Öykü: Dışarıda | Cemre Öğün

Aralık 12, 2024

Öykü: Dışarıda | Cemre Öğün

“Elleriniz” dedi kadın, “ne kadar güzel.”

İçi tıka basa dolu yeşil saydam poşete uzanan eline baktı. Kırışık ve noktalı. Poşeti sapından tuttu, o kadar dolu ki içindeki turuncu meyveler bazı yerlerinde plastiği incecik bir zara dönüşene kadar dışarı itiyor. Güldü.

“Aman canım yaşlı eller işte.”

Kadın karşı çıktı,

“Öyle demeyin hâlâ güzeller.”

Parmaklarını açabildiği kadar açıp ellerini daha iyi görmesini ister gibi ona uzattı.

“Baksanıza,” konuşurken kendi ellerine bakıyor, “dükkânda koşturmaktan, çocukların yemeği memeği derken… İnanın tırnaklarımı bile uzatamadım.”

Yanakları yanıyor. Boş elini sol koluna asılı çantasında gezdirip cüzdanını buldu, çıkarıp açtı. Poşeti tuttuğu eliyle içindeki banknotları sayıyor; bir, iki, üç. Parayı çıkarıp kadına uzattı. Yüzüne değil ellerine bakıyor kadının.

“Çok teşekkür ederim, buyurun.”

Nasırlı ellerden biri ona uzatılan parayı aldı.

“Kesenize bereket, afiyet olsun.”

Cüzdanıyla ilgilenerek manavın önünden uzaklaştı. Adımları yavaş ve isteksiz. Sabah böyle uyanmamıştı. Sokağın köşesinden dönünce cüzdanı çantasına bıraktı. Boş kalan eline baktı. Gözlerini kıstı. Sadece kendinin duyabileceği şekilde ofladı. Kadınınkilerle karşılaştırılmazlar. Üstelik ondan çok daha genç kadın. Parmaklarını açıp kapadı. Avucunu yüzüne çevirdi. Zavallı, avucu hep nasırdı. Çalışmaktan. Hoşnut hissetti. Başını salladı, düşündüğünü onaylıyor. Bir gün bile çalışması gerekmedi.

Yolun dikleştiği yere geldi. Yetişmesi gereken bir yer yok, acele etmesi anlamsız. Durdu. Sabah erken kalkmasına da gerek yok. Hiç gerekmedi. Göğsünü ileri çıkarıp gerindi. Yokuşlar insanı kambur yapıyor. Kuru temizleyicinin kapısında sigara içen adamla göz göze geldi, dükkân sahibinin oğlu. Adam sigarasını dudaklarından ayırıp bacaklarının arkasına indirdi.

“Günaydın, nasılsınız?”

Boş elini gökyüzüne kaldırdı,

“İyiyim teşekkür ederim, havanın keyfini çıkarıyorum.”

Bir adım attı, konuşmayı fazla uzatmak istemiyor. Geriye seslendi.

“Babanıza selam söyleyin.”

Cevap beklemeden yürümeye devam etti. Havanın keyfini çıkarıyor. Hayatı güzel havaların keyfini çıkarmakla geçti. Bu düşünceden rahatsız. Kafasını hızlıca iki yana salladı. Herkes sadece güzel havaların keyfini çıkardığı bir hayat diler. Ve o buna sahip olma şansına erişmiş biri. Hatta yağmurlu günlerin de…

Gittikçe daralan kaldırımın yerini kaygan basamaklı merdivenler aldı. Bir seferinde burada tökezlemişti. Basamaklarda birkaç saniye durarak çıkıyor. Terlememek için. Karşı kaldırımda merdivenleri birer ikişer atlayan genç kadına takıldı gözü. Kolları ileri geri oynadıkça gri bluzunun koltuk altlarına yayılan leke gözüküyor. Koyu ıslaklığı seçer seçmez kafasını önüne çevirdi. Fark etmemiş gibi yap. Küçükken sıcak havalarda dışarı çıkmalarına izin verilmezdi. Gözlerini önce yokuşun bittiği yere sonra saatine çevirdi. On ikiye geliyor. Bu da aslında dışarı çıkmak için makul bir saat değil. Evin serinliğine dışarıdan terli gelmek insanı çok fena yapıyor. Yüzünü sıvazladı. Eve terli gelip hastalanan çocukları da olmadı mesela. Ablasının kırklı yaşları, oğlanların hastalıklarıyla uğraşmakla geçmişti. Kız çocuklarını yazın evde tutmak daha kolaydır tabii, oğlanlar öyle mi? Kapıdan bırakmasan bacadan kaçarlar. Gökyüzünde hareket eden bulutlar çekilince güneşin yakıcı ışığı vücudunu hemen ısıtıyor. Basamakları çıkmaya devam etmeli. Çocuklar en çok kışın hastalanır. Evde geçirilen yağmurlu bir günün keyfi oysa başka hiçbir şeyde yoktur. Gözlerini kıstı. Bir anı yeniden canlandırmak için. Evin salonunda oturduğu bir Şubat günü, Roza dışarıdan pötifur getirmiş. Yağmura karşı kahvesiyle yedi. Tek başına…Bak yine tökezledi. Ayağı yerinden oynamış bir kaldırım taşına takılmış. O gün pötifurlar gerçekten çok tazeydi. Salon sessiz. Adalar çakan şimşekler ve gri bulutların arasında belirip kayboluyor. Roza salonun ışıklarını yakmıştı.

“Merhaba! Nasılsınız?”

Gözlerini şaşkınlıkla açtı. Ona sesleniyor, kuafördeki manikürcü kız. Dükkânın önüne koydukları basit ahşap bankta oturuyor. Elinde küçük kahve fincanı.  Sokağın karşısında. Durdu, elini kaldırdı. Kafasıyla kıza selam verdi. Kız oturduğu banktan kalktı. Yanına gelecek.

“İyiyim, sen nasılsın?”

Bir basamak daha çıktı. Kız karşıya geçmek yerine kaldırımın kenarında durdu, yanına gelmekten vazgeçti demek. Huzursuzca pantolonuna dokunuyor.

“Ben de iyiyim efendim, ne zaman geliyorsunuz?”

Gülümsedi.

“Haftaya inşallah.”

Artık önünde bakıyor. Kızın şimdi arkasında kalan sesini duydu.

“Yeni ojeler geldi, ilk sizde deneyelim.”

Elini başının yanında kaldırıp sese doğru salladı. Yeni ojeler. Tırnaklarına bir bakış attı. Üstlerindeki bej oje hafifçe aşınmış. Cık. Diliyle istemsizce çıkardığı sesle irkildi. Gözlerini çevresinde gezdirdi. İki haftada bir sürdürüyor, elleri suya fazla girmediği için dayanıyor ojeler. Yemek yapsa mesela böyle dayanmaz. Manav kadının elleri gibi… Ojeler dökülür, derisi iyiden iyiye büzüşür. En fazla yaptığı Roza’nın izin günlerinde buzluktan çıkardığı köfteleri ısıtmak. Bulaşıkları da bulaşık makinesi… İki çocuğa yemek yapmakla bir mi? Ablasını düşündü. İlk çocuktan sonra oje sürdürse de dayanmaz olmuştu. Zaten onunkiler kadar düzgün değildir elleri. Gülümsedi. Ablası yüz güzeli. Anneannesi öyle demez miydi? Onunsa elleri ayakları çok muntazamdır. Ayaklarına baktı. Her adım attığında ucu açık sandaletlerinden ayak parmaklarını seçebiliyor. Tırnakları ile aynı renkteler. Tertemiz ve muntazam. Yokuşun sonuna birkaç basamak kala soluklanmak için durdu, sağ elinde tuttuğu poşeti sola aldı. Avucu acıyor. İşin kötüsü kimse insanın sadece ellerine bakıp ondan çocuk yapmak istemiyor. Boş elini yumruk yapıp sıktı. Son iki basamağı çıktı.

Sokağın karşısına geçip apartman bahçesinin demir kapısını itti. Gıcırdıyor. Bahçe iyice serin. Hayatına girip çıkan adamların aksine manav kadınlar, manikürcüler, hizmetçiler. Ellerini hep fark ettiler. Poşeti tekrar sağ eline aldı. Sol eliyle çantasının içindeki tanıdık şıngırtıyı aradı. Anahtarlığı çıkardı. Ağır. İçinde yaşadığı tüm evlerin anahtarları hâlâ burada. Adadaki küçük yazlık ev, Paris, Nişantaşı, -anahtarı deliğe sokup çevirdi, ağır demir kapıyı omuzuyla itti, içerisi loş ve serin- ve burası. Annesinin eski evi. Duvardaki elektrik anahtarına bastı. Daha aydınlık. Asansörü çağırdı. Başını yana eğip döne döne yukarı çıkan merdivenlere baktı, parlak ahşap trabzana… Paris’teki evin merdivenleri de aynı böyle dönmez miydi? Asansör gıcırdayarak bulunduğu kata inmeye çabalıyor. O eski apartmana ilk girdiğinde merdivenine tutulmuştu. Yepyeni bir şehirde hiç tanımadığı insanlarla küçük bistrolarda içeceği şarapların üstüne evinde müzik dinlemeye giderken sarhoş ve özgür çıkacakları mermer basamaklar. Gözlerini kapadı. Apartmanın üçüncü katındaki huysuz ihtiyar, çoktan ölmüştür. Emlakçı sesini alçaltarak, “çok gürültü olur mu?” diye sorup aşağı katı işaret etmişti, “alt kat önceki kiracıdan şikayetçi oldu.” Kabin onun bulunduğu kata ulaşmak üzere, boşluktan çıkan seslerin güçlenmesinden anlıyor bunu, gözlerini açtı. İhtiyardan o dairede yaşadığı süre boyunca hiç şikâyet duymadı. Ama bu iyi bir şey değil mi? İnsan yaşadığı şehrin, mahallenin kurallarına mutlaka uymalı. Asansörün metal kapısının üstündeki ince dikdörtgen cam şerit en yukarıdan başlayarak aşağı doğru aydınlandı. Kabin gürültüyle durdu. Birkaç saniye bekledi, hep bekler. Emin olmak için, bir çocuğun bu şekilde boşluğa düştüğünü ya bir yerde okudu ya biri anlattı. Kapıyı kendine çekerek açtı, içeri girdi. Aslında bu evi ablasına teklif etmedi mi? Ablası kocasının işini ve bir şeyleri daha bahane etti. Omuzunu silkiyor. Canına minnet. Burası müthiş bir emeklilik evi. Üç. Kabin sarsılarak yukarı hareket etti. Çocuklarla ilgili ne demişti? Şehir merkezine yakın olmak istiyorlarmış. Dudaklarını aşağı büktü. Yaşadığı yerleri hiçbir zaman bir şeyden haberi olmayan iki çocuğun ne istediğine göre seçmesi gerekmedi. Asansör durdu. En muntazam uzuvlarının el ve ayakları olması sayesinde.  Kapıyı hızla duvara kadar itti. Hâlâ açıkken kabinden çıktı. Ablasının çocuklarını düşündü, hiçbir şeyden haberleri yok değil. İyi çocuklar oldukları bile söylenebilir. Yutkundu. Daha küçükken ona çok düşkünlerdi. Paris’e taşındıktan sonra aynı olmadı. Gözlerini kırpıştırdı. İnsanın tahmin ettiğinden hızlı büyüyorlar. Kapının zilini çaldı, anahtarını bulmakla uğraşamayacak. Yaklaşan ayak seslerini eski zeminde hissedebiliyor. Kapı açıldı. Dairenin içinden gelen ışık loş apartman boşluğunu aydınlattı. Roza. Yüzüne bakmadan elindeki poşete asıldı.

“Meyve istediğinizi neden bana söylemediniz?”

Kadının sıcak avucu meyvelerin ağırlığından yorulmuş elini sardı. Poşeti ona bırakıp aydınlığa adım attı. Giriş holünde durdu, gözlerini kapayıp kadının uzaklaşan adımlarını, sessizliği dinledi.

edebiyathaber.net (12 Aralık 2024)

Yorum yapın