Çok uzun bir zaman diliminden sonra saman kağıdına yazılmış mektubunu alıp tatlı bir heyecana kapılmak isterdim. Ardından hiç duymaması gereken cümleleri duyup sağırlaşan kulaklarımın ve hiç görmemesi gereken şeyleri görüp körleşen gözlerimin varoluş sebeplerini yeniden sorgulamasını da. Ne yazık ki bunlar birer istek olarak kalmaya devam ediyor. Bilmeni isterim ki yazdığım bu ilk satırlarda seni bulmak oldukça zorken kendimi kaybetmiş olmak bir o kadar kolay. Zaten insanın bütün yaşamı birilerini bulmak ve kaybetmekten ibaret değil mi? Bu birilerinin arasına bazen kendi de dahil olur. Yani kedini bulmak ve kaybetmek de yaşamın bir parçası olarak vardır. Hele ki bir hapishanede ise. Bu arayış kötü bir tütün sararken ve sararmış bardaklardan çay içerken sürüp gider. Hapishanenin bana komik geldiğini bilmeni isterim. Güya bazı akıl sahipleri tarafından insanı toplumdan izole etmek için dikilmiş bu beton yığınlarının insanı daha çok toplumsallaştırdığını anlayamamak büyük bir akıl yoksunluğu. Düşünsene seni bu devasa yapılarla hapseden gücün ne kadar aciz olduğunu ve senden ne kadar korktuğunu. Bütün enerjisini seni demir yığınlarla ve beton yapılarla denetim altında tutmaya çalışmasına harcaması senin ne kadar ciddi işler yaptığını da gösterir. Bu ciddiyetin kıymetini bilmemiz gerektiğini düşünüyorum. Affedersin sevgili Ayşe. Sana iyiden, güzelden, sevgiden ve umuttan bahsedecek bir mektup yazmak niyetindeyken işi yine boka sardım. Ama bil diye söylüyorum hapishaneler dört duvar değil Ayşe. Birçok şair ve yazar yanlış tanır bu düşmanı. Dört değil altı duvardır. Dahil edilince tabanı ve tavanı. İnsan neden bu yapıyı tanımlama ihtiyacı hisseder biliyor musun? Çünkü tanıyıp çözümleyebildiğin düzeyde ondan kurtulabilirsin. Fiziksel bir kurtuluş olmasa bile ruhun Afrika’da bir çocuk işçisiyle kakao toplayabilir. Fakat insan bazen anlam veremiyor. Nasıl oluyor da birkaç beton yığını ve demir parmaklıklar başka bir insana dokunmana ve bir yağmur damlasını gözbebeğinden öpmene engel oluyor? Sanırım bu cansız varlıkların bir suçu yok. Hep şu insan soyunun başının altından çıkıyor bütün canilikler. Ağızlarından kan kusasıcalar, kara toprağın bağrına düşesiceler ve daha bir sürü casalar, ceseler…
Aslında hapishane de olmak benim için pek birşey değiştirmiyor. Hala aynı güzellikte ve arzuyla seni düşünebiliyor ve sana birkaç mısra dökebiliyorum. Hal böyleyken insana düşünmesi için bir nimet sunan bununla birlikte sadece bedensel hareketlerimi sınırlandıran, denetim altında tutan fakat zihinsel ve ruhsal eylemlerim karşısında Yunanlı bir kölenin söküp attığı zincir acizliği taşıyan şu hapishanede geceler bazen Firavuni bir eda takınıyor. Seni tanımasaydım büyülü güçlerin olduğuna inanırdım. Bunlardan birisinin de gecelerle konuşmak olduğunu söylerdim. Bu saçmalığı da nereden çıkardığımı düşünebilirsin ama benim yerimde olsaydın tıpkı tüm yaz boyunca yuvasına tahıl taşıyan karıncanın ve peteğinde bal yapan arının olağanlığınlığıyla karşılardın söylediklerimi. Daha açık konuşmam gerekirse bütün geceler aynı şiddette ve hüzünle düşündürüyor seni bana. Üstelik düşünülmesi gereken bunca insandışılık dururken. Allah aşkına ne tembihliyorsun şu gecelere ki bana bu kadar eza dolu düşünceyi sırtlayıp getiriyorlar. Ama içini ferah tut. Senin tüm duygusal ve pasifist cephelerine karşı oldukça takdire şayan bir mücadele veriyorum. Romantizm beni kurtarmıyor. Her ne ise uzun lafın kısası gecelerden çok çekiyorum. Bedensel çöküşüm beni yavaş yavaş ruhsal bir çöküşe sürüklese de söz veriyorum, son muhteşem olacak. Sana bugün için itiraf etmek istediğim bir şey var. Kendimi çok yorgun ve halsiz hissediyordum. Sana birkaç satır yazacak mecalim yok denecek kadar ciddi bir durumdan bahsediyorum. Ne hikmetse seni düşünmek beni bu mecalsizlikten kurtarıp hayati fonksiyonlarımın düşünsel hazzına ulaştırdı. O yüzden kendimi bu mektubun başında buldum. Yani demek istediğim sana mektup yazmak planımda yoktu ama duygularım bu isteği benden gizleyebilmiş. Umarım bu mektubun akıbeti öncekiler gibi olmaz ve bir cevaba vesile olur. Sahi sen neden bana hiç mektup yazmıyorsun sevgili Ayşe? Dikkat edersen üçüncü kezdir adını kullanıyorum. Nedeni çok basit. Buradaki tüm canlı ve cansız varlıklara senin adınla hitap ediyorum. Önce kendi içimden onlara gerçek hayattaki sahte isimleriyle sesleniyorum ardından sohbet normal seyrinde devam ediyor. Yani diyelim ki sürekli su akıtan ve uyumamıza engel olan musluğa gece üç gibi kızarken içimden “Sus artık Ayşe uyuyamıyorum senin yüzünden” deyip ardından “Seni icat edenin Allah belasını versin. Lanet musluk” diyorum. Ya da çay bardağına “Ayşe bu hayat seni nasıl kirlettiyse o kadar yıkamama rağmen sararman geçmiyor” deyip “ Bugün bardakları yıkama sırası kimindi?” diye devam ediyorum. Sonra bizim kel, göbekli ve kısa boylu gardiyana “ Ayşe inadını bırak ve bir mektup yaz” deyip ardından “ Bugün Cuma, mektup günü, var mı bir şey?” diyorum. Yani anlayacağın hiç olmazsa mektup yazarken adından azade olmak istiyorum. Sanırım daha fazla uzatmadan bu mektubu yazmamın asıl nedenini söylemem gerekiyor. Aklım benimle dalga geçmiyorsa bugün dünyaya gelmiştin galiba. Yani bugün senin yavaş yavaş ölüme yaklaşmaya başladığın ilk gün. Diğer bütün insanlar gibi ilk çığlıkla ölümü haber vermiştin anne ve babana. Tabi onlar bunu pek önemsemeden ne kadar güzel bir iş çıkardıklarının sevincini yaşıyorlardı eminim. Büyük olasılıkla anne ve babanın hayatta iken yaptıkları en iyi iş senin bu dünyaya teşrif etmene vesile olmuş olmalarıdır. Bunun için kendilerini kutladığımı iletirsen sevinirim. Bence insanlar bu doğum günü ritüellerini biraz abartıyorlar. Sanki bir tek kendileri doğabiliyormuş gibi. Bir hamam böceği de doğma ve doğurma kabiliyetine sahip olabiliyor. Çok ciddiye alınacak bir şey yok ortada demek istiyorum. Oldum olası bu doğum günü klişelerini sevmemişimdir zaten. Seni şimdi böyle bir sıradanlığın içinde hissedebiliyorum. Belli bir zaman aralığından sonra yüzünü dahi göremeyeceğin arkadaşlarının senin için üzerinde mumlarların dizili olduğu bir pasta hazırladığını ve sana sunduklarını görebiliyorum. Senin de pastayı ve arkadaşlarını yüzüne bir tanrıça aydınlığı veren gülüşünle karşıladığını. Fonda” iyi ki doğdun Ayşe” çalıyor. Ardında önünde duran pastanın üzerindeki mum ateşlerine alt ve üst dudaklarını yarım daire şeklinde birleştirip önce tutsak ettiğin ardından özgür kıldığın nefesini bir savaş ordusu gibi salıveriyorsun. Tabi ki bunu yapmadan önce içinde benim olmadığımdan emin olduğum bir dilek tutmayı da ihmal etmiyorsun. Ateşler sönüyor. Sönmüş olmakla hava ordularına yenilmiş mum ateşleri karşısında kazanılmış zaferin coşkusunu yansıtmak için alkış tutan arkadaşlarının çıkardığı gürültüden az da olsa rahatsız olduğunu belli etmemeye çalışıyorsun. Son olarak herkes benim yıllarca hasret kaldığım ve kalacağım gövdene kendi kirli gövdelerini birleştirip sarılıyorlar. Onlara nasıl öfke duyduğumu anlatamam. Görüyorsun değil mi doğumun nasıl bir melhame-i kübra imiş. Belki de tüm bu saçmalıkları seni kıskandığım için yazıyorumdur. O lanet olası arkadaşlarının yerinde olmadığım için. Hayırhayır lütfen yanlış anlama. Öfkem sana ve arkadaşlarına değil. Ben bütün dünyanın öfkesini kapı kapı dolaşıp kendime topluyorum. Senden ve arkadaşlarından özür dilerim. Bu özrümü Çehov’un Memurun Ölümü adlı hikayesindeki özür gibi düşün. Tüm bu yazdıklarıma anlam vermek zorunda değilsin. Fakat senden anlamanı beklediğim şey seninle bir Tanrıyla ilgilenir gibi ilgilenmek istediğim gerçeği. Koridordan gardiyanların sesi geliyor. Mektubuma son vermek durumundayım. İyi ki varolmuşsun ve iyi ki yok olacaksın sevgili Ayşe.
Nazif Çiftçi kimdir?
1991 yılında Urfa’da doğdu. Hatay ve Bolu’da Kamu Yönetimi okudu. Siyaset bilimi üzerine mastırı yarıda bırakmak zorunda kaldı. Halihazırda Bolu’da grafik tasarım öğrencisi olup tiyatro ve edebiyatla ilgileniyor. Annesi ve iki kız kardeşiyle birlikte yaşıyor.
edebiyathaber.net (13 Haziran 2019)