Uzunca bir bekleyişin ardından nihayet köyün dolmuşuna binebilmiştim. Arabadakiler sözleşmişçesine konuşmayı kesip bakışlarını bana çevirmişti aynı anda. Onlarca gözün üzerimde gezinmesinin verdiği huzursuzlukla gördüğüm ilk boş koltuğa çöktüm. Koridordan taraftı. Cam kenarında ihtiyar bir kadın oturuyordu. Benimle sohbet etmek istemesinden korktuğumdan yanına otururken ne yüzüne baktım ne de selam verdim kadına. Onunla da diğer yolcularla da aramda bir mesafe olmasını istiyordum. Böyle durumlarda uyuyor taklidi yapmak veya kitap okumak en iyi kurtarıcıydı. Fermuarını çekip çantamın içinden yolda gelirken büyük bir bölümünü okuduğum kitabı çıkardım. Fermuarın kopardığı yaygara biraz önce arabanın içine çöreklenen sessizliği birden uyandırmış, herkes fısıltıyla konuşmaya başlamıştı. Bana duyurmamaya çalışıyorlardı ama ben onların hakkımda konuştuklarını tahmin edebiliyordum.
Çok geçmeden korktuğum şey oldu. Arkalarda oturan kadınlardan biri öne doğru seslendi.
“Nuran! Sen misin kız? Hoş geldin?”
Elimdeki kitabı kapattım. Zaten yeterince odaklanamadığımdan okuduğum hiçbir cümle aklımda kalmıyordu. Yavaşça döndüm, arkalardaki yolcuların üzerinde hızlıca göz gezdirdim. Gördüğüm bütün yüzler uzun yıllar önce okuduğum bir romanın kahramanları gibi tanıdıktı, bir o kadar da yabancıydı. Ben de onlara bir sıra sağlam dişin arasındaki tek boşluk gibi görünüyor olmalıydım.
Bana seslenen kadına, “Sağ olun. Hoş bulduk.” diye cevap verdim.
Bu, Kozalakların Zühre’ydi. Yaşlanmıştı; her daim turuncumsu toparlak yüzü yere düşmüş kayısı gibi pörüşmüş, rengini yitirmişti. Ama akının içinde yüzen küf yeşili gözbebekleri hala aynıydı.
“Nasılsın kız, nerelerdesin? Epeydir görünmüyordun ortalarda!” diye yeniden konuştu Kozalakların Zühre. Konuşmamış âdeta tıslamıştı.
Benim buralara uzun zamandır niçin gelmediğimi bildiği halde mahsus sormuştu bu soruyu. Çünkü öğretmen çıktığım yıl, babamın, beni akrabalarımızdan birinin astsubay oğluyla evlendirmek istediğini, benim buna razı olmadığımı, ilk görev yerim olan Urfa’ya döner dönmez de sevdiğim gençle gizlice nikâh kıydığımı, bunu öğrenen babamın öfkelenip bana ‘bundan böyle benim Nuran adında bir kızım yok!’ diye haber yolladığını, köye birkaç defa af dilemek için geldiğimdeyse ‘El âleme karşı şapkamı önüme eğdirdin. Senin gibi evlat olmaz olsun! Git, bir daha gözüm görmesin seni!’ diyerek beni kapıdan kovduğunu, bu yüzden yıllardır köye uğramadığımı duymayan, bilmeyen kalmamıştı.
Teşekkür ederim, iyiyim. Ankara’dayım.” diye cevap verdim.
“Muallim mi olmuştun sen?”
Herkes gözünü dikmiş bana bakıyordu.
“Evet,” dedim. “Öğretmenim.”
Gereğinden fazla gerilmiştim. Bunu çok belli etmiş olacaktım ki Kozalakların Zühre sustu, bir daha soru sormadı. Fakat bu defa da yanımda oturan yaşlı kadın konuşmaya başladı, sadece ikimizin duyabileceği bir sesle. Bir yandan da elimi tutuyordu destek olmak istercesine. “Demek sen bizim Celeboğlu İbraham’ın küçük kızı Nuran’sın. Valla tanıyamadım yavrum.”
Önce kadının elimin üzerindeki çillenmiş ellerine, ardından yüzüne baktım. Çıkık elmacık kemikleri al al, çenesi hafif öne doğruydu. Kozalakların Zühre’nin aksine sevecen görünüyordu. Rahatlar gibi oldum. Gülümsedim. O da gülümsedi. Gözleri kısa iki çizgiye dönüştü gülerken.
“Çok değişmişsin kızım! Tabii kaç yıl oldu görmeyeli. Eee, gözlerim de eskisi gibi iyi görmüyor. Kocalık işte n’aparsın. Doktor ameliyat dedi bıldır. Olmadım. Bu yaştan sonra ben, göverip göğ bostan mı olacağım, doktor bey oğlum, dedim. Şimdi gözümün önü böyle duman duman. Onun için bilemedim seni kızım, kusura bakma.” dedi. Ardından kendini tanıttı. “Babanla hala dayı çocuklarıyız biz. Senin babaannen benim öpöz halam olurdu, benim babam da babanın dayısı.”
“Sizi hatırlıyorum fakat akraba olduğumuzu bilmiyordum.” dedim.
“He ya, akrabayız kızım. Hem uzak da değiliz öyle. Ah! Ah! Rahmetli babaanneni pek severdim, o da beni severdi. Çok emeği vardır üzerimde. Araya mal mülk davası yüzünden bir soğukluk girdiydi zamanında, pek sık gitmez gelmez olduyduk birbirimize.” dedi. Yüzüme bakarak düşündü. Birkaç saniye sonra, “Yazık baban da pek kötü olmuş kızım. Kurban olduğum Yaradan’ım çok süründürmese bari!” diye devam etti.
Kadının son söylediğiyle beynimden vurulmuşa döndüm. Sırtımdan soğuk soğuk terler boşalmaya başladı. Demek babam çok hastaydı. Annem telefonda, üzülmeyeyim diye bundan bahsetmemiş, sadece ‘gel kızım.’ demekle yetinmişti. Annem söylememişti ama babamın hasta olduğunu bir yabancı gibi, başkalarından duymak beni daha çok üzdü. Kadına babamın hastalığını sorsam bir türlü sormasam bir türlüydü. Adım zaten hayırsız evlada çıkmıştı; şimdi sorsam bu iyice pekişecek, sormasam gidene kadar içim içimi yiyecekti. Neyse ki yaşlı kadın aklımdan geçenleri okumuşçasına yeniden konuştu.
“Hala barışmadı mı baban seninle, yatışmadı mı öfkesi? Olan olmuş, biten bitmiş! Bu küslüğü sürdürmenin ne âlemi var? Zoruna gitmesin de kızım, evvel evvelinden inattır senin baban! Çekmem diyesice baba tarafına çekmiş. Onlara da Nuh dedirtirdin de peygamber dedirtemezdin. Mezarında singirdeyesice bir Osman dedesi vardı, bir kuru inat yüzünden kardaşının cenazesine gitmediydi de köylü bütün kınadıydı. Neyse! Babanın aklı iyice gitmiş kızım. Geçen sene hal hatır sormaya bir uğradıydım, beni az çok tanıdıydı. Giden hafta gene vardım. Kimseyi tanımıyor, bilemiyor. İki kelimeyi bir araya getirip konuşamıyor. Divane gibi dolanıyor ortalarda. Valla içim yandı. Koskoca Celeboğlu’nun İbraham acınacak hale düşmüş. Anan da olmasa iyice perişan!”
***
Kırk- kırk beş dakika sonra köye geldik. Dolmuşu birer ikişer boşalttık. İhtiyar kadın, “Anana selam söyle!” deyip ayrıldı yanımdan. Yıllar önce bir parçası olduğum köyüme şimdi bir yabancı gibi geri dönmüştüm. Bir elimde kol çantam bir elimde küçük bir valiz eve gitmek için köprüye doğru yürüdüm. Köprüye geldiğimde elimdekileri yere bırakıp paslı demir korkuluklara tutundum. Suyun akışını, ırmak boyunca uzanan ağaçları, bizim evimizin de bulunduğu köyün karşı yamacında kale surları gibi dikilen heybetli kayalıkları seyrettim. Köyüm yine güzel yine yemyeşildi fakat hiçbir şey eskisi gibi değildi. Irmağın yatağı değişmiş, suyu azalmıştı. Üzerinde durduğum yeni köprünün yüz elli iki yüz metre yukarısındaki eski taş köprü de yoktu yerinde. Önceden yarısı yıkılmış olan taş köprünün ayakta kalabilen diğer yarısı da Kızılırmak’ın ilkbaharda coşan sularına ve zamana yenik düşmüş, ihtiyar bir yılkı atı gibi olduğu yere devrilmiş olmalıydı.
Valizimi ve çantamı elime takıp tekrar yola koyuldum. Yanımdan motosikletli gençler, traktörler, otomobiller geçti. Köprünün bitiminden sağa dönüp toprak yoldan devam ettim. Evimize yaklaştığımda babamı gördüm avluda. Elinde uzunca bir değnek, dut ağacının altında boş boş dikiliyordu. İyice yaşlandığı, çöktüğü aramızdaki mesafeden bile fark ediliyordu. Yumruk kadar kalmıştı, oysa onu en son bıraktığımda dağ gibiydi. Heybetli, mağrur.
Nasıl tepki vereceğini bilmeden korka korka yaklaştım babama. Karşısına geçip durdum. Aramızda birkaç adım kalmıştı. Beni bir yerlerden çıkarmak istercesine yüzüme uzun uzun baktı. Gözlerinde ne öfke ne de merhamet kırıntısı vardı. Donuk ve bomboştu bakışları. Beni tanıyamamasından cesaret alıp yanına vardım, elimdekileri bırakıp boynuna sarıldım. Bu ona yirmi beş yılın ardından ilk sarılışımdı. Kim olduğumu bilmeden o da bana tereddütle sarıldı ve ağlamaya başladı. Konuşmaya, bir şeyler söylemeye çalıştı fakat beceremedi. Anlamsız heceleri geveledi durdu ağzında.
“Geldim baba, bak ben geldim! Seni görmek, af dilemek için geldim!” dedim. Ben de ağlamaya başladım. Gözyaşlarım özlemimden mi yoksa onunla yıllarca inatlaşmış olmamın pişmanlığından mıydı, bilmiyordum. Dolmuştaki ihtiyar kadın haklıydı galiba. Babam inattı, Osman dedesine çekmişti. Bense babama…
“Ağlama, bak geldim işte!” diye fısıldadım kulağına sır verir gibi. Kollarımı boynundan ayırdım. İki elimi yanaklarına koyup yaşlı gözlerinin içine içine baktım. Ben babamın feri yitmiş gözlerinin içinde kendime ait gölgeler, izler ararken annemin sesi duyuldu.
“Nuran’ım gelmiş!”
Başımı çevirip baktığımda annemi alt kattaki kayıtevinin kapısında gördüm. Elinde tavuklara yem verdiği eski bir tas vardı. Tanınmak, beklenmek; döndüğü için sevinildiğini görmek güzeldi. Babamı olduğu yerde bir korkuluk gibi hissiz bırakıp anneme koştum. Annem tası yere koyup boynuma atıldı. Elleriyle yüzümü, saçlarımı sıvazlayarak sevdi; boynumu boğazımı çocukmuşum gibi öptü, kokladı.
Bak İbraham, kızımız, muallim olan kızımız, Nuran gelmiş, bildin mi?” dedi. Ağlamıyordu ama sesi kederliydi.
Babam ağır adımlarla yanımıza geldi. Kim olduğumu hala bilemediği her halinden belliydi. En çok da ağır yaralı köpek bakışlarını andıran gözleri ele veriyordu bunu.
Üzüldüğümü anlayan annem, “Seni değil, kimseyi hatırlamıyor kızım. Unuttu, her şeyi, herkesi unuttu kızım, beni bile. Yanındayım ama kimim, nesiyim bilmiyor. Altı yedi ay oluyor, muhtar geldiydi. Elektrik sayaçları yenilenecekmiş, onu haber etmeye. Adama, ‘bu benim ikinci hanım. İlki ölünce bu beli bükük koca karıyı aldım.” demesin mi gülerek. Utancımdan yerin ağına geçtim. Ne diyeceğimi bilemedim.” dedi, lafı değiştirdi. Sen nasılsın üveyik gözlü kızım? Damadım, torunlarım… Onlar da gelseydi.” diye kendince beni teselliye çalıştı.
Çocuklar, ‘bize dedelik yapmayan, tanımadığımız, bilmediğimiz adamı ziyarete niçin gideceğiz!’ dediler, diyemedim. Sınavları vardı, bu yüzden gelemediler; bir dahaki sefere inşallah!” diye yalan söyledim.
“Canları sağ olsun kızım!” dedi annem. Yalan söylediğimi sezdiğini bakışlarından anladım. Koluna girip duvar kenarına doğru götürdüm annemi. Kuru ağaç kütüklerinden birine oturtup karşısına çöktüm.
“Anne,” dedim yemenisinin oyalarını elimle düzeltirken. “Babam beni sordu mu hiç, affetti mi?”
Annem cevap vermedi, gözlerini gözlerimden kaçırıp babama dayadı. Babamın kalbinin bana karşı hiç yumuşamadığını, sağlığında, anneme beni affettiğine dair hiçbir şey söylemediğini anladım.
Kalktım, evin arkasına doğru yürüdüm. Annem arkamdan seslendi. “Kızım, nereye? Ağ bakla vurduydum tandıra. Bahçeden domates, biber kopartalım da yiyelim birlikte. Yoldan geldin, açsındır!”
“Aç değilim anne, siz yiyin. Beklemeyin beni. Ben Harmankaya’ya gidip geleceğim, merak etme!” diye cevap verdim.
Patikayı tırmanıp Harmankaya’ çıktım. Tepenin ucundaki yaşlı alıç ağacının yanına gidip durdum. Tam karşımdaki köy evlerini eteklerine allı yeşilli boncuklar gibi iliştiren çıplak tepelerin ardından batan güneşi, aşağıdaki sebze bahçelerinin hemen önünden sessizce akıp giden Kızılırmak’ı, yuvalarına yetişmenin telaşındaki kuşları, akşam serinliğinde dans eden ağaçları seyrettim. Cırcır böceklerinin şarkılarını, Harmankaya’dan hiç eksik olmayan rüzgarın ağaç yapraklarına tutturduğu alkışı dinledim.
Bir yandan da düşündüm. Geçmiş geleceğe ağır ağır sızıyor, gün gelip karşımıza dikiliyordu, tıpkı zamanında şu kaya yarığında filizlenip büyüyen alıç ağacı gibi. Kendimizi başka şehirlere, başka kollara atsak da dönüşümüz yine dünün kolları oluyordu. Şimdi babam, bedensel varlığıyla var olduğunu yüzüme haykırırken her şeyi hafızasından silerek yokluğunu ve yokluğumu ilan ediyordu. Böylece yıllardır içimde beslediğim bağışlanma ümidimi kökünden budayarak benden intikamını alıyordu.
“Git,” diyordu bir kez daha. “Git, benim Nuran isimli bir kızım yok!”
edebiyathaber.net (1 Ağustos 2023)