Öykü: Değişik bir betik | Tacim Çiçek

Ocak 14, 2025

Öykü: Değişik bir betik | Tacim Çiçek

bıçaklanmış dal gibi ayrı düştüğüm

                       ömrümün sebebi, ustam, sevgilim

                       yaran derine gitmiş,

                       filiz tutmaz bilirim.

                                                   – a. arif –

Şimdi, hediye kutusu olmayan büyük bir kutunun içindeyim. Senin önündeyim. Yakında çıkacağım, ama kutuyu açacak olursan tabii. Zamanı da unutmadım. Çünkü ancak zaman izin verirse sana kavuşacağım. Üstelik bir de akut romatizmaya yakalandım. Zamanı sana, beni özgürlüğüme kavuşturacak an’ı da güzel kollarına benzetiyorum. Hani, mektupların, şiirlerin ve bahçemizden koparıp da kuruttuğun güller olmasa, direncimi kaybedeceğim. Akut romatizmanın pençesinde, her şeye inat umutları ile senin gönderdiklerinden aldığım güçten kaynaklanıyor sabrım. Sana şunu da itiraf etmeliyim ki, sözünü ettiğim kutunun içinde, insanın kendini kendine hapsetmesi yok mu en beteri… Bunu biliyorum ve kendimi kendime hapsetmiyorum.

Aynı sokağı ve “kaderi” paylaştığımız canım insanları düşünüyorum. Otomobile sürüklenerek, dövülerek, tekmelenerek yarı baygın biçimde bindirildiğim gün, oradaydılar. Şaşkın ve korku dolu gözlerle bakıyorlardı. Yüreklerinin benden yana attığını işitmiştim, evet; işitmiştim yüreklerinin sesini! Ağızlarının kuruduğunu biliyordum. Bedenlerini saran acıyı ve ateşi de… Benim de içim yanıyordu. Bir çekimlik sigara istiyordu canım. O güzel insanları ve korku çiçeği olmuş gözlerini unutamıyorum. Anımsıyorum: Kanepeye yıkılan annemi. Ayakta donakalan babamı… Sonra seni ve kardeşlerimi… “Bıçaklanmış dal gibi ayrı düştüğüm” dar vakit içim yandı. Dedim ya canım sigara çekti diye… Yoktu. Çaresi de… Yaşadıklarımı anlatacak değilim yine. Biliyorsun zaten. Sözün kısası, sonunda yanına düştüklerim bil ki insanın en hası… İçindeki türküyü açıkça söylemesine izin verilmeyen, bu yüzden duvarlara türkülerini söylettiren sevdalılarla birlikteyim. Kar altındaki varoşlarda üşümeden, yılmadan hemen her duvara türkülerini söyletmişler, benim gibi. Dumanlı havayı seven kurtlara inat… Halkların kardeşliğini, sosyalizmi farklı söylemlerle dillendiren, düşüncesi ile pratiği örtüşen kendinden çok başkalarını düşünen, direnen, tezgâhlarda kendisi olabilen, sır vermeyip ser de vermeyenlerleyim. Dahası: “kardeşçe hayat” dediği için iki yıl hücre hayatı yaşayan, bundan dolayı ömür boyu çekeceği akut romatizmaya yakalanan ve yine de ayakta dimdik durabilen Enver Gökçe var koğuşumuzda. İnan bana! Rüya gördüğümü veya aklımı yitirdiği mi düşünme sakın! Sonra, “atom bombasına karşı” yiğitçe, dirençle, inançla “Kürt hançeri” Ahmet Arif de bizimle! Biliyorum, bana inanmıyorsun. Kafayı yediğimi düşünüyorsun. Sana soruyorum: Aynı damarı sürdürenler, ölümlü olabilir mi?! Aynı damarı sürdürenler, fizikî görünüşlerine karşın birbirinin hayatını sürdürmezler mi?!

Nedense, bizlerin acısını en çok anneler çekiyor. Göbek bağımız çoktan koptu, ama soyut göbek bağımız kopmuyor bir türlü. Bu bağı koparamamışız sevgilim. Sözlerin, yüzünü güldürür annemin. Bu yüzden, anneme çok iyi olduğumu anlatmanı istiyorum senden, olur mu? Burada, kendimi ve bilincimi çeç ettim. Daha da bilendim. Bilgilendim. Kendimle yetinmiyorum. Daha da sevdalandım üstelik. Geleceğe bağlandım. Üstü örtülmek, önüne set çekilmek istenen güzelliklere inancım arttı. Anneme söyle, acıya bel bağlamasın. Oturup ağlamasın. Acıyı kine dönüştürmesini de öğrensin. İçini neşelendirsin. Böyle bir acıya kurşun işlemiyormuş. Harami çarklar durdurulacak. İhanetler, kıyamlar, kurşunlamalar bitecek bir gün. Annemin yüreğime ektiği sevinç amacına ulaşacak. Emeğin hakkı sorulacak. Asıl içimizde yaratılan cehennem ateşleri söndürülecek. Dünya, güzel insanların, onların çocuklarının olacak. Bunları da söyle canım anneme! Böylece yokluğuma alışır, hayata eskiden olduğu gibi bağlanır belki, kim bilir…

Güneş’in doğduğunu biliyorum, ama daha Güneş’i görmedim. Serçelerin çığlıklarını, doğanın renklerini de özledim. Dağ başındaki kartalları ve rüzgârları da… Kalem yazmaz nice kavga adamını üstelik… Ve rengârenk dağ çiçeklerini… Parmaklarımın arasından su gibi akan saçlarını düşünüyorum. İlân-ı aşk ettiğim günü… Her biri hayata açılan ve içime güneş dolduran kitaplarla ilk tanışmamı… Aklıma şiir gözlerin düşer. Sonra aynı sokağı paylaştığımız işçiler, dostlar, arkadaşlar… Bahçelere suyun akması… Ve güzellikler, güzeller… Bu güzellerden güç alacak olan beşikteki türküler düşer yadıma. İçime sevinçler doluyor böylece.

Ben bunları sana yazarken, dar vakitti. Loş ışıklar söndü. Sesler kesildi. Aydınlatsın diye betiğimi, yan ranza arkadaşımdan sigara istedim. Arkadaş yanıma geldi. Doğulu, mert ve açık sözlü: “Muş tütünü yoldaş… Kâğıt da yok hani, dinlersen beni, gazete kâğıdına saracağım. İçer misin?!” dedi. “Evet,” dedim. O hazırladı. Birlikte içtik. Hızır gibi yetişti ilk nefesi sarma sigaranın, iç sıkıntıma. Olmadı… Aydınlatmadı elimdeki betiği. Durup dinledim, az ötedeki ranzada usulca türkü söyleyeni. Kürdün gelini… Ağlamak bir ihtiyaç gibi geçti karşıma, cilve etti, naz etti, beni kandırmaya çalıştı, inan dönüp bakmadım bile işmarlarına. İçim bir hoş oldu. Aklıma, sana söylediğim türküler geldi. Yaşadıklarımızı yeniden yaşadım yani…

Şimdi, öfkelenmemek olur mu sevdiğim! Gel de katılma alevlenen ateşe! Gel de yüreğini su diye dökme, otuz üçü tutuşturan yangına! Genç insanların türküsü yüreğimden dudaklarıma geliyor, yeryüzüne iniyor. “Önce bendim” diyor ve “Sonra benim… Ölümsüz, güzel ve çetin…” Güzelim ayaklanıyor yüreğim, bilesin. Dünyanın ilk direnişçisi, sevgili Spartaküs’ün güzel ve yiğit kardeşleri geriliyor çarmıhlara. Aslanlara atılıyorlar! Ama onlar, yine de haykırıyor, ölümü ayakta karşılarken:

vurun ulan vurun,

ben kolay ölmem

ocakta küllenmiş közüm,

karnımda sözüm var

hâlden bilene..

(a. arif)

Ben, çözülemediği için karalanarak bozulan bir bilmece gibi, sana sözünü ettiğim insanların koğuşuna itildiğim günü anımsadım. Seni ve annemi düşünürken… Sabahı beklerken… İki katlı ranzalar mahkûm dolu. Koğuş loş. Koğuş âdeta balık istifi. Koğuş kapısının karşısına düşen ranzanın ikinci katında oturuyordu. Enver Gökçe olduğunu sonradan öğrendiğim kişi. İki yıl hücre hayatı yaşayan akut romatizmaya yakalanan… Dimdik bakan bir insan.

 İçten, sevecen, ama mahcup mu mahcup biraz… Ranzasında bağdaş kurup o incecik yazısıyla yüreğindekileri, beynindekileri kâğıda döküyordu. Toprak yüzlü, sarı benizli, derin bakışlı, siyah yağlı saçlı, ince ve uzun boyluydu. Gözleri üstümdeydi. Öteki mahkûmlar çevreme toplanırlarken, o da ranzasından indi, yanıma geldi. Gözlerini gözlerime dikti.

zaman akar, zaman geçer,

zaman zindan içinde;

biz mapusta gürül gürül yatardık

yılan çıyan içinde. getirdiler ite kaka bir yiğit,

ayak çıplak ak bir mintan içinde.

Şiiriyle beni sakinleştirdi. Sustu. Yanaklarımdan öptü. Ranzasına döndü. Sonra koğuştakiler, sırayla hoş geldin, geçmiş olsun dedi. İçten karşıladılar beni. Isıttılar üşüyen içimi. Yalnızlığımı unutturdular bana. Bir boşluğun içine düşmediğimi duyumsattılar yani.  Herkes çekilince yanımdan. O beni ranzasına çağırdı. Şiir yazdığı kâğıtları topladı. Bana yer açtı. Ranzaya çıkacağım sırada bir el dokundu omzuma. Döndüm. Orta boylu, iriyarı, esmer, kısa saçlı, oval yüzlü, kartal bakışlı, gülen gözlü birisini gördüm.

Heyecanlandım. 

Birisine benzetir gibi oldum, ama üstünde durmadım.

hakikatli dostun muydu,

can koyduğun ustan mıydı,

bir uyumaz hasmın mıydı,

“oooof” de bunlar olsun muydu.

Bir pehlivan gibi beni öyle bir çekti ki kendine, boş bulunmuş gibi oldum. Öptü alnımdan. Yalnızca baktım ona ve gülümsedim. Şaşkınlığımı atmaya çalıştım üstümden. Enver Gökçe tanıştırdı onu: Ahmet Arif, dedi. Benzetmekte yanılmadığımı anladım ama… O anki sevincimi sana nasıl anlatabilirim ey sevdiğim! Böylece üçümüz birlikte olduk. Koğuş sessizdi. Herkesin gözü üstümüzdeydi. Sizlerin her gün yaşadıklarınızı, çirkinlikleri, yargısız infazları, faili meçhul cinayetleri, kirli savaşları ve yazdıklarından dolayı tutuklananları, bombalanan, kurşunlanan gazeteleri, dergileri anlattım. Çoğu insanın kanıksadığı olumsuzlukları, vahşetleri, kıyamları ekledim sözlerime. Genç yaşta katledilen güzel insanları söyledim. Kahpelikleri ve yangınları…

vurulsam kaybolsam derim,

çırılçıplak, bir kavgada.

erkekçe olsun isterim,

dostluk da, düşmanlık da,

hiçbiri olmaz halbuki,

geçer süngüler namluya,

başlar gece devriyesi jandarmaların…

dedi kartal bakışlı şair. Acının, dökülen kanların uçurumları derinleştirdiğini, araları açtığını içimi kanatırcasına dillendirdim. Dostluk da, düşmanlık da erkekçe olmuyor dedim. Kavgaların çırılçıplak olmadığını haykırdım. Teselli etmeye çalıştı beni ikisi de…

Çıksam, çıksam dağ olsa da yücesine

Duyar mıyım, duyar mıyım top seslerini

At boynundan aşan yiğidim Şu terk edilmiş toprak

Şu yanan köy / Şu devrilmiş araba / Şu tank altındaki

diye sordu bana Enver Gökçe. “Evet,” dedim, “Sevdiklerim, kardeşlerim… ‘Ne hâkim, ne evliya, ne kul, köle, ne şövalye. Yirminci yüzyıl insanı!’ dediğin insanlar yani… Kayıtsız kaldığımız için yakılan, bana neciliğimizden dolayı hapsedilen, düşüncelerinden ötürü öldürülen sağduyumuz… Sağduyusunun katledilişine seyirci kalabilir mi insan?! Duyarlı her yürek sağduyusuz olabilir mi?! Sağduyusuz yaşayabilir mi?!…  Sağduyunuza ne oldu diye sormak suç  sayılıyor, niçin?!”

Enver Gökçe bana baktı. Derine daldı. İçlendi. Öfkelendi. Derin bakışlarını, sessizce, ama istekli  biçimde bizi dinleyen koğuş arkadaşlarına çevirdi. Yüreğinden geleni dil kuşlarına yükledi, dil kuşları da koğuşta şakıdıkça şakıdı:

gel kardeşim, gel beri

hey kurt hey kuş,

hey börtü böcek

ah gidenler gelir mi geri

açar mı bugün

dört bahardır kanayan çiçek

demek daha bizim yaşımızda

insanlar ölecek.

“Eğer, bu duvarların ötesindeki, adı şimdilerde “Sessiz çoğunluk” olan, büyük Nâzım’ın ise “Dünyanın en tuhaf mahlûku” diye adlandırdığı canım insanlarımız ayağa kalkıp “Gayrık yeter!” demedikleri sürece, çok “İnsanlar ölecek” ve “Bu dünyada bu zulüm,” sayelerinde sürecek. Kendilerini, bedenlerine hapsetmelerinin sonucu acılar daha da genişleyecek. “Gocuklu celebin sopası”na karşı durmayınca, her bahar yürekler kanayacak!” dedim. Ahmet Arif yanımızdan indi. İki adım attı ve durdu. Hepimize bakarak davudî sesiyle buyurdu:

gün ola, devran döne, umut yetişe

dağlarının, dağlarının ardında,

değil öyle yoksulluklar, hasretler

bir tek başak bile dargın kalmayacaktır,

sıkıysa yağmasın yağmur…

sıkıysa uykudan uyanmasın dağ.

bu yürek, ne güne vurur…

Bilendik. Güçlendik. Heyecanlandık. Enver Gökçe, Ahmet Arif’in yanına gitti. Sol elini boynuna doladı. Birlikte döndüler bize. Tuhaflaştık. Duygulandık. Yüreklendik.

Aşka geldik. Ardından da döktü içini Enver Gökçe, çekti restini. O an garip bir şey oldu.

Loş koğuşu bir ışık aydınlatmaya başladı. Enver Gökçe içini döktükçe koğuş aydınlandı. Koğuş ısındı. Gözlerimiz bu aydınlığa alışınca gördük ki güneşleşen ikisi. Ranzalardan indik. Toplandık etrafına ikisinin.

güneşte güneşlesek

dal kırsak, toplasak, ateşlesek

broy broy desek dağlara

gül gülistan içinde görseler bizi.

Güneşlendik. İkarus’un yüreğindeki ateşi canlandırdık yüreklerimizle. Bu ateşin sıcağına, güneşe dayandık. Alevlerin dansına baktık. Ateşin çıtırtısına kulak verdik. Çıtırtı artık bir sesti. Getirdi üstünü:

bu namustur künyemize kazılmış,

bu da sabır, ağulardan süzülmüş.

sarıl bunlara sarıl da büyü…

Şimdi, bunca güzellikten sonra, sana ve yakınlarımıza dair yazmadığım için darılma bana. Çünkü, bilinenleri yeniden yazmak istemiyorum. Onların duymak istediklerini senin benden çok daha iyi bildiğini ve söyleyeceğini düşünüyorum. Ayrıca kanıksadığın betiklerden olmadığı için de bu değişik betiği yadsıma. Serzenişte bulunma, şaşırma, beni anla lütfen! Yaşadıklarımı içimden geldiği gibi yazıyorum. Senin de buna benzer bir yol izlemeni bekliyorum. Arkadaşlara şiirlerini okuyorum. Gelecek vaat ediyormuşsun, biliyor musun? Akut romatizmaya, bundan sonra yaşayacaklarıma aldırmıyorum. Bunu anneme söyleme sakın, üzülmesin.

Seni öpüyorum, kendine iyi bak, hoşça kal.

kendine / benim için

benden bir gül at

usumda tutsak kadın                       

gülüşünle

sesinle beni çoğalt

dudağımda o ilk tat

barışık mı seninle

acılı hayat

edebiyathaber.net (14 Ocak 2025)

Yorum yapın