Saf ve yalnız bir adamdı. Onunla beş dakika muhatap olan herkes bunu anlardı. Böyle insanlar anlaşılır. Fiziksel özelliklerinden değil. Mesela kısa boylu ve şişman ya da sırık gibi ince ve uzun olmak değildir onları ele veren. Nereye, nasıl baktıklarından, söylenecek binlerce söz içinden söylemeyi tercih ettiklerinden anlarsınız. Hayat üzerlerine tam oturmamış gibidir. Ufuk o kalabalık kafede tek başına oturup bir dizini huzursuzca titretirken hayatın üzerinde eğreti durduğunu iliklerine kadar hissediyordu.
Berbat bir iş görüşmesinin ardından beklediği telefon ona iyi gelecekti. Aramanın o gün o dakika gelmesi için hiçbir sebep yoktu oysa. “Yoldaşlarımız sizi arayacak,” demişlerdi cevap mailinde. Bu üç gün önceydi. Arama o an gelirse Ufuk, kırk yıllık hayatında ilk defa gerçekten doğru bir şey yapmış sayacaktı kendini. Son zamanlarda okuduğu kitaplar, görmesini bilene hayatın işaretlerle dolu olduğunu söylüyordu.
Beklediği işaret on dakika sonra geldi. Arayan bilmediği bir numaraydı. Telefonuna yaptığı ani hamleyle kahve bardağını neredeyse devirdi. Etrafındaki masalardan gelen bakışlara takılmadan cevapladı çağrıyı.
“Merhaba Ufuk Bey. Ben Dilara. Halkın Halk İçin Halkla Hareketi’nden (HAHAHAHA) arıyorum. Bize e-posta atıp mücadelemizi desteklemek istediğinizi belirtmişsiniz. Müsait miydiniz?”
“Tabii Dilara Hanım, müsaidim. Evet ben de bizleri duymazdan gelen bu vahşi düzene karşı üstüme düşeni yapmak için örgütünüze üyelik başvurusu yapmıştım. Vallahi perişan oluyoruz böyle Dilara Hanım. Daha şimdi iş görüşmesinden çıktım. Rezaletti. Yani bunlar kendine çalışan değil köle arıyor. Bilgisayar mühendisiyim ben. Bana haftada altı gün mesai karşılığında asgari ücretten hallice bir maaş teklif ettiler. Ayıptır ya. Yeni mezun olsam neyse. Yani evet, iş tecrübem çok yok. Belki ondandır ama yüzü kızarır insanın bunu teklif ederken. Bilmiyorlar kim ne zorluklarla boğuşup da bir yandan hayata tutunmaya çalışıyor. Sanki insan değil robotuz. Derdimiz, acımız olamaz. Mutlaka onların ihtiyaç duyduğu kusursuz insanlar olacağız. Kusura bakmayın Dilara Hanım birden içimi döküverdim. Sinirlerim bozuk da biraz.”
Konuşmasının bir yerinde hatta parazitlenme oldu. Ufuk birkaç saniyeliğine sesinin yankılandığını duydu. Bu dikkatini çekti ama üstünde durmadı.
“Ne kusuru Ufuk Bey, olur mu! Bu öfkedir bu bozuk düzeni yıkacak olan. Kendinizi kötü hissetmeyin lütfen. Ufuk Bey size şöyle bir teklifim olacak. Yarın akşam saat altıda metro çıkışında bildiri çalışmamız var. Vaktiniz varsa bir saat öncesinde yüz yüze görüşelim mi? Hem tanışmış oluruz hem de sonrasında eğer isterseniz gelip çalışmamızı görürsünüz.”
“Çok sevinirim. O saatte müsaidim. Nereye gelmemi istersiniz?”
Adres bildiği bir çaycıydı. Bir sonraki gün saat üçe alarm kurdu. “Görüşme, HAHAHAHA” notuyla. Bir peçete isteyip döktüğü kahveyi sildi. Hesabı ödeyip kalktı. Artık evde kafeinsiz kahvesini demleyip birkaç bölüm Behzat Ç. izleyebilirdi günü keyifle tamamlamak için. “Yatmadan önce de Dilara’ya neler söyleyeceğime çalışırım” diye düşündü.
Ertesi gece dışardan söylediği yemeğini yemiş, ilaçlarını almış, televizyondaki hayvan belgeseli karşısında keyif yapıyordu. İçinde, uzun zamandır ertelediği o büyük ve faydalı işi nihayet yapmışlara özgü sevinç vardı. Ayaklarını uzattı. Harekete alışık olmayan şişman gövdesini taşıyan bacakları, bir saatlik bildiri dağıtımında yorulmuş ve dinlenmeyi hak etmişlerdi.
O gün alarmın çalmasına gerek kalmadan duş aldı, temiz çamaşırlarının üstüne rahat bir pantolon ve şık bir gömlek giydi, her ihtimale karşı parfüm sıktı. Görüşmeye kimin katılacağı belli olmazdı. Sözleşilenden yarım saat önce çaycıya vardı. Kafeinsiz kahve olmadığı için limonata söyledi.
Beşi biraz geçe biri kadın diğeri erkek iki genç buluşmaya geldi. Biri Dilara’ydı. Ufuk bu haklı mücadeleye katılmakta ne kadar hevesli olduğunu hissettirmek için elinden geleni ardına koymadı. Yirmili yaşlarının başındaki iki devrimci de gönül verdikleri davaya böyle ilgi duyan bir yabancıyla tanışmaktan dolayı umutlandılar. İki taraf için de keyifli bir ilk görüşme oldu. Sonra bildiri dağıtımı için metro çıkışına geçtiler. Ufuk önce bir kenarda durup gözlemleyecekti. Dilara da yoldaş adayını yalnız bırakmadı.
Ufuk hariç altı kişiydiler. Hepsi Ufuk’a kıyasla oldukça gençti ve enerji dolulardı. Bir kadın bildirinin özünü yüksek sesle ajite ediyordu. On dakika sonra Ufuk’la Dilara da önlüklerini giyip çalışmaya katıldılar. Metro girişi o kadar hareketliydi ki bir o yana bir bu yana bildiri uzatmaktan Ufuk’un başı döndü. Tatlı bir sarhoşluk gibiydi bu onun için.
Bir saat içinde elindeki yüz kadar bildirinin sekizini dağıttı. Önlüğünü katlayıp teslim ederken gururluydu. Biraz daha vakit geçirmek için kalmasını istediler ama Ufuk’un eve dönüp iş başvurularına devam etmesi ve biraz dinlenmesi gerekiyordu. Başvurularını yaparken bu sefer güzel bir iş bulacağına inandı. Sanki bu akşama özel dünya ona düşmanlık etmeyi bırakmıştı.
Gece televizyonun karşısında otururken aniden aklına parazitlenme meselesi takıldı. Rahmetli babası derdi. “Dinliyorlar!” Birkaç kere takılmıştı ona Ufuk. “Nüfus memurundan başka dinleyecek kimse kalmamış mı?” Sonra emekli bir subaydan aynı şeyi duyunca işi ciddiye almıştı. Anahtar kelimeler vardı. Bunlardan biri söylenince otomatik olarak kayıt alınmaya başlıyordu.
Çok garipti. Yapanlar dahil hiç kimsenin ahlaki açıdan onaylamayacağı bu işi birileri sırf gücü yetiyor diye rahatça yapabiliyor, bunu kabullenemeyen birkaç kişinin “Ne hakla yahu,” demesi hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Belgeselde çakal sürüsünün sıkıştırdığı ceylan yavrusunu içinden konuşturup güldü. “Ne hakla yahu!”
“Dinlesinler,” diye düşündü. “İnsan onurunun gerçekten önemli olduğu bir dünya uğruna gerekirse hapse girmekten bile çekinmem. Yaşasın tam bağımsız ve gerçekten…” Sonunu beğenmediği düşünceyi savuşturup kanepeden kalktı. Babadan kalma bekar evinin yatak odasına yollandı. Yatağının çift kişilik olmasını ironik bulmuştu hep.
Böylece Ufuk dört hafta örgüt çalışmalarına gidip geldi. Dergi satışı, afiş, bildiri… Kaderini kendi ellerine aldığını hissetti. Sonra üyelik teklifi aldı. Örgüt binasında bir odada önüne bir form koydular. Adı, mesleği, sosyal medya hesapları, ailesinde asker ya da polis varlığı gibi soruları dürüstçe cevapladıktan sonra sıra, çerçeve içine alınmış yarım sayfalık bir boşluğa geldi. Çerçevenin üstündeki soru Ufuk’un HAHAHAHA’ya katılma gerekçesini soruyordu. Heyecanlandı. Odada hazır bulunan Dilara ve ondan daha yetkili olan diğer üyeye sordu “Ne yazsam,” diye. Sonunda içinden geldiği gibi iddialı bir beyan döşedi. Ne kadar iddialı olursa o kadar çok kabul göreceğini hissetmişti.
Ufuk’un üyeliği başladı. Çalışmaların yanı sıra haftalık toplantılara da katıldı. Çalışma ya da toplantı sonraları haftada bir iki kere, gençlerle bira içmeye gitmek, kendi gibi hissettiğine inandığı insanlarla bozuk düzene sövmek anlam duygusu hissetmesine yardımcı oldu. Böyle akşamlarda ilaçlarını küçük biber turşusu poşetlerine koyup gittikleri mekânın tuvaletinde gizlice yuttu. Bir değişimin eşiğinde olduğunu hissediyordu.
Ufuk’un hayatında hiçbir şey değişmedi. Hayat hala üzerinde eğreti duruyordu. Bunun değişeceği inancıyla yaşadığı cicim aylarının uzun sürmeyeceğini anladı. Halini yoluna koymak için tüm girişimlerinin karşılıksız kalmasından iyice bunaldığı bir günün akşamı bir otuz beşlik rakı açtı kendine. Yanına kavun ya da peynir koyacak kadar bile yaşama sevinci yoktu o akşam. Masasında bir şişe, bir kadeh bir de müzik çalan telefonu vardı. Telefon biraz alaycıydı yalnız. İlk oturduğunda arayan olursa ulaşamayıp meraklansın diye telefonunu kapatmış, müzik dinlemek isteyince tekrar açmıştı. Davranışından utandığı için, telefonu bir köşeden sırıtarak ona bakıyor gibi hissetti.
“Kendinizi kötü hissederken melankolik müzikler dinlemeyin.” derdi uzmanlar. “Canları cehenneme” derdi Ufuk. “Yalnızlık paylaşılmaz” diye bağırdı telefondaki şarkıcı. Kendine ders veriyormuş gibi sayıkladı Ufuk. “Yalnızlık paylaşılmaz.”
Bir saat içinde iyice ısınan serbest düşüş ortamı telefonun çalmasıyla kesintiye uğradı. Arayan Dilara’ydı. “Oo, prenses” diye cevapladı. “Ne yapıyorsun bakalım.” Konuşması yarım saniye geriden kulağına ulaştı. Dinleyicisi hattaydı yine. Haftalık toplantılarının tarih değişikliğini haber vermek için aramış kız. Ufuk’u öyle duyunca iyi olup olmadığını sordu. Ufuk başta derdini hiç anlamayacak bu gençle muhatap olmak istemedi. Kem küm etti. Sonra aklına gizemli dinleyicisi geldi. Kafasında bir görüntü canlandı. Terörle Mücadele’den bir yetkili, karanlık bir odada yeşil bir ahizeyi kulağına dayamış, konuşmayı dinleyip notlar alıyor. Bu kişi Ufuk’un çok sevdiği Behzat Ç.’deki polisler gibi kaderin sillesini yemiş. İşine bağlı ama halden de anlar. Ufuk, Dilara’ya hitaben ama yeşil ahizenin başındaki anlayışlı dinleyicisini düşünerek anlatmaya başladı.
“İyi olmak kolay mı bu ülkede be prenses. Öyle diyorsun ama bak şimdi, sen pırıl pırıl bir gençsin. Düzelir demek sana kolay. Bu hayatta kaderine terk edilmiş insanlar var prenses. Kusura bakma ama bok düzelir. Niye peki? Biz bu ülkenin evladı değil miyiz? Başka gezegenden mi geldik? Şimdi birileri bizi düşman belliyor. Niye düşman olalım biz ya! Daha güzel bir hayat istemek düşmanlık mı? Ya, hayatı yolunda giden adam devrimcilik yapar mı? Belli ki hayattan alacağımız var. Yoksa ben kime neden düşman olayım. Siz tabii, gencecik insanlarsınız canım benim. Allah uzun, mutlu ve sağlıklı bir ömür versin. Amaaa… Bazı şeyleri anlayamazsınız. Yanlış anlama. Yaşamakla ilgili bir şey bu. Daha doğrusu yaşamamakla. Bak ne güzel işler bulmuşsunuz kendinize, arkadaşlarınız, sevgilileriniz var. Ben kırk yaşındayım. Benim olsa yaşıtlarım gibi yetmiş-seksen bin lira maaşım, kolumda olsa bir sevgilim… Ben kime niye düşmanlık yapayım… Ben bu ülkenin has evladıyım, has! Rahmetli babam bu devlete on sekiz sene hizmet etti. Toprağı bol olsun. Hşşt prenses senin sevgilin var mı bakayım? Olmaz olur mu Ufuk abicim fıstık gibi kızım desene. Ha ha ha!”
Dilara bu tirat karşısında ne diyeceğini buldurmaya çalışırken, aklı başına gelen Ufuk bir çuval inciri berbat etmiş gibi eliyle yüzünü sıvazladı. Kısa sessizliği yine Ufuk bozdu.
“Dilara kusura bakma.” Sarhoşluğunu gizlemek için konuşmasının hızını bir buçuk katına çıkardı. Bugün biraz kötüyüm. İş yok güç yok. Senden bir ricam olacak. Sizin çevreniz geniştir. Ben sana özgeçmişimi atsam, bir örgütü yoklasan yazılımcı arayan var mı diye. Giriş seviye bir iş de olur. Çok becerikli sayılmam zaten.”
Dilara yardım talebini kabul etti. Tabii sorardı tanıdıklara. Sonra huzursuz bir sessizlik. “İstersen,” dedi, devam edemedi. Yoldaşı bu haldeyken suratına kapar gibi kapamak istemiyordu telefonu. Öte yandan Ufuk’un kendisiyle konuşma şeklinden rahatsız olmuştu. Belki erkek yoldaşlarından birine yönlendirmeliydi. Hem kafaları hem dilleri daha iyi uyuşurdu.
O akşamdan sonra Ufuk’la ilgilenmeye otuzlu yaşlarındaki İlkkan başladı. İlk tanışmaya ev sahipliği yapan çaycıda yaptıkları baş başa görüşmede örgütün sekreterlik yapısıyla ilgili bir düzenleme yapıldığını söyledi adam. Bir süredir planlanan bir bu düzenlemeyle sekreter- üye ilişkilerinin daha uyumlu olması gözetilmişti. Örgütün eli kulağındaki büyük çıkışı öncesinde bunu hayata geçirmek harika olmuştu. Ufuk nasıldı? Ufuk iyiydi. Her şey yolunda değildi elbet ama kimin için öyleydi ki. Kuyruğu dik tutmak lazımdı. Daha fazla detaya girmedi. Dört gece önce Dilara’ya karşı kantarın topuzunu iyice kaçırmasını kafaya takmıştı. Bütün bu düzenleme hikayesi masaldı ona göre. Belli ki önlem almışlardı Ufuk’a karşı. Demek ki sağcı solcu ayırmıyordu düşeni tekmeleme geleneği. Hayatı yolunda gitmeyen, yüreği yaralı insanları cüzzamlı gibi hapsetme mecburiyeti. Ayıptı ama olsundu. O gece Dilara’ya gönderdiği özgeçmişinin akıbetini sormak içinden gelmedi.
Böylece üç hafta daha geçti. Toplantı ve çalışma haberlerini yeni sekreterinden mesaj yoluyla almaya başladı. Siyasi birliktelikler dışında yoldaşlarıyla görüşmeyi bıraktı. İlaç kullandığı için alkol almaması iyi olurdu zaten. Evinin yanındaki marketin kasiyerine yaptığı çay içme teklifi reddedildi. Artık bu kadar aşağılanmayı kaldıramayacağını sandı. Kaldırdı. Parfüm sıkmayı bıraktı. Behzat Ç’yi üçüncüye bitirdi. Kafeinsiz kahve çektirdiği yer kapandığı için başka bir yer aramak zorunda kaldı. Her yerde bulunmuyordu. İki ayda verdiği dört kilonun ikisini geri aldı. Özgeçmişten bir daha haber alamadı.
Bu arada anlayışlı ve yargısız dinleyicisi de kafasında ete kemiğe kavuşuyordu. İstihbarat hiyerarşisinde yönetimde değil böyle operasyonel bir konumda yer aldığına göre otuzlu yaşlarındaydı. Yirmi olamazdı çünkü onlara dinleme gibi işler verilmez, angarya işler kitlenirdi. Erkekti. Orta boylu, ince yapılıydı. Tepesi incelmiş saçlarını, seyrekliği belli olmasın diye parmaklarıyla dağıtıyordu. Standart kombini kot pantolon, düz renk gömlek ve deri bir yelekti. Kaderden yana dertliydi ama kuyruğu dik tutmayı bilirdi. Bekardı. Aşkına hiç karşılık görmemişti. Buna isyan etmez, edebiyle hazmederdi. Tek başına olsa belki zorlanırdı ama kendi gibi üç arkadaşı vardı. Onlarla sık sık içlerinden birinin evinde buluşup bol bol geyik muhabbeti yapıyorlar, gerekince birbirlerine destek oluyorlar. İşlerinden ve birbirlerinden başka tutunacak dalları yok.
Bir akşam bu, arkadaşlarına Ufuk’tan bahsediyor. “Bende bir kâmil var, görmeniz lazım” diye. Ufuk’un yaşının adamı olmayışını, sarhoş telefonlarını anlatıyor. Gülüyorlar. Niyetleri kötü değil oysa. Sadece bu acı manzarayı hafifseyip yüreklerini ferah tutabilmek için. Yoksa onların da bir kadınla konuşurken kendilerini küçük düşürmüşlükleri az değil. Ufuk’un suskunluk içinde sınırlarını kabul ettiğini görünce yumuşuyorlar. Bir ağırbaşlılık çöküyor üstlerine. Biraz sonra, kaderini yaşamadığımız insanları yargılamamak gerektiği gibi bir şey söyleyip konuyu kapatıyorlar.
Böyle bir çevre lazım, diye düşündü Ufuk başka bir gün. İçinde suskunlaşıp sınırları kabullenmeyi mümkün kılan güvenli bir yer. Bunun için önce biraz duygu ve yaşanmışlık ortaklığı lazım. Mücadele edenlerin kaybedebileceğinin bilindiği bir yer. Hep kaybetmiş olanların hiç mücadele etmiyor sanılmadığı bir yer. Çocuk akıllı, heyecanlı, beceriksiz olmasına gülünecek, kompleksli, düşüncesiz olduğu zaman kızılacak ama ikisinin de canını yakmayacağı bir yer.
Ufuk’un örgütle ilgili tadı tuzu kalmadı. Başlangıçtakinden farklı görmeye başladı HAHAHAHA’yı. Kendi düzenini kurmuş bir grup yönetici, ait hissetme ihtiyacı duyan heyecanlı gençlerin enerjisini kullanarak gemilerini yürütüyordu. Ortada bir nevi inanç istismarı olduğunu bile getirdi aklına. Gençler de ortamlarını bulmuş olmaktan dolayı memnundu. Ufuk bu tuhaf düzenin içinde yabancı kaldığını anlamaya başladı. Dışardaki yabancılığına derman olmamıştı bu insanlar.
Bir daha ne özgeçmişinin ne de sarhoş telefonunun konusu açıldı örgütte. Kendini aşağılanmış hissetti bu yüzden. Konuşulması gereken bir konu konuşulmuyor, fırsat verilse kendini açıklamak isteyeceği bir konu yaşanmamış gibi davranılıyordu. Sakin kafayla düşündüğü anlarda önemli değil, diyordu kalbi. Diğer zamanlar kafasının içi pazar yeri gibiydi. Bu pazarda takıntılar, hazır biçilmiş roller, nifak tohumları satılırdı. Aynı malzemeleri farklı miktarlarda kullanarak, kafasını patates püresine çevirecek sayısız senaryo pişirdi Ufuk. Bu senaryoların birinde örgüt tabelasını yaktı. Kim olduğunu bulamadılar. Diğerinde hak ettiği dolgun maaşlı işi kapıp zengin oldu. Örgüt binasını satın alıp yoldaşlarına kira indirimi yaptı. Mağrur ve ölçülüydü.
Bu düşüncelerle yatağında günlerce kıvrandı. Kafasındaki pazar yeri ara sıra tatile girince Ufuk kalktı. İki yumurta kırıp yedi, duş aldı, tezgâhın üstünü sildi, yeni iş ilanı var mı diye baktı. Bir ara topyekûn temizliğe kalktı ama pazar yine çalışmaya başlayınca tamamına erdiremedi.
Bu gidişata bir son vermesi gerektiğini düşündü bir noktada. Bunun için bir plan yapması gerekiyordu. Planın ilk aşaması zaman makinesini icat etmekti. Geçmişini, bu sefer hatalarını tekrarlamadan yaşayacaktı. Böylece şimdi arapsaçına dönmüş hayatı daha bu yola girmeden önlemler alacaktı. Yirmi beş yaşına dönebilirdi. Gerçi bu biraz geçti. “On beş daha iyi,” diye düşündü. Ancak Ufuk o yaşlarda da biraz şeydi. “En iyisi beş- altı yaş, mis” dedi.
Bunu yapamayacağı için onun yerine bir akşam küfelik olana kadar içti. Bu işe bir son vermek istemişti. “Bir kadeh içer, sonra ararım” diye düşündü ilk başta. “Kırıldığım şeyi söyler, yolumu ayırırım.” Bir kadeh içki anlaşılmazdı. Sonra zaman makinesinin adının “mekan-zaman” makinesi olmadığını fark etti. Fiziksel olarak yaratması şart değildi makineyi. Kafasında iki üç tahtayı birbirine çakıp prefabrik bir zaman makinası icat etti. Kendi boyutunda zaman iki saat ileri akarken o, büyük keşfi sayesinde zamanda iki geri bir ileri gide gide şişenin dibini gördü. Saat on birdi. Geç kalmamıştı henüz. “Alkollü olabilirim ama ne söylediğimin farkındayım” deyip telefonu eline aldı.
“Alo İlkkancım iyi akşamlar diliyorum. Kusura bakma rahatsız ettim. Yo, yo öyle ama sen bu yoldaşını lütfen maruz gör. Mazur. Ben seninle bir sıkıntımı paylaşmak istiyorum kardeşim. Beni yargılamadan dinler misin? Yargılıyorsunuz. Evet. Evet. Ben bilmiyor muyum sanki. Gözlerinizle, hareketlerinizle. Neyse bunu uzatmayalım. Ben her şeyden önce, çok özür diliyorum. Ne demek niye? Bir kere, emekçi halkımızın şanlı öncüsü HAHAHAHA’yı bir hayır kurumu gibi görüp bana iş bulmasını istediğim için. Olur öyle şey. Bitirmeme müsaade eder misin? Dilara yoldaşla uygunsuz bir şekilde konuştum. Moralim bozuktu, insanlık hali. Özür diliyorum bunun için de. Ancak şunları söylemeden kapatmak istemiyorum. Siz hiç halden anlayan, insanların çektiği zorlukları bilen insanlar değilmişsiniz. Sözde halk malk dersiniz ama bilmiyorsunuz kimler nelerle mücadele ediyor. Neyse, canınız sağ olsun. Ama bu önlem almalarınız, bana karşı özenli tavırlarınız falan benim gururumu kırdı. Sence benim özel muameleye mi ihtiyacım var İlkkan? Siz nasıl hayatlar yaşıyorsunuz ben anlamıyorum. Ben böyle şeyler herkesin başına gelebilir sanıyordum. Meğer ben özel ilgiye muhtaçmışım. İtiraz etme kardeşim. Ne dedik, yargılamayacaktın. Yargılıyorsun. Konuşurken gösterdiğin özenle yargılıyorsun. Ne demek yanlış anlıyorum. Doğrusunu sen mi biliyorsun. Ben böyle hissediyorum işte. Gerçek öyle değil mi? Gerçek ne kardeşim, senin ne düşündüğün mü? Beni olduğum gibi kabul eden arkadaşlarım var lan benim! Sen farkında değilsin ama şu an bizi dinliyorlar… Bak ben sana ne diyeceğim. Ben geçen toplantıda konuştuğumuz bu akşamki şeye katılacağım. Fikir değiştirdim. Hani dedik ya gizli tutacağız diye. Şimdi hazırlanıyorum. Canım, elli kişi falan oluruz dendi ya. Korsan bir şeyler yapacaktık. Taksim Gezi Parkında buluşuyoruz değil mi? Ben ne dediğimin farkındayım. Ayak yapma! On bir buçukta oradayım ben. Bomba gibi olacak çıkışımız, bomba. Ha ha ha!”
Son söylediği hesapta yoktu. Saati kontrol etti. Apar topar giyindi, evden çıktı. Yolda beş tane iki yüzlük şeklinde bin lira çekti. Taksiciyle para üstü olayına girecek halde değildi. Mecidiyeköy’de bir taksi çevirdi. “Taksim, Gezi Parkı.”
Yeşil ahize. Bomba gibi bomba. Halden anlayan balıkçılık yapsın kardeşim notlarını almıştırlar cevahir hep arap taksiler nerede karanlık bir odada bu vatanın evladıyız bu yolda değişik bayanlar beklerdi eskiden ben sınırlarımı kabul etmem demedim hayır hayır biri beni bıçaklasın harbiye askeri müzesinde atatürkler sergileniyor bir sürü atatürkler buralar muralar eskiden hep ermeni mermeniymiş tatavla tavla dubara gelebilirler hahahaha cüzzamsız yarınlara prenses sevgilin var mı allah belamı yelekli kesin gelebilir beni yargılamayın amirim kaybedenler de mücadele eder amirim böyle derim tanışırız yemyeşil birer ahizeler o ne biçim telefon itfaiyeyi arayana kadar örgüt değil randevu kulübü bu ülkenin evladı değil miyiz amirim…
Soför Ufuk’u Taksim’de uyandırdığında saat on ikiye geliyordu. Çektiği paradan iki yüzü bırakıp arkasına bakmadan indi. Kaldırıma kustu, biraz rahatladı. Sallana sallana kendini zor attı Gezi’ye.
Etrafında dönüp duran banklar, ağaçlar ve tek tük insanların arasından ilk gördüğü boş banka oturup derin bir nefes aldı. Dünyanın dönüşünün durmasını bekledi biraz. Eğildi, doğruldu, bacak bacak üstüne attı, sağa döndü, sola döndü; rahat edemedi. Kafası neredeyse yüz kilo olmuştu. Taşımak zor geldi. Şimdi uzanmak istemiyordu çünkü dinleyicisi geldiğinde onu hazır vaziyette bulmasını istiyordu.
“Beni nasıl tanıyacak? Amirim üstümde eğreti bir hayat var. Görünce hemen tanırsınız.”
Belki de gelmişlerdi. Evet, evet. Tek başına gelmezdi o. Güvenli değildi. Ciddiyetsizliği kaldırmazdı onların işi. “Öncelikle sahte ihbarda bulunduğum için özür diliyorum. Sizi oyalamak aklımın ucundan geçmedi.” En az iki kişi gelirdi. “Arabada bekleyen bir kişi daha olur.” Arkasını dönüp park etmiş arabalara baktı. İçleri karanlıktı ama görebildiği kadarıyla boştu hepsi. “Benim zaten istesem de devlete, millete zarar verebilecek bir insan olmadığımı anlamışsınızdır amirim. Hani diyordu ya Pardon filminde; beni adam yerine koyan örgütü ben ciddiye almam. Onun gibi bir şey diyordu.”
Dünya durmayınca, o döndüğünü görmemek için gözlerini elleriyle örttü. Şimdi de karanlık dönüyordu. “Olacak iş değil,” diye düşündü. Biraz uzanmalıydı.
Karanlığın içinde ayak sesleri duyuyor Ufuk. İki çift ayak acele etmeden adımlıyorlar beton yolu. Önce uzaktan gelen sesler, gittikçe yaklaşıyor. Ufuk’un uzandığı bankın önünde duruyorlar. Karanlığın içinde doğruluyor, yattığı yerden. Eliyle yüzünü sıvazlayıp bir of çekiyor. “Amirim,” diyor. “Geldiğiniz için teşekkür ederim. Biliyorum salakça ama ben sizin beni dinlemenizden çok etkilendim. Bu akşam boğulacak gibi oldum. Sizinle tanışabilmek için telefonda yalan söyledim. Korsan eylem falan yok. Elli kişi de gelmeyecek. Sadece ben varım. Zor durumdayım. Lütfen beni tutuklamayın.”
Dinleyici elini Ufuk’un omzuna koyuyor. “Biliyoruz kardeş,” diyor. “Biz seninle konuşmaya geldik.”
O an dünyalar Ufuk’un oluyor.
edebiyathaber.net (14 Eylül 2023)