Öykü: Deve kemiği | Çemen Tozbey Elmacı

Temmuz 19, 2022

Öykü: Deve kemiği | Çemen Tozbey Elmacı

Ben Zozan, Zozan Yılmaz. Burada, Doğubeyazıt Merkez’de yaşardık. Evimiz Ararat Oteli’nin oradaydı, Çiftepınar Mahallesi’nde. Kocam neşeli, hoş sohbet bir adamdı. Küçücük bostanımızda başını almış yürüyen ot yığınlarını temizlerken bile hep bir türkü çağırırdı kara sakalı değirmi Hasan’ım.  

Bir kitap dükkânımız vardı çarşıda; ‘Emek Kitabevi…’ Ana hayran beş yaşındaki oğlumuzun ismiyle aynıydı. O zamanlar da şimdiki gibi kitap okur insan azdı. Dükkânın eşiğinden geçen çok değildi, olsa olsa birkaç çoluk çocuk, öğretmen.

Pazarları öğleyi uğurlar uğurlamaz kepengi kapatırdık. Rehberlik etmeye Kale’ye koşardı Hasan. Buz gibi ayran dolu bakracımı alır, kocamın yanına varırdım. Rehberlikten kazandığıyla delik cebimiz dolmazdı. Eteğime dolanan yetimleri sevindirirdik o üç beşle. Hele bir de hava güzelse, çocukları toplar, Kale civarında sakin bir yere serilir, piknik yapardık. Açıkta kalmış başlarına bir ana baba olamazdık ya, anca okşardık.

Evlendiğimizden beri pazarlarımız tastamam böyleydi. Ta ki o güne kadar… Hemen karşımızdaki fırıncının taze ekmek kokusu tekmil evimizin içindeydi. Kepenkleri inik çarşının üzerine öyle bir yağmur boşandı ki kafamızı dışarıya çıkarıp bir ekmek olsun alamadık. Evvelden kalan kuru ekmeğe talim ettik. Nemli toprak kokulu evimizin o günkü başmisafiri, odanın ortasında damlalar biriktiren boş bir tenekeydi.

Kocamla oğlumu iki kazan suyla yıkadım pakladım o pazar. Taşta et dövdüm. Gün öğlen oldu, acıktık. O çok sever diye dövdüğüm etlen abdigorla pilav yaptım, yanına da hoşaf. Hayran olayım, oğlumla kocamın şoriği aktı kokusunu duyunca. İnan et! Ağzımızın tadıyla yediğimiz son yemek oldu o.

Sofra başında iki satır konuşamayan o karı kocalardan değildik. Hasan’ımın bana diyecek hep bir lafı olurdu. O gün İran’dan getirdiği bir deve kemiğinden konuştu bir heves. Karşısına çökmüştüm ben de. Onun o ömre bedel gülüşünü hayran hayran izledim. Herkes doğduğu gibi büyür, büyür, ama aldığı nefesin onun kadar hakkını veren azdır. Adem’in iki oğlunu anlattı bana bir güzel, Habil ile Kabil’miş, artık her ne zıkkımsa. Bir kardeşe kardeşini öldürten o nefis belasından dem vurdu. Haset, kardeş katli, toprağa düşen ilk kan derken içim şişti kederden vallahi. Sonra çok matah bir şeymiş gibi yatak odamızın baş duvarına astı o deve kemiğini. Dünyanın varı yoğu onda toplanmışçasına geçti karşısına, döne döne baktı, bir yandan da anlatmaya devam etti. Bense o kemiğe verdiği kıymetin hikmetini arıyordum Hasan’ımın gözlerinde.

Anlatması bitince varıp oturdu, gömdü gözünü kitaba. Oldu olalı öyleydi, fırsatını buldu mu hiç kaçırmaz okurdu. Ben de okuyayım diye heves ederdi hep. Onun yanına yaraşacağımı sanarak debelenirdim o koca koca kitapların içinde.

Çayından bir yudum alıp pencereden baktı,  endişeli endişeli:

“Ortalık yaygara, patırtı, gümbürtü. Yazıklara bak bu yağmurda yürüyorlar. Gündüz vakti çıkmak da zora bindi artık. Ne istiyorlar şu insanlardan, aştan emekten başka bir şey istemiyorlar ki,” dedi Hasan’ım.

Gün ikindi olunca polisler düştü kapımıza, yapıştılar kocamın koluna. Yüreğim hop etti.

“Hasan Yılmaz sen misin?”

“Evet.”

“Çarşıdaki Emek Kitabevi’nin sahibi, öyle mi?”

“Evet.”

“Yürü, bizimle geliyorsun!” Yaka paça aldılar gönlümün, evimin direğini.

“Beni niye götürüyorsunuz?” deyince sırtına bir yumruk indirdiler.

“Bin lan it!”

 Hasan’ım eğdi başını gitti, gözlerini bizde bırakarak.

“Babana git! Evde bir başına kalma,” diye sıkı sıkı tembih etti. Araba adam doluydu. Hiçbirini tanımam etmem. Şaşırdım hem ne! Apışıp kaldım.

Hasan’ımın karakolla, polisle ne işi olur? İşi gücü kalem kitap, varı yoğu dükkânla biz. Silme yufka yürekliydi benim kocam. Hak mı yemişti, can mı almıştı o vakte değin? Yav, kime ne zararı vardı? Kimin namusuna göz koymuştu? Aklımla cebelleşiyorum, bir cevap bulamıyorum ama.

O vakit polis arabası aceleyle uzaklaşırken karşı kaldırımda Ehsan’ı seçtim güçlükle, Hasan’ımın amcaoğlu. Kafasını siyah kaşkolle sarmıştı bin başlı yılan. Koştu vardı yanıma.

 “Kız ne oldu? Polisler Hasan’ı niye götürdü?” Konuştukça çoğalıyordu yılanın başları. Kapıyı hama hama suratına çarptım, savdım gitti.

Kocamın tembihine uymadım. Anamlara gitmedim. Öğrenince olan biteni, yalnız kalmayayım diye kardeşimi koydular başıma.

Hasan’ımın gittiğinin devrisi gün, başladım aslanımın sigaralarını hiç gitmemiş gibi almaya. O yokken sektirmeden her gün bir paket koydum çekmeceye. Bir çekmece dolmuştu ama ortada ne Hasan vardı ne lafı. Kadın başıma kimden sorabilirdim, kime gidebilirdim ki? Tamtamına kırk beş paket sigara aldı ilk çekmece. Peşi sıra ikincisini doldurmaya başladım. Biriktirdiğim tüm sigaralar Hasan’ımın yokluğuydu ya tüh suratıma, çekmeceyi her açtığımda pişmiş kelle gibi sırıtıyorlardı bana. Öyle ağlamıştım ki gözlerimde iki adım öteyi görecek hâl yoktu. Üçüncü çekmeceye ilk paketi koyduğum gün dış kapıyı tıklattı; gözümün, gönlümün tek dermanı Aslanım.

 Elim ayağım boşaldı karşımda görünce. Üstü başı hilim hilim bir yabancı, ayaklarında kalın lastik bir çizme. Tez su kaynattım. Sabunlu lifle her bir yanını ellerim titreye titreye ovaladım. Hasan’ımın bedenini hurdahaş etmiş zalimin oğulları. El ayak tırnaklarının hemen hepsi çekilmiş, tırnak yatakları mosmordu. Hayaları iki çürük yumurta gibi kapkara duruyordu bacaklarının arasında. İçemediği sigaraların her biri, bedeninde söndürülmüş birer yuvarlak yaraydı. Koltukaltlarındaki kayış gibi izlerden besbelli kollarından asmışlardı Hasan’ımı. Mahkûmlara nasıl eziyet ettiklerini işitmiştim de öylesini hiç görmemiştim. Gıkı çıkmayınca dilini kestiler sandım. Ağzını açıp baktım, yerindeydi. Onun bağırıp sızlanmadığı yaralar içimi cızlattı. Ayaklarını dilemişler aslanımın, sonra bacaklarını, sonra kalçalarını, sonra sırtını. Hem ne ince ince dilemişler. Aman Allah! Ona bunları eden insan mı diye hayıflanarak ovuşturdum her bir yanını. Kafasındaki irili ufaklı şişlikler ellerime geldi. Dikiş atılmadan kendi haline bırakılmış derin bir yarık peydahlanmıştı alnında.

Hasan’ımı bir temiz yıkadıktan sonra sabun kokulu pijamalarla giydirdim. Ne kendi başına giyinecek ne de tek laf edecek mecali vardı. Hiçbir şey demedi. Gözleri bir tuhaf, yabancıya bakar gibi bakıyordu yüzüme. Oğlumuza da yüz vermedi bütün gece. Emek’im ağlayarak eteğime yapıştı.

“Ana, bu adam babam mı?”

“Dik dur kurban, baban iyi olacak.”

Oğlumu yatırınca demli çay yaptım. Hasan’ım çok severdi. İçemedi ama. Ağzı doldu kokusunu alınca çayın, öğür öğür çıkardı. Bir koşu gidip eline yüzüne su çarptı. Yanımıza geldi sonra. Delimsek gözlerle,

“Sen de kimsin, karım nerede, oğlum nerede? Ne yaptınız onlara?” diye köpürdü. Ellerimi sıktım. Acımdan avuçlarımı cırmaladım. Yığılmışım olduğum yere. Kendime geldiğimde ala şafaktı. Bir gece bile dayanamamış gitmişti Aslanım, yatağında yoktu. Oğlum uyanır uyanmaz yanıma ilişerek ağlamaya başladı.

“Ana, ben babamı istiyorum, babamı istiyorum! Ana, babam nerede?” 

Gülender elma yanakları gölgelenmiş yavrumun. İçim başkaldırınca şorr diye boşandı gözlerim. Bilemedim ki ağlamam bitmezmiş.

Hasan’ım gidince bir keder oturdu yüreğime kalkmaz. Kim derdime derman, soruma cevap olur diye düşün düşün gecelerim karardı. Dişimi sıka sıka sordum soruşturdum olan biteni. Sokakta beni görür görmez ya telaşla kaçıyor ya duymazlıktan geliyordu kasabanın tavşan yürekli ödlekleri. Meğer dayım oğlu İmam Emmi, o yere yakın boyuyla mahallemizin en yüreklisiymiş. Halime dayanamadı tane tane anlattı her bir şeyin aslını astarını. Üstüne kimseye söylememem için sıkı sıkıya tembih etti. Bir hain yok yere kara çalmış, iftira atmış Hasan’ıma. Ondan sebep almışlar içeriye. Dayaktan fenalaşınca hastaneye yollamışlar kocamı. On beş gün yatırdıktan sonra gerisin geriye göndermişler. Diğer mahkûmlar ömür billah onu tanımadıklarını söylemişler sorguda. Üstüne İmam Emmi bastırmış,

“Yanlış yapıyorsunuz, o taraklarda bezi yoktur, vallahi de iftiradır billahi de!”

İnanılır şey değil, ama “Peki madem, dışarıda iş çevirecek hâli yok artık,” diyerek ne hikmetse serbest bırakmışlar kocamı en nihayet. 

Her bir şeyi öğrenince yüreğim daha da dağlandı. Ne yapacağımı bilmez hâlde dönendim durdum. Uzun bir vakit aradım taradım bulamadım Hasan’ımı. Epey geçti, tam ümidi kesmiştim, duydum ki teröristlere uymuş, dağa çıkmış bizimki. Haber yollamış anasına babasına,

“Oğlumu, karımı kaçırdılar, öcümü alacağım,” diye.

Duyanın inanası gelmez, meğerse köy karakollarına pusu kuran hainlerle birlik olmuş benim kocam. Mapusta aklını yediler işkenceylen. Gâvur yapmazdı onların kocama ettiğini. Bir bilseydim üzerimize bu karayı çalanı, bu kahpeliği yapanı, hepimizin hayfını alacaktım da. Çi fayda ki elden gelir bir şey yok zamanlar…

Hasan gitti gideli her gün ekmeğimin başındaydım; dükkâna gider dimdik düşman çatlatırdım anca. Günlerden bir gün kapımda bitti gene köpoğlu Ehsan. Üstüne gök gürlememiş hödük, etrafımda fırlanıyordu. El kadar kızkenden beri peşimde it gibi dolanırdı. Allem etti kallem etti, ama babamlar ona vermedi, gönlüm yoktu zaten. Bildim bileli Hasan’la sevdalıydık. Ağamlar severdi Hasan’ımı, ‘İyi çocuk, evlenin gayri,’ dediler, evlendik. Evlenip barklanmış saymadı beni Ehsan iti. Gözünü çekmedi üzerimden. Erim yokken evimin önünü ayakyoluna çevirdi köpoğlu.

“Bu can çıkmadıkça bırakmam peşini, böyle bilesin Zozi. He de kız, nazlanma. Bana bu hersin ne? Kocanın aklı gitmiş. Zürriyetsizdir artık o! Sana her yok ondan. Eninde sonunda bana kalacan. Dağdan indirip canını mı alayım, kan çıksın istersin. Neyine güvenirsin başsız kocasız?”

Eceli gelen köpek cami duvarına işermiş ya. Uzun uzun işer gibi konuştu hasır dibinin akrebi. Hâlinden anladım ki bu işte ki bit yeniği başından beri oymuş. Dükkânın ismiyle kocamı anarşist diye ihbar etmiş kahpe. Bütün gece hıncımı uykudan çıkardım, sabaha değin gözümü kırpmadım.

Ertesi gün aldım oğlumu yanıma, dükkânın yolunu tuttum. Çarşıya bir vardım ki ne göreyim, yakıp kül etmişler, yıkmışlar aşımı işimi başıma.

O günden sonra tam tamına bir ay, iyicene düşündüm taşındım kafamda. Hasan’ım için biriktirdiğim sigaraların hepsini ardı ardına içtim. Ana hayran, oğlum huzursuzca bacaklarıma dolandı durdu o günlerde. Gözümün oğlumu gördüğü mü vardı…

Bir gün karar verdim, eve çağırdım Ehsan’ı. Kardeşimle oğlumu çarşıya yolladım. Yüzümde domuzuna bir gülümseme, aldım iti içeriye.   

“Az bekle, üstümü değiştireyim,” dedim.

“Ha şöyle, aklın başına geldi, şükür,” dedi her belanın altından çıkan Çapanoğlu.      

Yatak odamıza gittim. Hasan’ımın o kemiği getirdiği ilk günden beri haset, bir kara deve gibi evimize çökmüştü. Hıncım, acım nasıl dolmuş kalmıştı o deve kemiğinin içine. Yeryüzünde akan ilk kanın sesi duvardan bana, ‘öcümü al, öcümü al,’ diye sesleniyordu. Kemiği elime aldığımda artık ben ben değil, deve gücünde bir hayvandım ha vallaha. Onu tutar tutmaz yıkıldı evim başıma, Hasan’ımın kitapları, Emek’imin yatağı, iyiliğin, mutluluğumuzun bütün varı yoğu bir bir yok oldu. İblisin en civcivli vaktiydi ola ki, Ehsan’ın arkasından dolanarak yaklaştım dibine, “Geldin mi kız?” der demez var gücümle indirdim kafasına. İlkin debelendi, yere düştü sonra kalkamasın diye bir daha bir daha vurdum. Hayfını aldım sönen ocağımın. Ölümüm hak olaydı, koy biz böyle olmayaydık Hasan’ım. Cehennemin zıbarasına düşesin ey Ehsan!

İşte böyle ya, o gün bugün yüreğim yangın yeridir, her gelmez. Suçsuz başımıza bunlar geldi. Ocağımızı küllediler. Uzak kaçalım diye uğraştıysak da inadına gelip bizi buldu ya bela. Mevla kimsenin alnına kara yazı yazmasın. Hasan’ım öldü mü kaldı mı bilmiyorum, de ki yaşıyorsa bile o dağda mapus, ben burada. Elimin değdiği onca yetim kıl, kaç sevaba karşılık gelmiştir desene? İşlediğim o büyük günah ardımda sevap bırakmış mıdır? Hele bak yüzüme kızım, senin şu gençliğine, güzelliğine yazığım gelir, Hak Teâlâ öz nurundan yaratmış. Sen neden düştün buraya, kime ne ettin? İçin dışın dolmuş dert. De hadi!

edebiyathaber.net (19 Temmuz 2022)

Yorum yapın