Ağır ceza hakimi İsmail Hakkı Bey, sabah yediyi çeyrek geçe kahvaltı masasına oturdu. Yaklaşık otuz yıldır hep aynı saatte, milimi milimine hesaplanmış bir düzen içinde yerdi. Masanın sağ üst köşesinde ikiye katlanmış gazetesi, onun hemen güney batısında tabağı yer alırdı. Saat yönünde bakıldığında, aşağı yukarı on iki istikametinde bir parça süzme peynir, altıya doğru kabuğu soyulmuş Çengelköy hıyarı, tam dokuzda sayısı doktor tarafından belirlenmiş beş zeytin, merkezdeyse iki dilim domates olduğu görülürdü. Tavşan kanı bir bardak çay –doktor, rengine karışmaktan men edilmişti- kayısı kıvamınında pişirilmiş bir yumurta ile yanyana dururdu. Protokol gereği, bütün ıvır zıvırın kendisinden önce masaya yerleşmesi gerekirdi.
Aksilik bu ki, o sabah yapılan yoklamada yumurtanın yerinde hüzünlü bir boşluk görünüyordu.
“Esmaaa!!!” diye kükredi. Kadın şıpıdık terlikleri üzerinde, elinde tuttuğu horoz biçimindeki yumurtalığın içinde serbest dolaşan tavuk yumurtasının kayısı haliyle koşturdu. Kurallara karşı gelmenin suçluluğu altında ezilseler de, bu anarşist eyleminden ötürü haklı bir gurur içindeydi yumurta.
“Ben sana demiyor muyum, şuraya oturduktan sonra noksan bir şey kalmayacak!” Kadın, mahçup yanıtladı.
“Ansızın bitmiş Hakim Bey, kapıcının bakkaldan alıp getirmesi de biraz gecikince…” lafını tamamlayamadı. Adam pörtlek gözleriyle öyle bir bakış fırlattı ki zavallının sesi içine kaçtı. Genel kabul görmüş kurallara göre ansızın bitiverilmesi; başka bir suçtu.
Suratı beş karış gazeteyi karıştırdı, kahvaltısını keyifsizce bitirdi. Uzun lacivert pardesüsünü alıp, herhangi bir vedalaşma cümlesi kurmayarak evden ayrıldı. Asansöre binerken hala siniri geçmemişti. Koskoca ağır ceza hakimi İsmail Hakkı Bey, işi gücü bırakıp evdeki yiyeceğin envanterini mi tutacaktı? “Buna bir çeki düzen vermenin zamanı geldi” diye homurdandı. Sahanlıkta yavrularıyla oturan kedi ailesine iğrenerek baktı. Cevap olarak tüyleri diken diken bir tıslama aldı. Kışşt! dedi ayağını kaldırıp üstlerine basacakmış gibi yaparak. “Belediyeye şikayet edeyim de görün bakalım kime tıslıyorsunuz!” Son aylarda aldığı tehditler nedeniyle, bakanlığın hem koruma hem şoför niyetine verdiği ikisibirarada görevlinin açtığı kapıdan araca binip, selamsız sabahsız arka koltuğa oturdu. Siyah gözlüklerini torbalı gözlerine siper edip adliye sarayına varana dek tek kelime etmedi.
Makamına girdiğinde müstahdem sade kahvesini önüne koyup, “günaydın efendim” diyerek herhangi bir emrinin olup olmadığını sordu. Adam küçük bir baş işaretiyle çekilebileceğini bildirdi. Son höpürtüde diline yapışan telveleri yüzünü buruşturup tükürdü. Şu devlet çatısı altında, doğru düzgün kahve yapmasını bilen biri bile yetişmiyordu artık. “Yazık!” dedi.
İsmail Hakkı Bey, daima ünvanının önündeki “ağır” kelimesine uygun yaşardı. Ağırdan alır, ağır konuşur, ağır hareket ederdi. Binlerce davada verdiği hiç bir karardan ufacık bir şüphe duymamış, vicdan azabı çekmemişti. İdam cezası verilebiliyorken –ah ne güzel günlerdi onlar- kırdığı kalemlerin kolleksiyonunu yapar, arada çıkarır zevkle sayardı. Bir insanın yaşam süresini belirleyebilmesinden kaynaklı tanrısal konumu, bu cezanın kalkmasıyla zedelenmiş olsa da kibrinden birşey kaybetmemişti.
Duruşma salonunun önü ana baba günüydü. Davacı, davalı, avukatlar, sivil toplum örgütleri, bakanlık yetkilileri herkes oradaydı. Mübaşir duruşmanın taraflarını çağırdığında, dışarıdakiler bal peteğine koşan arılar gibi vızıldayarak içeri girdiler. Az sonra jandarma eşliğinde elleri kelepçeli üç adam sanıklara ayrılan bölümdeki yerlerini aldı. Üçünün de boyunbağına alışkın olmadıkları bu kumaş parçasını sürekli çekiştirip durmalarından anlaşılıyordu. Mahkeme heyeti kürsüye geçtikten sonra sanık adlarının okunması ve kimlik tespiti ile başladı duruşma. İddianamenin kabul kararının okunmasının ardından tanıkların dinlenmesine karar verildi. İlk tanık oturduğu köşede yaprak gibi titreyen yeşermiş bir kızdı.
Hakim sordu, “Adın, soyadın.”
Yumuşak ama tedirgin bir sesle konuşmaya başladı.
“Şu koskoca yeryüzüne yakıştırılan mevsimleri oldum olası yetersiz bulurum. En çok kiraz mevsimini severim. İlkbaharla yaz arasına denk düşer. Ya da leylek mevsimi. “İlkleylek” zamanı gelişlerini, “Sonleylek”de dönüşlerini izlemek, ne kadar güzeldir. İnsanları yalnızca şu dört mevsime mahkum etmeleri büyük haksızlık. Küçükken tutturmuşum adım kiraz olsun diye, zor belletmiş anam babam Yasemin olduğumu. Ona da alıştım sonraları, çünkü çiçeklere de bayılırım. Nilüfer, Lale, Nergis, Çiğdem… Hepsi birden adım olsaydı keşke.”
Sanık avukatları hep bir ağızdan bağırıştılar. “İtiraz ediyoruz sayın hakim, bu anlatılanların davayla bir ilgisi yok.”
“Kabul edildi” diye yanıtladı hakim. “Konuyu saptırma, sorulana cevap ver sadece!” diye payladı kızı.
Biraz daha yeşil devam etti tanık,
“Değerli büyüklerim, bunlardan bahsetmeden asıl konuya giremiyorum. Lütfen müsade edin, bildiğim yoldan anlatayım.”
Ağır ceza hakimi aşağı taraftaki bölmede söylenenleri yetiştirmeye çalışan daktilo kızı gözucuyla kontrol etti. Sarımsı yüzüyle salonda bulunan herhangi bir eşyadan ayırt edilemiyordu. Onu görenler, belki de bu salondan hiç bir zaman çıkmadığına, devletin olası bir afette tedbir için yanyana koyduğu “YANGIN” yazan kovalardan bile daha demirbaş göründüğüne yemin edebilirlerdi.
“Devam et” diye buyurdu hakim sertçe.
Kız ürkek ama neredeyse şen bir sesle sürdürdü.
“Sapları bitişik olanlarını kulaklarıma geçirip küpe yaparım. Papatyadan tacımı da başıma taktım mı şarkı söyleme zamanım gelmiştir.”
Salonda homurdanmalar oldu. Hakim araya girdi.
“Bu adamları tanıyor musun?”
“Tabi, tanıyorum.” Dedi kız. “Şu yüzünde yara olan bitişik evden komşumuz olur. Yanındaki de oğludur. Diğeri ise hem uzaktan akrabamız hem de ilkokuldaki sıra arkadaşımdır.”
“Peki anlaşıldı” dedi hakim. “Olay gününe dönelim, anlat bakalım neler oldu?”
Hakim bunu söylerken, aklının geç gelen yumurtaya kaymasını önleyemiyordu. O anlarda şakaklarına yakın yerlerde yeşil birer damar kabararak zonkluyor, kalabalık nezdindeki kudretine katkı sağlıyordu.
Kız devam etti. “Evet, papatyadan tacımı taktığımda şen bir türkü tuttururum. Bir şarkıyı öğrenmem için yalnızca bir kez dinlemem yeterli gelir. En sevdiğim ders müziktir. Ama marşları bir türlü ezberleyemem, çünkü onlar şarkılar kadar güzel değil.”
Sanık avukatı araya girdi. “Gördüğünüz üzere sayın hakim, tanık yüce ulusumuzun şanlı marşlarını reddetmektedir.”
Hakim daktiloya döndü. “Yazıyor musun?” Kız evet anlamında başını salladı.
“Marş söylemem gerektiğinde sadece ağzımı oynatıyorum.”
“Bir de üstüne marşta sahtecililk” diye atıldı sanık avukatı gözleri parlayarak.
Müşteki avukatı araya girdi. “İtiraz ediyorum sayın hakim. Sanık avukatının sunduğu argümanların dava ile bir bağlantısı yok. Lütfen mahkeme tutanağından çıkarılsın.”
“Reddedildi.”
“Ama sayın hakim…”
“Bir kez daha itiraz edersen dışarı attırırım seni.”
Sonra tanığa döndü, azarlar bir tonda konuştu.
“Neticeye gel artık sen de! Yüce mahkemeyi malumatfuruş konuşmalarınla oyalama! Bu adamlar sana bir şey yaptı mı yapmadı mı?”
Sanıklarla gözgöze gelince soluk bir yeşile döndü çehresi.
“Bir yarın başındaydık. Arabayla gitmiştik. Bir kaç saat sürmüştü. Aşağıda baharla iyice coşmuş bir nehir akıyordu. İlkleylekler yeni gelmişti. Gözümü bağladıklarında sesimi çıkarmadım, bana yapacakları hiç bir şey önceki yaptıklarından kötü olamazdı nasılsa. Düşerken ellerini hissettim sırtımda. Dörder parmakla ittiler beni. Dört kere üç on iki eder Hakim Amca. Boşlukta öyle bir süre uçtuktan sonra nehrin dibini boyladım. Balıklar çözdü gözbağımı. Zümrüt rengi sularda sürüklenmeye başladım. Dipte ne kadar yosun, dal, yaprak, çiçek varsa saçlarıma yapıştı.
suda ilerlerken bedenim,
büyük çağlayanların üzerinden aktım,
o kadar heyecanlandım ki
neredeyse canlanacaktım.”
Sanık avukatı yanındakine fısıldadı.
“Ne içmiş bu?”
Kız sözüne devam etti.
“balıkçı ağlarına takılınca
son buluverdi yolculuğum.
işte biraz bu yüzden
ıslak ve de yeşil oluşum.”
Hakim müşteki avukatına dönüp sordu. “Tanık neden manzum konuşuyor, mahkeme şiir okuma yeri değildir.”
“Efendim, yere çakılınca kafa travması geçirmiş. Konuşma bölgesine aldığı hasar arada şair yapıyor zavallıyı.”
Sanık avukatı yeniden söz aldı.
“Sayın hakimim, tanığın kafadan hasarlı, daha da önemlisi “ölü” olmasından mütevellit tanıklıktan azlini arz ederim efendim.”
Salonda uğultular oluştu. Herkes bir ağızdan konuşuyordu. En sonunda bağırdı hakim, “Yeter! Burası dingonun ahırı değil, hepinizi attırırım salondan.” Sessizlik geri geldi.
Müşteki avukatı söz aldı.
“Efendim, anayasamızda maktülün tanık olarak dinlenmesine muhalafet eden bir madde bulunmamaktadır. Yüce mahkemeden azli, yine yüce adaletimizin vicdanına uygun düşmeyecektir. Bırakalım sözlerini tamamlasın.”
Hakim, başıyla devam işareti verdi, zira mevzuatta ölünün tanıklık yapamayacağına dair bir hüküm yer almıyordu. “Bu da hukuk sistemimizin boşluklarından” diyerek önündeki bir kağıda not aldı. Adalet komisyonunda muhakkak dile getirecekti.
Bir süredir sesli harfleri basmayı bırakan daktilo kız, duruşma tutanağını ancak kendi çözebileceği şifreli bir metin haline getirmişti. Özellikle bu gibi davaların seyrinde sık sık midesi bulanırdı. Önlem olarak, bulunduğu yerin hemen önüne ahşap kapaklı bir kusma bölmesi yaptırmıştı çalıştığı kurum. Gerektiğinde açıp kusarak ara vermesine gerek kalmadan işine devam edebiliyordu.
Hakim tanığa dönüp sordu. “Var mı ekleyeceğin başka bir şey?”
“olmaz mı hakim amca,
kendime geldim anca.
doğrudur dediklerim,
gözüme dursun yediklerim.
şişmeye başlayınca karnım
korktum yengemin yanına vardım
anlattım papatyadan tacımın nasıl yolunduğunu
ve de saçlarımın hoyrat ellerce
birbir anlatınca amcama
murdar oldun dedi bana
oysa yapardın iyi başlık parası
şimdi oldun yüzümüzün karası”
“Anlaşıldı” dedi hakim. “Tanık yerine geçebilir.”
Uçuşan bir yaprak gibi yerine kondu kız. Sıra sanıkların sorgusuna gelmişti.
Boy sırasına göre dizildikleri bölümde huzursuzca kıpırdıyorlardı. Hakim üçüne birden seslendi. “Tecavüz ve cinayetten suçlanıyorsunuz. Bir diyeceğiniz var mı?” Şöyle bir dalgalandıktan sonra yaşlıca olanı söz aldı.
“Hakim Bey, iftiraya maruz kaldım. İşin aslı, geçen bayram el öpmeye geldiğinde harçlık veremedim buna bozuğum çıkışmadı.İçlendi bana herhal üstüme bu suçu attı. Masumum, beraatimi talep ediyorum. Ha, bak onu da affediyorum! Hayırlısıyla bir salıverileyim, mahalledeki camide külahlı şeker dağıtıp mevlüdünü yaptıracağım.”
Az önce konuşanın oğluydu ikinci söz alan.
“Kesinlikle iftira efendim. Mümkün değil benim böyle bir şey yapmam, çünkü engelliyim, askere bile alınmadım. Düz tabanım evlerden ırak. Denge problemim var, kaykılıveririm, becerem öylesi suçları. Yakın zamanda eteğinin boyu kısa diye amcasına şikayet etmiştim bunu ben. Zannederim oradan kinlendi bana da. Başka bir sebep gelmiyor aklıma. Mübarek ellerinizden öper, beraatimi arz ederim.”
Son sanık da lafa girdi.
“Hakim baba, bir şey var ki kanıma çok dokundu. Neymiş, kızı almışız da komşu kentin nehirlerine götürüp orda boğmuşuz. Kat’a kabul etmiyorum. Bizim cennet beldemizin çayları mı kurudu ki gidip komşununkinde boğalım. Bu öncelikle şehrimize büyük ayıp olur. Yalan olduğu buradan belli.”
Hakim konuşmasını böldü.
“Maktülün karnındaki ceninden alınan DNA örneği seninkiyle uyuşmuş. Buna ne diyorsun.”
“Af buyur Hakim Baba. Hele benim anlayacağım dilden söyle şunu.”
“Kız diyorum, hamileymiş, test yapmışlar bebeğin genleri seninkilerle uyuşmuş. Çocuk senden olmaymış Türkçesi.”
“Ha, onu diyorsun. Şimdi Hakimim, kendisiyle uzaktan akrabalık münasebetimiz olduğu için o dediğiniz şey bana benzemiş olabilir. Bu diğer ikisinin kan bağı yok, dolayısıyla onlarla uyuşmaması çok normal.”
Hakim kesti, “saçmalama”.
Daktilo kız yazdı. “sçmlm.”
Sanık telaşla ekledi,
“Sayın hakimim siz onun yaşının küçüklüğüne bakmayın. Mahallede afedersiniz oynaşmadığı adam kalmadı. Günahı boynuna, bu mesaisinden para bile talep edermiş diyorlar.”
Müşteki avukatı araya girdi.
“İtiraz ediyoruz sayın hakim. Sanık yargıyı yanıltıcı beyanda bulunmaktadır. Maktül, ana babasını küçük yaşta kaybetmiş masum bir kız çocuğudur.”
“Reddedildi.”
“Ama sayın hakim.”
“Susunuz!”
“Adaletiniz batsın be! Göz göre göre bu kadar da olmaz ki…”
“Atın şunu dışarı!”
Adamın gözleri yuvalarında dönüp duruyor, elleri yalancılara has reflekslerle yüzüne vücuduna dokunup duruyordu.
“Hakim Bey, hal böyle olunca, bizzat kendi gel dedi bana. Yalanım varsa iki gözüm önüme aksın. Benim tohum tuttuysa suçum ne bunda? Öbürlerininki zayıfmış demek. Foyası meydana çıkınca gitmiş, kendini bitişik kentin nehrinde boğmuş. Namusunu temizlemiş, aferin. Cezasını kendi eliyle vermis.”
Yaşlıca olan lafa girdi gözleri parlayarak.
“Madem kızın üzerinde onun tohumu çıktı, biz beraatimizi arz ederiz efendim.”
Daktilo kız önündeki bölmeyi açıp nazikçe kustu. Avukatlar hep bir ağızdan konuşmaya başladılar. Hakim duruşmaya ara verdi.
Bir süre sonra, mahkeme heyeti kararını açıklamak üzere salona girdi. Ağır ceza hakimi, kendine yakışan bir ağırlık içinde kararı taraflara tebliğ etti:
“Sanıkların isnat edilen suçları işlediklerine ilişkin kuşku sınırlarını aşan kesin ve inandırıcı kanıtlar elde edilemediğinden, kuşku sanık lehine yorumlanır ilkesi uyarınca beraatlerine karar verilmiştir.”
Oturduğu yerde ikinci kez ölümü gerçekleşen kız, yeşil bir leke halini aldı.
“Adalete hep güvendik.”
“Allah seni başımızdan eksik etmesin hakim baba.”
“Babamız, Allah razı olsun senden.”
Mahkeme salonu boşalmaya başlamıştı. Bir grup aktivist, kararı protesto etmeye kalksa da kolluk kuvvetleri tarafından karga tulumba dışarı çıkarıldılar. Daktilo kız yerinden kalktı. Sıraya yayılmış yeşil toza parmağını değdirip, zerrecikleri küçük bir zarfın içine döktü. Üstüne keçeli kalemle “Yasemin” yazıp özenle çantasına yerleştirdi. Bomboş duruşma salonuna giren temizlik görevlisi, elindeki uzun saplı süpürgeyle etrafı süpürmeye başladı. Sümüklü mendilleri, yara bantlarını, yenilmiş tırnakları, pet şişeleri, yarıda kalmış umutları, kırılmış kalpleri, yıkılmış hayalleri, yanmış içleri, ölmüş canları faraşa toplayıp ıslık çalarak gitti.
Akşam, çirkinlikleri koyu gölgesiyle sarmalayarak sessizce gelmişti. İsmail Hakkı Bey yorucu bir çalışma gününü daha tamamlamıştı. Nihayet, şu yumurta konusuna tüm gücüyle eğilebilirdi. O
Not: Değerli büyüğüm Kafka’nın, bu küçük intihali anlayışla karşılayacağını umuyorum.