Ebediyetin saatleri yakın. Biliyorsun. Her gün, -o gün bugün değil, diyerek avunsan da bu değişmiyor. Gün geçtikçe sıklaşan cenaze törenleri seni utandırıyor. Öte yandan akranlarının amatör birer oyuncu gibi sahneden erken ayrılmaları, sana perde kapanana kadar başrol şansı vermeleri seni heyecanlandırıyor. Yine de ölüleri kıskanıyorsun; oğullarını, kızlarını, torunlarını, hısım akrabalarını. Ne de olsa boşlukta asılı duran, köksüz, zamanın içini yavaş yavaş oyduğu, kuru kabuklu bir ağaçsın.
Asırlık bir yorgunluk var diz kapaklarında. Doktor eklem romatizması dese de biliyorsun, yalnızlığı bir ömür boyu dizlemekten, öbeklenmiş yaralarını sırtlamaktan, kadınlarla arandaki ucu bucağı belirsiz mesafeleri ve kendinin arazlarını göğüslemekten, kısaca hayattaki en ince ayrıntıları bile iplemekten mütevellit bir yorgunluk seninkisi. Birazdan kemiklerin gergin bir yay gibi fırlatıp atacak etini, rutubetten badanası kabarmış duvara yaslı idrar sarısı yatağına. Bu sonuncu atış olabilir. Farkındasın.
Şimdi yatakta gözlerinin tavandaki örümcek ağıyla buluştuğu andasın. Ölene kadar evlerini inşa eden bu inatçı mahlukat, her nedense kadınların bitmek tükenmek bilmeyen hırslarını anımsatıyor sana. -İstediklerini almak için her yanı çevreliyorlar, ağlarına düşmemek ancak ilahi bir ihsan olabilir, diyorsun. Annen geliyor aklına. Yetmiş yedi yıl geriye sarıyorsun filmi. On iki yaşındasın. Amasra’nın kayalıklarla çevrili sahiline elli metre uzakta, azıcık yamaçtaki aşı boyalı tek katlı o küçük evinizdesin. İkindi vakti. Gözün televizyonda. Üzümlü kekini çatallayıp, üzümlerini ayırıyorsun. Fırtına çıkacak birazdan. Hissediyorsun. Hem içeride hem dışarıda. Gri bulutlar göğü keşfe çıkmış gibi dolanıp duruyor pencereden. Görüyorsun. Annen dudağının kenarına sıkıştırdığı sigarasını tellendirip, elinde tığ, dantel örüyor. Telefon çalıyor. Koşturup açıyorsun. Arayan baban. Kahvehaneden arıyor; gece geç geleceğini, akşam yemeğe beklememenizi söylüyor. Sen de annene söylüyorsun. Annen elindeki danteli kanepede bırakıp, çakmağını ve sigara paketini sutyenine sokuşturup, plastik kovasını, oltasını kaptığı gibi kayalıklara koşuyor. Annenin peşi sıra adımlarını hızlandırıyorsun. Dalgalar kayalıkları bütün hıncıyla dövmeye koyulmuş, içini ürpertiyor, annenin sigarasını rüzgâr körüklüyor, saçları rüzgârda uçuşamayacak denli kıvırcık, öfkesi göğün koyuluğunu gölgede bırakacak denli haşin. Cesaret edip konuşuyorsun.
-Birazdan fırtına çıkacak!
Annen ses vermiyor. Oltasını suya atıyor büyük bir hışımla. Kanca ilk atışta kayalığa saplanıyor.
-Allah kahretsin!
-N’olcak şimdi?
-Ölünün körü olacak. Hadi atla, kurtar şu oltayı!
Şaşkınlıkla korku arasında yuvalarında dönüp duran gözbebeklerini görünce daha da sinirleniyor annen.
-Ne dikilip duruyorsun? Hadi kurtarsana şu oltayı!
Tedirgin bir şekilde suya atlıyorsun. Dalgalar annenden daha merhametsiz çıkıyor, bir türlü oltanın saplandığı kayaya ulaşamıyorsun. Kulaçların yetmiyor. Sen ileri gitmeye çalıştıkça dalgalar seni geri geri kendine çekiyor. Koca bir dalga geliyor arkandan ağzını açmış, seni sürükleyip içine alıyor. Tekrar karaya çıkabilmek için dualar ediyorsun, çığlık atmaya bile mecalin yok. Karadeniz’in yosunlu suları genzini yakmaya başlıyor. Öksürüklere boğulmuş halde şans eseri karaya çıkıyorsun. Annenin çatık kaşları karşılıyor seni.
-Ne diye çıktın sudan?
-Az kalsın dalgalar beni yutuyordu, diyorsun.
-Keşke yutaydı, dediğini duyuyorsun, ağlayarak eve dönüyorsun, iliklerine kadar titriyorsun. Islak giysilerini çıkarıp yatağa giriyorsun. Gözbebeklerin tavanla buluşuyor. Yalnızlığın ortasında, kendinin kıyısındasın. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak biliyorsun. Ne babanın telefonlarına ne annenin oltasına koşuyorsun.
Büyüdükçe yalnızlığın insan denen kirli bataktan uzak en sığ liman olduğuna kanaat getiriyorsun. Uzun yıllar önce dedenden kalan hatırı sayılır mirasla kadınların gecelerini satın alıyorsun ve her satın aldığın gece onlarla arana yeni mesafeler ekliyorsun. Şimdi en kısa mesafeye gidiyoruz. Handan’a. Elli dört yıl geriye sarıyorsun filmi. Otuz beş yaşındasın. Dışarısı. Rüzgârın yaprakları süpürdüğü bir Nisan akşamı. Dolmabahçe’de kahveni yudumluyorsun. Boğazın ışıkları takıp takıştırmış yeni gelin gibi ışıldıyor. Yağmur atıştırmaya başlıyor, hesabı verip taksi çevirmek için yola doğru koşuyorsun. O hengamede aynı anda iki el açıyor taksinin kapısını. Taksici nereye gideceğinizi soruyor, mesafesi yakın olan yolcu kısa çöpü çekecek, besbelli taksi o tarafı bilmiyor olacak. -Beni Teşvikiye’de bırakın, oradan devam edersiniz, hanımefendiyi de mağdur etmemiş oluruz, diyorsun. Genç kadın, -ne münasebet, önce ben açtım kapıyı, diyor. Taksici aranızı buluyor. İkiniz de aynı sokakta iniyorsunuz. Aynı yöne yöneldikçe kalbin çarpıyor, genç kadın önden önden hızlı adımlarla yürüyor, kumral saçları rüzgârın notasına eşlik ediyor, sağa sola savruluyor. Yan yana binalarda kaldığınızı öğreniyorsun. Yalnızlığın sığ limanından uzaklaşıyorsun bu kez. Bilmediğin açıklardasın. Genç kadınla tekrar karşılaşabilmek için aynı sokakta gün boyu volta atıyorsun. Voltanın beşinci gününde yüz yüze geliyorsunuz, sen selam veriyorsun, genç kadın görmezden gelip yoluna devam ediyor. Her reddediliş seni daha da kamçılıyor. Kapıcıya bahşiş verip, yan apartmanın kapıcısından genç kadının adını öğreniyorsun. Handan. Mesleğini öğreniyorsun. Bankacı. Medeni durumu. Bekar. Hangi banka? Öğreniyorsun. Hangi Şube? Yıldız Posta. Bütün paranı gidip oraya yatırıyorsun. Handan paralarını sayıyor. Gülümseyerek imzanı istiyor. –Daha önce karşılaşmış mıydık? Başını evet anlamında öne eğiyorsun. Gözleri zamanı büküyor, okyanus mavisi. Düşüyorsun içine. Boğulmuyorsun. Yanıyorsun bu kez. Aşk ateşi paralarını cayır cayır yakıyor. Bir yıl evli kalmadan karın Handan eski sevgilisiyle paralarını alıp yurtdışına kaçıyor. Teşvikiye’deki daireni kiraya verip dedenin Bolu’daki göl evine yerleşiyorsun.
Babanı en son gördüğün ana gidiyorsun şimdi. Dışarısı. Musalla taşında yatıyor. Saçı sakalı uzun, eli yüzü yara bere ve çizik içinde. Tanımakta güçlük çekiyorsun. İçin sıkılıyor. Arkadaşları o olduğuna şahitlik etmese, aynı isimde başkasının cenazesi deyip gideceksin. Oysa çocukluğunda her tıraş olduğunda büyük bir hayranlıkla seyrettiğin film artistlerine taş çıkartan yakışıklılığıyla gurur duyduğun babanın musalla taşındaki adama dönüşmesini kabullenemiyorsun. Onun yaşamla arasına olabildiğince alkol ve kadın sığdırmışlığından ve tüm bunları seni feda ederek yapmış olmasından dolayı onu affedemiyorsun. Yine de –iyi bilirdim, diyorsun. Çukur kapanıyor.
Annen nasıl ölmüştü bir türlü aklına gelmiyor, annenin adı bile zar zor geliyor aklına. Bir ateş görüyorsun. Amasra’daki evin çatısında. Neden yanıyor sahi? Görüntüler kararıyor. Şimdi dedenin evindesin, bu evde, gölde balık tutuyorsunuz, göle düşüyor bir çocuk, o sen değilsin, görüntü kararıyor, babaannenin takma dişleri kollarını ısırıyor, teri ekşimiş süt gibi kokuyor, arı sokuyor yanağını, ağlıyorsun, görüntü kararıyor, tüfek var elinde, askerdesin, birini vuruyorsun, öldü mü emin değilsin, kaçıyorsun, her yer kan, görüntü kararıyor, kerhanedesin, sararmış dişli kırmızı dudaklı çıplak kocakarılar sarıyor etrafını, her yer ayak kokuyor, kir pas içinde bir yatak, selülitli deriler, sarkık, tiksiniyorsun, ama tekrar gidiyorsun, görüntü kararıyor, çukur açılıyor, dedenin çukuru hayır babaannenin çukuru, kürek seslerini duyuyorsun, kürekler birbirine değiyor, bu ses seni delirtiyor, terliyorsun, görüntüler hızlı bir tren gibi ileri geri gidiyor, hiçbir şeyden emin değilsin, çukurlar artıyor, her yer çukur, kuzenlerin, onların çocukları, çukurdalar, her yer çukur, her yer karanlık.
Yapraklarını hızla çevirdiğin defterin son sayfasından şimdi. İçerisi. Yatağın süngeri sırtını eritiyor. Gıdım gıdım nefesin. Ağzının içi takır takır kuru. Yuvalarına kaçmış gözlerin yavaşça aralanıp yine aynı noktaya sabitleniyor. Tam tamına tavana tutuklu kaldığı yere. Örümceği görüyorsun. İşte orada. Ama bir tuhaflık var sanki. Sana yaklaştıkça annenin başının örümceğin gövdesinde olduğunu fark ediyorsun. Yarı ürperti yarı tiksintiyle gözlerini kapatıyorsun, ona kadar sayıp tekrar açıyorsun. Annenin başı yeniden beliriyor, kıvırcık saçlarını da seçiyorsun bu kez, tüylü anten bacaklarıyla dantel gibi örüyor ağını harıl harıl. Yeniden kapıyorsun gözlerini. Yirmiye kadar sayıyorsun, açtığında sararmış dişlerinin arasındaki sigarayı fark ediyorsun, artık annenle ceee… oynamak istemiyorsun, açmıyorsun gözlerini, bu kez sigara dumanı genzini yakıyor, kuru öksürüğün dışarıdaki tüm sesleri kesiyor. Artık sahne annen başlı örümceğin. Işıklar içinde parlıyor. Sigarasını alnında söndürüyor, ateş içinde yanıyorsun. Annen bütün kararlılığıyla tavandan aşağıya doğru sarkıttığı ağında tam istikamet ilerliyor. Çenenin tamamen düşeceği ana doğru. Hissediyorsun.
edebiyathaber.net (26 Ocak 2021)