Bulaş Notları
Nisan 9, 2027
Düşündüm de -bütün yaptığım da bu zaten- çocukluğun en çok da ölüme uzak oluşunu seviyorum!
Bu günümden geriye o tasasız küçük kıza baktığımda, artık özlediğim ne babamdır ne de kutlu doğum günlerim. Ölüme uzak oluşumdur; en çok o!
Karanlığın dibindeki bu son yedi yılda tek ve en büyük kazanımım: düşünmek.
Dalından kurtulmuş bir elma gibi özgür yuvarlanıyor beynimin içindekiler; düşünüyorum. İşte ancak o zaman daha az yalnızım.
Okuduğum hep aynı kitaplardan birinde şöyle diyor eski sistemin bir büyük yazarı:
“Yazmak unutmaktır.”
Pöh!
Unutulmasın diye tutuyorum bu notları…
Tepetaklak çakılan edebiyatınız!..
Sitemizin sırtına yaslandığı tepe bir taş ocağı artık!
Şimdilerde rüzgarlar katır tırnaklarının baygın kokuları yerine taş ocağından gelen acı kokuyu efiliyor balkonumuza.
Hatmi çiçekleri, süsenler, kokar otları…
Depolama alanlarını arkamızdaki delicelerin oraya diktiler.
Ağaçları diplerinden köklediler. Seyrine doyamadığı “bilge zeytinlik” hiltiler ve canavarca hislerle derininden söküldü ki bir daha asla yeşermesin.
Kayaları düzlediler.
Kayaları!
Sedat bayılırdı o arka balkona.
“Karıcığım; bak şu arkadaki zeytinlik var ya kayalık alandaki, kazık köklü onlar. Tohumdan ürer; dağa, taşa yerleşirmiş. ‘Delice’ diyorlar. Sökülemez! Anlatayım bak; dinle!”
“Ayy Sedat bana ne şimdi bundan! Yabani onlar, bi işe yaramaz. Biri ele alsa da ıslah etse bâri” derdim. Elimde mutlaka bir iş… Yetişmem gereken bir yer, yakalamam gereken bir dizi, okumam gereken bir yazı…
O yine de vazgeçmezdi.
“Meyvesini sıkıp içinden iksirini alır buraların insanı. Her derde deva!” Bayılırdı o arka balkona.
“Allasen, ön tarafta denize nazır oturmak varken niye illa burası diye tutturuyorsun?” derdim. Delicelerin taa balkonumuza ulaşan kekremsi kokusunu derin derin içine çekerdi.
“Bilgedir o ağaçlar… Bin yıllık falandırlar. Kokla bak, yüzyılları kokla” derdi.
Nisan 11, 2027
Nefes alamadığı âna kadar direnmiştim. Sonra haber verdim. Alıp götürdüler. Oysa çocuğundan sonraya kalmak istemeyen bir anne gibi Sedat’tan önce gitmeyi dilerdim ben.
Çok yorgunum. Son üç gündür tuvalete gitmek dışında yataktan hiç çıkmadan…
Vaka sayısı, ölüm oranları… Artık hiçbirini takip etmiyorum.
Çok zayıfladım.
Kapımıza bırakılan yiyecek torbaları gittikçe küçüldü. Oysa karnede belirtilen haklarımız değişmedi!
Aynı kitapları baştan ve baştan okumak, bu notları tutmak… Başka bir uğraşım yok!
Bahçem: yok!
Komşularım: çoğu artık yok! Zaten evden çıkmama iznim yok.
Elektrik: haftada iki saat!
Televizyon: haftada iki saat!
Bilgisayarım: yalnızca bir klavye.
Telefonum: haftada iki saat!
Kardeşlerim: artık yok!
Oğlum: görüntüsüz de olsa sesini duyuyorum.
Su: neredeyse hiç yok!
“Zerrinlerin üçüncü torun oldu. Bizimki daha evlenecek! Dünya gözüyle bir torun sevemeyeceğiz bu gidişle.” Söylenirdim.
“İlahi karıcığım. Taktığın şeye bak! ‘Komşuda var bizde niye yok’ diye de üzülmeyi başardın ya? Beyaz eşya mı bu?” İçimdekini yeterince dillendirmeme izin vermediği için Sedat’a çok sinirlenirdim!
“Çocuk oradan oraya uçuyor! Elbet bir gün olur” derdi.
“İlerde ağız tadıyla bir gelin bile çekiştirtmezsin sen bana” sitem ederdim. Kahkahalarla gülerdi.
“Kapılacak olmadık birine…” diye korkardım!
“Hele o günleri bir görelim de karıcığım.”
Göremedi!
20 Nisan, 2027
Bir yarım, yedi tam yaz ve altı kıştır buradayım.
Zaman eskisi denli bıktıran bir yavaşlıkla geçmiyor artık.
Zaman: yok!
Böylesi daha kolay. Sanrılı yalnızlığım bitti. Kabuslar, stresten dökülen derime çare aramalarım, aynadaki kadını eski resimlerdeki benle kıyaslamam, albümlere gömdüğüm gözyaşları, sigarayı özlemem, asker gibi giyinen adamları etrafta her gördüğümde bir de hesap sormalarım, yalvarmalarım…
Avaz avaz ağlamam…
Bitti!
“Karıcığım; hiçbir salgın sonsuza kadar sürmedi. Elbet geçecek.” Nasıl da isyan ederdim!
“Geçen sene de öyle diyordun! Bak hâlâ tıkılıyız içeride. Çocuğumu, kardeşlerimi özledim. Eşimi, dostumu…” Eşit koşullardaydık oysa.
“Utanmadan aşı deyip duruyorlar! Yok işte, yok!” Ah; hep olumsuzlayan ben!
Sedat hayattayken… Nazımı çekerken!
Durmadan lanet ediyordum. Çaresizlik, isyan… Bunalıyordum!
En çok da Sedat’ın bu kabul veren hali… En çok da ona patlıyordum!
“Sedat; delicelerin oraya açtıkları taş ocağı yalnızca taş ocağı mıdır artık? Görmüyor musun; kamyonlar damper damper insan boşaltıyor o çukura?”
Boca ettikleri onca kirece rağmen yine de kokuyu duyardım. Çürümüş et kokusunu!
“Sana öyle geliyor” derdi.
Denize batan günün muhteşemliği, delice zeytinlerin bilgeliği, terasımıza kadar tırmanan begonvilin moru, yandaki yaseminin geniz yakan kokusu… Benimle paylaşmak arzusunda olduğu her bir güzellik için ayrı çemkirirdim.
“Ne yolu ne şiiri! Şiir okuma bana, çıkamadığım yolun şiirini hele hiç okuma” diye bağırdığım gündü sanırım.
İlk kez o gün gözlerime acı acı baktı!
Mayıs 13; 2027
Özlemiyorum artık dışarıda olmayı!
Uyuştum. Acı da duymuyorum. Burnumun direğinin sızısı, içimin yanması…
Bitti.
Unutuş!
Düş görmeye devam etsem de ne Sedat ne çocuğum ne de sevdiklerim eskisi kadar girmiyor rüyalarıma. Yalnızca ve sık sık bahçemdeki ulu palmiyem… Baş edemeyip halatlara aldıkları, elektrikli testerelerle doğradıkları, ölürken tohumlarını toprağa boşaltan ulu palmiyemi görüyorum.
Nehirlerin, denizlerin ve ormanların yağması için kılıf uydurmalar bitti.
İki yüzlü yaşanmışlıklar, miş gibi yapmalar… Kirli gücünüz artık bir bahanenin ardına saklanmak zorunda değil.
Uy…kum var. Çok ü…şüyor…um!
Mayıs 14, 2027
Düşsüz bir uykudan kalktım. Bugün telefon günü mü? Çalınca anlarım! Ekmek ve zeytin ezmesi… Birkaç da bisküvi yedim. Zeytin ezmesi küflenmişti!
“Şu aşı işi fena oldu” diyor. Olumlamadığı bir şey oldu sonunda!
“Mutasyona uğramış” diyorum.
“Çok fena oldu!” Duymak istediğim bu değil.
“Sedat; sen hep iyi düşünürdün.” Güçsüz olan benim! Sakın, sakın ha!
“İyi olmadı” diyor üçüncüdür. “Bugün telefon günü, oğlan arar birazdan. Belli etme çocuğa sıkıldığımızı”
“Gün doğmadan neler doğar. Üzme canını sen…” daha lafımı bitirmemişken dudaklarımdan yumuşacık öpüyor. Elimi tutuyor.
Elimi sıkı sıkı tutuyor.
Az ötemizdeki bir ağaçtan toplayamadığımız yenidünyalar pıtır pıtır toprağa düşüyor.
Mayıs 19, 2027
Uyuşukluğum katlanarak artıyor. Notlarıma koyduğum tarihlerin bile doğruluğundan emin değilim. Oğlum arayınca öğrendim. Bugün 19 Mayıs’mış.
Artık kutlanmıyor!
Ben yine de bayrak asacağım.
Sahi, bir müjde verdi. Kendi gibi pilot bir kızla evleniyormuş. “Kasadan bize bırakılan bi şeyler var ya! Hepsi senin. Anahtar zaten sende. İstediğini tak kıza” dedim.
Hoş; pek de bir şey bırakmamışlardı.
Edinimlerimi düşündüm: diplomamı, mesleğimi, sahip olduğumuz emlaklar, birikmiş paramız, mücevherimi, kredi kartlarımı, taksitlerimi, çektiğimiz kredileri…
Bizi olduğumuz yerde kapalı bırakmanın “Devlet’e yüklediği sorumluluk” ağırmış!
Malımıza, paramıza büyük oranda el koydular…
Mayıs 20; 2027
Bayrağı indirttiler.
Sabah mı gece mi olduğunu anlayamadım bir karanlıkta gelip güm güm kapıya dayandılar. Özür diledim… Çok yalvardım!
Yoksa telefon hakkım elimden gidecek!
Didinmelerim, kırmalarım, kendimi beğenmelerim…
Şıklığım, bakımlı kadın olma iddiam…
Nemesis kompleksim!
Bu kadar yükü nasıl taşıdığıma şaşırıyorum.
Varoluşumu sorguluyorum! Vârolmayaşımı ya da!
Haziran 3, 2027
Bulaş notlarımda birkaç yıl geriye döndüm bugün.
Temmuz 2025’den bir sayfaya takılıyor gözüm.
Bulaş öncesi günlerden aklımda kalan bir anıyı yazmışım:
“Üst kattayız. Elimdeki kitaptan ‘görünmeyen kentleri’ dolaşıyorum. Büyülü kentleri, kızgın kentleri, ölü, işçi, ya da âşık kentleri… Hepsi kadın olan kentleri!
Güneş, palmiyenin yelpazeleri arasından yüzümde ışık oyunları yapıyor. Merdiveni çıkan ayak seslerine dönüyorum.
‘Sedat, bak nasıl da oyunlar oynuyor güneşle palmiye!’ diyorum.
‘Yatağa gel’ diyor bileğimin içini öperken. Usul usul sevişiyoruz…
Kapının arkasındaki askıdan bornozumu almak için uzanıyorum.
‘Off şu halime bak! Rimelim akmış, saç baş…’ aynayla konuşuyorum aslında.
‘Nefes nefese yüzünü bana döndüğün an kadar güzelsin.’ diyor.
Bornozu gerisin geriye askısına bırakıyorum…”
Daha fazla okuyamadım.
Aylardır ilk kez ağlıyorum.
Biraz önce fark ettim. Gövdesinin doğrandığı, kökünün çıkarıldığı yerden bir yenisi büyüyor. Henüz gövdesini görmüyorum. Birbirine sığınarak, birbirinin içinden serpilen yelpazeleri seçiliyor.
Yasaklanmış ne varsa ama ne varsa her şeyin önüne dikilmiş denli: büyüyor!
Palmiyem; öldürüldüğü gün katillerinin üstüne ve toprağa boşaldığı tohumlarından hayata tutundu!
Temmuz, 2027
Bir film izlemiştim. Film; yaprakların yeni yeni sarardığı ılık bir sonbahardan noele doğru ilerliyor, soğuk kendini her karede, her sahnede, her kompozisyonda giderek daha da belirgin kılıyordu. Siyah beyaz bir Fransız filmi. Başroldeki küçük çocuk da artan soğukla paralel kirleniyordu. Giysileri, elleri, yüzü, saçları…
Çocuğun, ıslah olsun diye teslim edildiği sistemde kirlilik artarak devam etti… Kiri artık göremiyorduk ama müthiş duyumsatılmıştı bu.
İzlediğimde çok gençtim. Adını unuttum. Büyük bir yönetmenin filmiydi.
Çok etkilemiştim. Belki de karıştırıyorumdur… Belki de Fransız değildi.
“Fellini” falan da olabilir…
Neyse; evliliğini aldatan bir anne vardı. Filmi izlediğimde sen daha iki, üç yaşında!
Çıkışta babana “ahlaksız, terbiyesiz bir kadınmış” denli bir şeyler söyledim.
“Ahlak görecelidir” demişti.
Baban buna çok inanırdı.
O yüzden affetti.
Hem bunu ne kin ne kızgınlık ne kibir ve ne de yüzüme vurarak yaptı!
Sense daha çok benim yansımamsındır. Erdemsiz olduğumu düşüneceksin. Eğer güncem eline geçerse tabii!
Ve sanırım ilk kez “notlar” yerine “güncem” dedim.
Salgın devam ediyor…
edebiyathaber.net (29 Nisan 2021)