmaksızın akan gözyaşlarını bugün bile unutamam. Telaşla ellerini öne uzatıyor, birinin yakalayabilmesi için yalvaran gözlerle bakıyor, çoktan çamura gömülmüş kırmızı iskarpinlerinin ardından beyaz kısa çorapları da giderek gözden kayboluyordu. Yaşar Öğretmen bir taraftan beni yerden kaldırmaya uğraşıyor, diğer eliyle Esra’ya uzanmaya çalışıyordu. Babam köpüren öfkesinden Esra’nın çöngüle kaydığını fark edemiyor, önümde dikilmiş doğrulmamı engelliyor, hala çalınan pompanın lafını edip, benim ne zaman tam bir erkek olacağımı sorguluyordu.
O dakika göğsümde kabaran, yüzümdeki tokadın kara lekesinde yüksek bir nabız gibi çarpan o öfke, bu yaşımda hala kalbimde bir mezar taşıdır. Doğrulmaya çalışırken, yerden aldığım küreği babamın dizine bütün kuvvetimle vurduğumu anımsıyorum. Bu beklenmedik hareketimin şaşkınlığı ve can acısıyla yere çöken babamı geçip çöngüle yanaştığımı, Esra’nın boşluğa uzanan ellerini tuttuğumu. Onu aşağı çeken ayakkabılarını bırakması gerekiyordu, bağırıyordum, bileklerini yavaşça ayaklarını çıkaracak şekilde döndürmesini söylüyordum. Yaşar Öğretmen’in de elleri yetişti, ikimiz birlikte hızla çektik Esra’yı. Ayakları havalanıp, çöngülden kurtuldu. Çamura saplanan lastik ayakkabılarımı bırakıp ben de yanına sıçradım. Her şey bir anda olup bitmişti. Neyse ki iyiydi ama çöngül kıyısına dizlerinin üzerinde düşmüş, yaralanmıştı. Annem getirdiği temiz bez ve ılık suyla Esra’nın yaralarının silerken, babam ocağın başındaki taburesine çökmüş, sırtı kambur, kollarını bacaklarının arasına sarkıtmış ona bakıyordu.
Yaz sonunda kaydımı şehirdeki yatılı okula aldık. Orta son olmuştum. Köyde ortadan sonrası olmadığı için, devam etmek isteyen her çocuk gibi lisede ilçeye ya da şehre gitmek zorunda kalacaktım. Annem, ucuyla gözünün yaşını sildiği tülbendini ağzının kenarına iliştirdi, beklenenden erken gelen bu ayrılığı sessizce destekledi. Yaşar Öğretmen’in hakkını ödeyemem. Okuldan yurda kayıt işlerimi gördü, şehirde yaşamanın yolunu yordamını öğretti. Esra’dan ara sıra aldığım, üniversite yıllarına kadar cılız bir ümidi besleyen mektuplar bir yerden sonra kesildi. Babam, üniversite yılları ve sonrasında nadiren de olsa yaptığım, birkaç günü geçmeyen ev ziyaretlerimde gözümün içine hiç bakmadı. Hastalığı ilerleyince, bütün hayatını adadığı yan yana uzanan bahçe ve tarlanın bitip, çöngülün başladığı bu yerde bir mezarlık istemiş. Çocukluğumun en karanlık köşesinde uzanıyor şimdi.
edebiyathaber.net (5 Ağustos 2021)