Öykü: Deri | Zeynep Bayraktaroğlu Gökçe

Ağustos 27, 2024

Öykü: Deri | Zeynep Bayraktaroğlu Gökçe

Bu kuyu o gün var mıydı, hatırlamıyorum. Bu ağacı da. Ne zaman dikildi bu ağaç ne zaman bu kuyu açıldı? Bilmiyorum. Ama o gün bu ikisi de orada olsaydı o zebellayı ya kuyuda ya da ağaçta sallandırırdım. Gücüm yeterdi. Yetirirdim. Son nefesimi vermek için bunca yıl hiç beklemezdim.

O melun günün akşamında saçlarımın dibinde toprak ve bacağımın kenarından ince ince sızan kanla eve döndüm. Aksıyordum. Aksamaya engel olamıyordum.  Kapı eşiğinde annem beni görünce eliyle ağzını kapattı. Gözleriyle haykırdı. Onu bir ben duydum. Elinin ısırığını ben hissettim. Koşarak yanıma geldi. Bir eliyle koluma girdi, diğeriyle belime sarıldı. O an dünya yıkılacaktı. Altında kalacaktım ki annem tuttu beni.

Fayansları buhardan kapkara kesilmiş banyoya girdik. Bir köşede bekledim. Annemde hiç görmediğim bir telaş var. Kazanı yaktı, suyu ısıttı. Arada bir dizlerine vuruyor. Gözyaşlarını savuruyor etrafa. Ortaya bir tabure koyuyor. Beni soyuyor. Ondan doğduğum gibiyim. Tabureye oturtuyor. Başımdan aşağı döküyor suları. Yıllar akıyor saçlarımdan. Yaşamadığım. Yaşayamayacağım. Keseyi sert sert vuruyor vücuduma. Canım acıyor, dilim varmıyor. Bütün derimi soyuyor vücudumdan. Elinde tutuyor. Ben kıpkırmızıyım. Bir daha su vurmuyor derisiz vücuduma. Geçer bir iki güne, kabuk bağlarsın hem; diyor. Derimle banyodan çıkıyor. Bahçedeki çamaşır ipine asıyor vücutsuz kalan derimi. Ben sonsuz bir bekleyişe başlıyorum.

Geceler sabaha kavuşmuyor. Uyku azıcık girse gözüme, o salyalı ağız giriyor düşüme. Yattığım yerden sıçrıyorum. Annemin burun çekişleri bitmiyor. Yastığı nemli. Sabahları pencerede kurutuyor yastığını.  Köpek ulumaları dağlara çarpıp penceremizde duruyor. Hastası olan evlerin sarı ışıkları sönmüyor. Horozlar uyuyanlar için ötüyor. İkimizin boğazından da bir şey geçmiyor. Kahvaltılıklar masadan buzdolabına, buzdolabından masaya taşınıp duruyor. Çaylar soğuyor. Hayatımız bir kâğıt gibi ortadan ikiye katlanmış adeta. Düzelmemiz, o çizgiyi düzeltmemiz ömrümüzü alacak belli ki.

Gündüzleri pencerenin önüne oturuyorum. Düğün alayı geçiyor davullu zurnalı. Gelinin derisi yerinde. Damat utangaç. El ele, kol kola, sıra sıra geçiyor insanlar. Herkesin ağzı kulaklarında. Şekerler, bozuk paralar havada uçuşuyor. Çocuklar yerlerde kapış kapış saçılanları topluyor. Uzaklaşıyorlar. Sadece gülüşmeler, bağırışlar ve davul zurna sesi kalıyor. Çok geçmeden tabut taşıyanlar geçiyor. Düğün alayı yerini, cenaze alayına bırakıyor. Ağır aksak adımlarla geçiyorlar sokaktan. Gözler nemli, dudaklar sımsıkı. Ölümün ağırlığında ezilip küçülmüşler. Çıksam sokağa, cenaze alayının peşine takılır giderdim.

Yoldan gelip geçenlerin bazısının gözüne takılıyor ip askıdaki derim. Hayretle bakıyorlar. Tövbeler çekiyor dudakları. Allah muhafaza etsinmiş onları. Korusunmuş. Kötülere fırsat vermesinmiş. Evlerden ırak olsunmuş. Çolukları çocuklarından uzak olsunmuş. Allah yazdıysa bozsunmuş. Ya ben? Bütün bu dualardan ben neden azadeyim? O dev kılıklı yaratığa bu fırsat nasıl geçmişti?

Güneşin altında derim küçüldükçe küçüldü. Bedenimde yeni bir deri çoktan çıkmıştı ki içimdeki boşluk dolmuştu. O salyalı yaratıktan bir bebek büyüyordu içimde. Arsızca tekme atıyordu. İliğimi, kemiğimi kemiriyordu. Yediğim içtiğim yetmiyordu içimdeki değirmene.  Gün geçtikçe büyüyordu. Ateş gibi yakıyordu içimi.  Kinim artıyordu. Boğazımdaki düğüm, içimdeki bebek, kabuklaşmış vücudum… Hiçbir şey hissetmiyordum. Dağ kadar öfkeli, toprak gibi sessizdim. Sessizliği ben seçmiştim. Rüzgârda derimle birlikte savruluyordum. Günden güne. Geceden geceye.

Bir gün haykıracağımı biliyordum. Köyün en alt sokağındaki evden sesimin duyulacağını. Atamadığım çığlıkları tek tek savuracağımı. İşte o gün doğurdum. İçimdeki yaratığı kustum. Bağırdım.  Avaz avaz. Kemiklerim yerinden oynadığı için değil. Kalbim çürüdüğü için. Parlak güneşli yarınlarımın çalındığı için. Güvenim, güzelliğim, gençliğim heba edildiği için. Bir ömür alnımdan silinmeyecek yafta için. Gözümün feri çalındığı için. Bana ait bir evim olamayacağı için. Giyemediğim gelinliğim kirlendiği için. Şarkılar mırıldanmayacağım için.

Bacaklarımın arasından çekip çıkardılar. Suratına bile bakmayacaktım bebeğin. İçime düştüğü güne ve dahi içimden çıkacağı güne ilenmiştim. Çaresizliği beni ona bağlardı. Bağlanmamalıydım. Kalbimde bir yerler kabuklanmamış. Sızısını hep hissettim. O sızıdan annelik hislerim hortlayabilirdi. İzin vermemek için gözümü sımsıkı kapadım. Tıpkı o ağacın ve zebellanın altındayken kapattığım gibi. Ta ki annem, bebeği eline aldığında haykırmasına dek… Kıpkırmızı bir et parçası doğurmuştum. Bebek dünyaya derisiz gelmişti. Kan topağıydı sanki. Elleri, ayakları, gözleri, ağzı dikkatli bakınca seçiliyordu.  Dudaklarından ağlama sesi belli belirsiz duyuluyordu. Çok geçmeden sesi kesildi ve annemin ellerinde cansız kaldı.

O ağacın altına gömdüm bebeği. Yazgısının başladığı yere.   O kuyunun suyu ıslatsın bebeciğin toprağını. Beni bu kederden kurtaramayan, ona serinlik versin. Gençliğimin derisi havalansın ip askıda. Yeni derim ateş olup yaksın içimi.

edebiyathaber.net (27 Ağustos 2024)

Yorum yapın