Anacığı ondan önce kalkıp siyah pantolonuyla beyaz gömleğini ütülemiş. Kırmızı ceketin altın rengi düğmelerinden biri gevşemişti. Onu da dikip sağlamlaştırmış. Ceketin dirsekleriyle pantolonun kıçı azıcık parlamaya başladı. Yenilemek lazım. Pantolon kolay da ceket zor. Altın düğmeli kırmızı bir ceket nereden bulacak bu aralar? Hem pahalıdır. Uzun zamandır bahşiş de biriktiremiyor.
Anacığı ceketi özenle katlayıp üzerinde Krallar yazan büyük boy bir naylon torbaya yerleştirdi. Şimdiden giyip buruşturmaya niyeti yok. Pantolonla gömleği de mi orada giyse? Önce çarşıya uğrayıp cin mısırı alması gerekiyor. En iri taneli mısırları hemen girişteki aktar getirir. Çok dolanmayacak. Hep en çok patlayan mısırları bulduğu için Ahmet Bey takdir ediyor onu. Aferin Salih, demişliği bile var ki çok az kişiye nadiren söyler böyle şeyleri. Pantolonuyla tiril tiril ütülü beyaz gömleğini hemen şimdi giymeye karar verdi. Ona bu yakışır. Bir de kulak arkasındaki saçları ıslatıp tepesindeki açıklığa doğru taradı mı tamamdır.
Çarşıda her zamankinden farklı bir hareket var. Evde oturmakta sıkılmışlar ama daha çok kapalı kaldıkları zaman bozulan düzenlerini tekrar nasıl kuracaklarının telaşındalar. Çabuk bozulmayacak türde mal satanlar biraz daha rahat. Bir ay öncesinden kalanları tezgâhlara dizmeye çoktan başlamışlar. Aktar Haktan arka tarafa gidip bir kasa cin mısırıyla döndü. Endişelenme öyle, dedi. Bunlar bekledikçe daha da lezzetlenir.
Mecbur alacak ama yetmeyebilir. Çarşamba gününe bir kasa daha ısmarladı. Çarşamba günleri halk günü. Gelen giden çok olur. Aman ha, diye de tembihledi Haktan’a. Ayırmayı sakın unutma. Bugünün mısırlarını yüklendi. Ne olacak oncacık kuru mısırın ağırlığından! Onu günlerdir heyecandan uyutmayan 9.15 seansının başlamasına az kalmış.
Ahmet Bey ona anahtar da verdi. Öyle herkese vermez. Pasajdaki diğer dükkanlar henüz açılmamış. Caddedekilere göre biraz daha geç açar onlar. Çarşıda dolaşanların yolu pasajlara biraz daha geç düşer. Ondan herhalde. Yine de şaşırdı. Haftalardır evlerde kapanıp kaldı herkesler. Nasıl oluyor da sabah gün ağrır ağrımaz dükkânlarına koşmazlar ki? Varsın müşteriler biraz daha geç gelsin. Anacığı hep söyler. Sabahın erkeninde bereket vardır.
Neyse, makinist Hamza henüz gelmemiş. Ondan önce gelirse pasajın içindeki çay ocağında çay içerek onu bekler de sonra alçak taburelerde oturmanın iri gövdesinin her yanına yaydığı ağrılardan gün boyu yakınır. Sanki karanlık odasında pek rahatmış gibi. Ahmet Bey ona anahtar vermeyi düşünmüyor. Bu konu hiç konuşulmadı. Anahtar bir tek Salih’te.
İçerisi nasıl da havasız kalmış. Dışarıya açılan pencere de yok ki havalandırsın. Ana salonunkiyle pasaja açılan kapıları açık bırakırsa belki biraz işe yarar. Gişeci Murat, makinist Hamza’dan erken gelir hep. Gençten bir oğlan. Üniversitenin bilmem kaçıncı senesindeymiş. Harçlığını çıkarıyor. Bilet satmanın bahşişi de yok yazık. Sınavlarının olduğu günler gelemiyor da gişe de Salih’e kalıyor. Anahtarın bir tek ona verilmesi boşuna değil.
Pazartesi günleri çok seyirci olmaz. Bir ara pazartesileri de halk günü yapalım dediler ama işe yaramadı. Bu seyirci tayfası haftanın ilk gününde pek kendine gelemiyor demek. Anca hafta ortası. Bir de hafta sonları. Mısır yetiştiremiyor.
Hele festival zamanları! Ahmet Bey belediyeyle anlaşmış. Şehirde düzenlenen film festivallerine onlar da katılıyorlar. Anacığı o yaşında gömlek ve pantolon ütülemeye yetişemiyor. Mısırları mecburen görmeden ısmarlıyor ama Haktan hakkını veriyor. Yine en iri tanelilerle en patlak olanlar geliyor. Öyle günlerde çay ocağının çırağı cebini bahşişlerle doldura doldura onlara yardım ediyor. Ocakçının bundan şikâyeti yok. Seanslarını bekleyenlere çay ve tost yetiştiremiyor. O da caddedeki kebapçının çırağıyla taburelerini ödünç alıyor. Kebapçı gönülsüz oğlunu işe çağırıyor. Oğlan hariç herkes memnun.
Onu ilk bir festival gecesinde gördü. Fuayede adım atacak yer yok ama Salih’e ondan başka kimse yokmuş da kader onları bile isteye karşılaştırmış gibi geldi. Ilık bir bahar akşamı. Yağmur az önce durmuş. Islak toprak kokusu pasajı geçmiş gelmiş de içerideki patlamış mısır kokusuyla hemhal olmuş.
Festival seyircisi bir başkadır. Her yaştan olurlar. Çok nazik olurlar. Çok konuşkan olurlar. Kalabalık arkadaş gruplarıyla gelirler. Güleç olurlar. Dakiktirler. Kulak misafiri olduğundan anladığına göre izleyecekleri film hakkında çok şey bilirler. Salona itişmeden girerler. Yerlerini kendileri bulsalar bile bahşişlerini eksik etmezler. İçeride sessiz olurlar. Mutlaka biletlerinde numarası yazan yere otururlar. Yazın renkli fular ve borsalino şapkalar, kışın renkli atkılar ve yün bere giyinirler. Borsalino şapkalarıyla berelerini fuayede değil ama salona girdiklerinde mutlaka çıkarıp kucaklarına koyarlar. Seans bitiminde yönetmenin bu ve diğer filmleri hakkında daha uzun sohbetler yapmak için bir yerlere içmeye giderler.
İşte yağmur kokulu o festival gününde Leyla fuayenin tam ortasında parlıyor. En neşeli kahkahalar onda. Güldükçe memeleri en çok hoplayan o. En renkli fuları o takmış. Yetmemiş, kulağında da rengarenk sallantılı küpeler. Saçları arkada tek örgü. Mutlaka filmler hakkında en çok bilen de odur.
Ondan sonra yaz kış her gün bahar oldu Salih’e. Ortalık hep yağmur koktu. Kulakları hep neşeli kahkahaları seçti. Leyla’ya o kadar inandı ki gerçek adının Meserret olduğunu, bir arkadaşı ona seslenirken öğrendiğinde çok şaşırdı. Az daha, hayır yanılıyorsunuz, diyecekti. Onun adı Leyla.
Sonrası her gün Leyla Salih’e. Leyla festival kalabalığını seviyordu ama diğer günlerde genelde en sessiz ve sakin seansları tercih ediyordu. Halk günlerinde ya da hafta sonları Leylasız kalıyordu ama dayanıyordu Salih. En sevdiği saatler sabahın ilk seanslarıydı. Pasajı tost kokusu, fuayeyi patlamış mısır kokusu sarmadan geliyordu. O geldiğinde ortalık yağsın yağmasın hep yağmur kokuyordu.
Arkadaşlarıyla da geliyordu ama Salih’in en sevdikleri yalnız geldiği sabahlardı. Henüz yanmamış yağla yapılmış taze patlamış mısırları ona ayırıyordu. Leyla da sabahın o saatine rağmen onu geri çevirmiyordu. Hatta bir keresinde kırmızı ceketinin ne kadar şık olduğunu söylemişti. Güzellerin gözü de gönlü de hep alda oluyordu işte. Tüm ısrarlarına rağmen ondan bahşiş alamıyordu Salih. Hiç olur muydu öyle şey? Koltuğuna kadar birlikte yürüyorlardı ya!
Bir keresinde gece 22.30’a geldiğinde pek şaşırmıştı. Yine yalnızdı. Çıkışta eve bırakmayı teklif etmeyi bile düşünmüştü. Ama o hazırlanıp ceketini özenle Krallar torbasına yerleştirene kadar Leyla bir taksiye atlayıp karanlığa karışmıştı. O gece hiç içine sinmemişti Salih’in.
Gişeci Murat’a tembihlemişti. Perdeyi en güzel açıdan gören koltuğu verdiriyordu hep. O gelene kadar ayırttırıyor, ancak gelmezse başka seyirciye satılıyordu. Yengen olur da! demişti bir keresinde. Murat’ın gülümserken ağzını bir tarafa burnunu öte tarafa eğmesini hiç umursamamıştı.
Salgının başlarında seans ve satılan koltuk sayısını azaltmışlardı. Onlar açıksa Leyla da hep gelmişti. Yine en tenha sabah seanslarına. Bu sefer patlamış mısır almamış, bahşiş teklif etmemiş ama gözlüğünü takıp ona ayrılan koltuğa kurulmuştu. Bir seferinde nasıl oluyor da hep aynı koltuğa oturabildiğini sormuş Murat’a. Murat açık konuşmuş. Size özel ayrılıyor, demiş. O da en şen kahkahalarından birini yollamış ortalığa. Memeleri de titremiştir gülerken. Murat’ın gözünün kayıp kaymadığını merak etmişti Salih.
Aylardır kapalıydılar da yine bir bahar günü açılıyorlardı işte. Hatta yağmur yağacak gibiydi. Kokusu az sonra gelirdi. Yağmasa da gelirdi. O yine en patlak mısırları makineye atmış, kırmızı ceketini kuşanmıştı. Bu sene festival yapılmayacağını duymuştu Ahmet Bey’den. Daha iyi ya, demişti içinden. Leyla hep sabahları ve çoğunlukla yalnız gelecektir.
O sabahın 9.15 seansında hiç seyirci olmadığı için makinist Hamza’ya iş düşmedi. 11.30 seansına da kimse gelmedi. 14.30’a el ele bir çift geldi sadece. Patlamış mısır almadılar. Biz boş bir yere otururuz, deyip yer göstermesini de istemediler. Gece 21.15 seansına kadar umutla bekledi Salih. Satılmayan mısırlar umurunda değildi. Bugün olmasa yarın, olmadı Perşembe mutlaka gelirdi Leyla.
Ahmet Bey gece gelip o günü sadece iki seyirciyle kapattıklarını öğrenince “Hımm!” dedi. “Şu salgın hafifleyene kadar açmasak mı ne yapsak? Zaten alışveriş merkezlerindeki sinemalarla da boy ölçüşemiyoruz.”
İşte o zaman boğulacak gibi oldu Salih. Sanki iki el geldi boğazına yapıştı. Sıktı da sıktı. Kırmızı ceketini hızla çıkarırken altın düğmelerden birinin kopup patlamış mısır makinasının altına yuvarlandığını fark etmedi.
Salih o gece Krallar’a tıkıştırdığı ceketin eksik düğmesini hiç bulamadı.
edebiyathaber.net (7 Eylül 2021)