Balkonda sardunyalarımı suluyordum. Bahçede sırtı bana dönük bir kadın gözüme ilişti. Köşedeki kiraz ağacının yanındaydı. Yeni çiçeklenmeye başlamış ağaçla konuşuyor gibiydi. Hareketlerinden o olduğunu anladım. “Mediha Teyze?” diye seslendim. Döndü, başını yukarı kaldırdı, “İlknur,” dedi gülümseyerek. Bir an sessiz kaldıktan sonra, sanki dört ay önce hiç kimseyle vedalaşmadan çekip giden kendisi değilmiş, sanki daha dün görüşmüşüz gibi devam etti: “Nasılsın kızım?”
Eve çağırdım, geleceğini söyledi. Mutfağa geçip çay koydum. Beklerken evime geldiği son günü, o gün yaptığımız konuşmayı hatırladım. Evini terk edişinden sonra tekrar tekrar hatırlayıp anlam çıkarmaya çalıştığım o tuhaf konuşmayı.
O sabah Tuncer yine bir bahaneyle evden çıkmış, dönmemişti. Ben de Mediha Teyze’yi çağırmıştım. Oturmuş kahvelerimizi içiyor, kâh dertleşiyor, kâh havadan sudan konuşuyorduk. Bir ara ikimizin de söyleyecekleri bitmiş, kısa bir sessizlik olmuştu. Birden ciddileşmiş, oturduğu koltukta doğrulup şöyle demişti: “Geceleri iki kişinin konuşmalarını duyuyorum.” Evde ikimiz dışında kimse olmamasına rağmen -o zaman hâlâ karnımda olan kızımı saymıyorum- fısıldayarak devam etmişti: “Üst kattan.” Yanlış duymadığıma emin olmak için söylediğini tekrar ettirdiğimi hatırlıyorum, çünkü Mediha Teyze apartmanın en üst katında oturuyordu.
“Sesler başka yerden, mesela Fikriye Ablalardan gelmiş olamaz mı?” diye sorunca, -Fikriye Abla yan komşusudur- “Tanımaz mıyım Fikriye’nin sesini, o değildi, isimleri bile bir garipti bunların,” diye terslemişti. “Bir yerlerde bir radyo açık kalmış olamaz mı?” diye sorduğumu da hatırlıyorum. Onu da kabul etmemişti. En son utanarak “Rüya görmüş olmayasın Mediha Teyze?” deyince cevap dahi vermeyip ters ters bakmıştı sadece. Seslerin olmayan üst kattan geldiği konusunda geri adım atmayınca, çaresiz “Ne konuştular peki?” deyivermiştim, o da uzun uzun anlatmıştı. Mediha Teyze’nin hayali komşuları karı kocaymış, sürekli tartışıyorlarmış, evi de beğenmiyorlarmış, çok küçükmüş, balkonu yokmuş, çok gürültü varmış, güneş almıyormuş, mahallenin havası pismiş, çocukları olursa nerede oynayacakmış, etrafta hiç bahçe yokmuş, ev hiç esmiyormuş. Mediha Teyze bu esmeme mevzusuna gelince durmuş gözlerini iyice açıp “Ayol,” demişti, “benim ev bile püfür püfür esiyor, siz dördüncü katsınız, sizinki nasıl esmez?” Mediha Teyze hepimizin akıl danıştığı, hayata sıkı sıkı bağlı, bilge bir kadındı. Ama sanki başka birisine dönüşmüştü. Söyleyecek söz bulamıyordum artık. “Neyse kızım, yaşlandım galiba,” deyip o meşhur kahkahasını atıp konuyu kapatınca ne kadar rahatladığımı hâlâ unutmuyorum.
Kapı çalındı, açtım. Göz göze gelince yine aynı kahkahasını attı, sarıldık uzun süre. Göbeğimi okşayıp “Bebek nerede?” diye sordu, Tuncer’in hava almaya çıkardığını söyledim. “Bak sen Tuncer’e, aferin” dedi. İçeri geçtik.
Her zaman oturduğu açık mavi koltuğa oturdu yine. Onu ne kadar çok merak ettiğimizi söyleyince anlatmaya başladı. Bursa’ya ablasının yanına gitmiş, dört aydır oradaymış. Ablası hastaymış gittiğinde, ona bakmış. İyice toparlanmadan dönmek istememiş. Buraya dün geç vakit gelmiş. Çaylarımızı tazelemek için mutfağa gittim.
Mediha Teyze üst kattan duyduğu seslerle ilgili hiçbir şey söylemiyor, sanki o olay hiç yaşanmamış gibi davranıyordu. Oysa sonradan, yani evini terk ettikten sonra öğrendim ki, bu konuyu neredeyse herkesle konuşmuş günlerce. Hatta son gününde Fikriye Abla ile kavga etmiş bu yüzden. “Sen nasıl duymazsın sesleri, kulağın ağır mı işitiyor, sağır mısın yoksa?” demiş. O sırada hamile olduğum için üzülmeyeyim diye bana anlatmamışlar. Bunları Su doğduktan sonra anlattı Fikriye Abla.
Çayını verip oturdum tekrar. Sakince oturuyor, gülümsüyordu. “Seni, mahalleyi, bahçemizi, evimi çok özlemişim, şimdi fark ediyorum,” dedi. “Mediha Teyze,” dedim öylesine bir soru soracakmış gibi, “sesler geldi mi dün gece yine?” Güldü, “Yok kızım, hiç ses duymadım,” dedi. “Taşınmışlardır belki de.” Yine bir kahkaha attı. “Son günlerde daha sık kavga ediyorlardı, tabak çanak kırılma sesleri de duymuştum, boşanmış bile olabilirler.” Söyledikleri, sesler konusunda hâlâ aynı fikirde olduğunu gösteriyordu ama her ne olursa olsun, artık duymadığına sevindim.
Kısa bir sessizlikten sonra “Neyse geçti gitti, beni boş ver artık, siz çocuğun ismini ne koydunuz?” dedi. “Su koyduk,” dedim, “biliyorum sana garip gelmiştir ama alışırsın.” Bir yorum yapmadı. İsmi beğenmedi yüksek ihtimalle. Su ile ilgili ona anlatacağım çok şey birikmişti, ama o bir şey söylemeyince, ben de konuyu sürdürmek istemedim. Sessizliği bozan, kucağında Su ile kapıyı açan Tuncer oldu: “Aşağı sokaktaki apartmanı yıkıyorlar. Her yer toz, zor kaçtık.” Tuncer Su’yu kucağıma verip Mediha Teyze ile kucaklaştı. “Bak teyzesi,” dedim, “minik Su’muz da bu işte!” Su ağlamaya başladı. “Karnı acıktı herhalde,” dedim. Mediha Teyze “Bebek kızım bu,” dedi, “ağlar elbet.” Sonra Su’ya döndü, yanağına eliyle tıp tıp vururken “Seni gidi gürültücü seni,” dedi. Su ağlamaya devam ediyordu. “Seni memnuniyetsiz.”
Su’yu göğsüme biraz daha çektim. Mediha Teyze Su ile ilgilenmeyi bırakıp hiç bitmeyeceğini sandığım uzun bir kahkaha attı, eski kahkahalarına benzemeyen uzun bir kahkaha.
Hakan Önder kimdir?
1972 yılında doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Anadolu’nun farklı şehirlerinde tamamladıktan sonra Hacettepe Üniversitesi Bilgisayar Bilimleri Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi. Evli ve iki çocuk babası.
edebiyathaber.net (18 Temmuz 2019)