Rengi dönmüş yer bezini su dolu kovaya daldırıp çıkardı Nuray Hanım. Son gücüyle çevirip sıktı, yere attı. Elleriyle dizleri üzerine eğildi, oturma odasının ahşap döşemelerini silmeye devam etti. Burnunun ucundan ter damlıyordu. Hışımla söylendi: “Halime bak! Altmış beş yaşıma geldim, hâlâ temizlik yapayım diye yerlerde sürünüyorum. Ömrü hayatımda bir kere gündelikçi girmedi şu evime, bir kere!”
Tombul yüzü şişti, kızardı. Kuvvetli kolları makine gibi çalışıyordu. Alacalı yemenisinin altından fırlayan gri beyaz saçları kâh gözlerinin önüne düşüyor, kâh alnına yapışıyordu. Çiçekli basmadan şalvarıyla iş gömleği hem su hem ter içinde kalmıştı. Sonunda ahşap döşemeleri tümden sildi bitirdi. Bir eliyle belini tuttu, diğer eliyle yerden destek aldı. Doğrulurken yüzünü buruşturdu, şu bel ağrısı son zamanlarda canını çok sıkıyordu. Bezi kovanın içine bıraktı. Ellerini şalvara, yüzündeki teri eski gömleğe sildi.
Nuray Hanım yaptığı işi zemin boyunca gözleriyle kontrol ederken, seyyar satıcının bet ama melodik sesi açık balkon kapısından içeriyi doldurdu: “Şekerciii! Pamuk şekerim, horoz şekerim var, kâğıt helvam, koz helvam var! Şekerciii!” Nuray Hanım’ın bakışları odanın girişine denk gelen döşemeye takıldı. Tam da holden oturma odasına adım atılan yerdeki tahta parçası iyice kabarmıştı. Üç dört senedir ufak ufak yerinden oynuyordu aslında, aldırmıyordu. Kocasına da bir iki söylemiş, adam oralı olmayınca peşini bırakmıştı.
Zaten yorgunluktan canı burnundaydı, döşemeyi o hâlde görünce sinirleri iyice zıpladı. Sert adımlarla odanın girişine yürüdü, hiddetle tuttu kopardı yerinden oynayan tahtayı. Balkona doğru fırlattı. Bir yandan da kendi kendine söylenmeye devam ediyordu: “Bir tamir ettirmedi şunu. Cebinden para çıkacak ya, ödü kopar! Ama kendisi paydos edince doğru lokale. Hem de her Allah’ın günü, şaşar mı? Gelsin çaylar, gitsin kahveler. Ah Kâzım Bey, ah! Nasıl bir adamsın, bilmem ki…”
Birkaç saniye içinde yaptığı hatanın farkına vardı Nuray Hanım. Kâzım Bey tersin tekiydi. “Ayağım yanlışlıkla takıldı da döşeme yerinden çıktı,” dese, “Keşke ayağın çıksaydı,” diyecek kadar ters. Ellerini beline koydu, düşünmeye başladı. “Burayı böyle görürse beni yer bitirir! Hay kafasız kadın, ne akla hizmet tuttun da kopardın şu döşemeyi! ”
Tahta parçasını almak için sarsak adımlarla balkona doğru yürüdü. Akşam olmak üzereydi. Yazın ilk günleriydi. İki genç anne, mahalle parkının yağlı boyaları dökülmüş tahta bankında koyu bir sohbete dalmıştı. Hemen karşılarındaki salıncakta küçük bir kız çocuğu bağıra çağıra şarkı söyleyerek sallanıyor, az ilerideki kaydırağın önünde iki cılız oğlan kumlarla oynuyordu. Yaşı biraz daha büyük çocuklar, tezgâhını parkın uzak köşesindeki çınar ağacının altına kurmuş olan seyyar satıcının başına üşüşmüştü. Ceplerindeki iki üç lirayı ucuz şekerlere vermek için itişip duruyorlardı.
Parktakileri boş gözlerle bir süre izledi Nuray Hanım. Parkın tek ağacı olan çınar, ilk kez bu bahar yaprak vermemişti. Yapraksız ağacın zayıf gölgesi altındakiler bundan habersizdi. Bilselerdi de umursamazlardı belki. Çınara baktı, içini çekti, “O da benim gibi kurudu gitti işte,” diye düşündü.
Tam yerdeki döşeme parçasını alacaktı ki gözü sabahtan silip balkon demirlerine astığı halıya ilişti. Kurumuş mu diye kontrol etmek için avuç içlerini halının üzerinde gezdirdi. Kurumuştu. “Acaba halıyı odanın tam girişine sersem, döşemedeki eksik tahtanın üzerini örter mi?” diye hesap etti. Halıya iki yandan asıldı, kuvvetlice çekti. Fakat belinde duyduğu şiddetli sancıyla olduğu yerde kalakaldı.
Sancı bacaklarına doğru yayılırken halıyı düştüğü yerde bıraktı. Şaşkındı. Bu yaşına kadar, o önemli hadiseler hariç, ciddi bir rahatsızlığı olmamıştı. Olanı da şöyle böyle savuşturmuştu işte. Bir yandan iki eliyle belini ovuşturuyor, diğer yandan da döşemeye bir çare bulmaya gayret ediyordu hâlâ. “Kendim yapıştırıvereyim, nerden anlayacak? Portmantoda olacaktı bir tüp tutkal. Üstüne de halıyı serdim miydi, tamam. Niye bunca zamandır aklıma gelmedi ki?”
Bulduğu çözümden memnun oldu, yerdeki tahta parçasını almak için eğilmeye davrandı, ama sancı berbattı. Yerleri silerken alnında beliren ter damlacıkları tekrar ortaya çıktı. Dişlerini sıktı. Tam o sırada genç komşusu Nazmiye’yi duydu. Yan apartmanın balkonundan sarkmış, sesleniyordu:
“Hayrola Nuray Abla! Temizlik mi? Açmışsın bütün kapı pencereyi gene.” Ay çekirdeği yiyordu Nazmiye, havalar ısınalı beri her akşam yaptığı gibi. Ağzında kalan kabukları da balkondan aşağı tükürüyordu.
Sırtını ter basan Nuray Hanım yarım ağızla gülümsedi. Nazmiye cahildi biraz, azıcık da boşboğazdı. Komşusudur diye iyi geçiniyordu, cahilliğini de gençliğine veriyordu. Ama kocası Hilmi, sessiz sakin, efendi bir adamdı. Kâzım Bey’in her gün iş çıkışı gittiği lokali işletiyordu son beş senedir. Sivrihisarlılar Lokali’ni.
“Evin işi biter mi Nazmiye? Kâzım Bey gelmeden ortalığı toparlayayım. Çoluk yok çocuk yok, temizlikle oyalanıyoruz işte,” diye cevap verdi Nuray Hanım. “Senin kocan sehpadaki bir toz tanesini gören tersin teki mi?” diyemedi Nazmiye’ye.
Kâzım Bey bir saate kalmaz damlardı eve. Her işi saatliydi. Lokalden dönme, akşam yemeğine oturma vakti, televizyonun başından kalkma, uykuya yatma vakti, hepsi belliydi. Şahı gelse o program şaşmazdı. Hiç kimse için rutinini değiştirmezdi kocası. Emekli memur Kâzım Bey. O gelmeden yapıştırıverse döşemeyi. Üstüne de halıyı serse.
Daha fazla lafa tutmasın diye Nazmiye’ye başıyla acele bir selam verdi. Balkondan içeri girerken son bir zorlamayla eğildi, yerdeki tahta parçasını aldı, şalvarının cebine koydu. Geri doğrulamadı, beli oracıkta kilitlendi kaldı Nuray Hanım’ın. Ağzından bir feryat kaçırdı:
“Yandım Allah!”
Nazmiye balkondan biraz daha sarktı. Gözlerinde endişe, daha çok merak vardı: “Ne oldu ayol? Nuray Abla, iyi misin?”
Balkonun eşiğine çöktü Nuray Hanım. Güçlü kollarıyla kapı kolunu tuttu, ayağa kalkmaya davrandı, yok. Nazmiye telaşlandı: “Ses versene abla, neyin var?”
Nuray Hanım derin bir nefes aldı, canı hakikaten yanıyordu. Yardım istemekten başka çaresi yoktu. “Kızım, sana zahmet kocana bir telefon aç da haber ver, Kâzım Bey bugün eve biraz erken gelsin.”
Nazmiye hemen balkon masasındaki çekirdek tabağının yanında duran cep telefonuna sarıldı: “Dükkânı arıyorum abla. Çalıyor, şimdi açar… Hah! Hilmi, sen misin? Nazmiye Abla tutuldu, oturduğu yerden kalkamıyor. Kâzım Abi’ye sesleniver de bir telefona gelsin.”
Nazmiye telefonda bekledi. Biraz daha bekledi. Boştaki eli çekirdek tabağına gitti, bir çekirdek aldı tabaktan, eliyle ezdi, kabuğunu parçaladı, içini ağzına attı. “Alo! Kâzım Abi? Ha, sen misin Hilmi? Ne dedi? Yanık mı oynuyormuş? Ne? İyi, tamam. Söylerim Nuray Abla’ya.”
Nazmiye telefonu kapattı, masaya geri bıraktı. Hava iyiden iyiye kararmıştı. Seyyar satıcı tezgâhını toplamış, parktaki çınar ağacı görünmez olmuştu. Gün boyunca ortalıkta alı al, moru mor koşuşturup duran çocuklar akşam yemeği için birer ikişer evlerine dönmüştü. Biraz duraksadıktan sonra yumuşak bir sesle konuşmaya başladı Nazmiye: “Kâzım Abi birazdan gelirmiş abla. ‘Uzansın yatsın divana, bir şey olmaz. El bitince geliyorum,’ demiş Hilmi’ye.”
Sesi çatallı çıkıyordu, boğazını temizledi Nazmiye. Üzülmüştü, belliydi, o bile dedikodusunu yapmazdı bu işin, gönlü elvermezdi. Çekinerek sordu: “Ben geleyim mi abla, seni divana yatırmaya?”
Nuray Hanım usulca içini çekti. Keskin bir ifadeyle cevap verdi genç komşusuna, sanki hiç ağrısı yokmuş gibi: “Yok kızım, zahmet etme, ben kendim hallederim.”
Nuray Hanım her şeyi kendi halletmeye alışıktı. Seneler evvel ilk çocuğunu düşürdüğünde de yalnızdı. Çok kanaması olmuştu, toydu daha, korkmuştu. Çarşaf bağlamıştı altına, sonra da doğru sağlık ocağına, ebe hemşireye koşmuştu, bacakları titreye titreye. O zamanlar telefon yoktu her yerde, şimdi olduğu gibi. Zaten Kâzım Bey daireden aranmayı hiç sevmezdi. Akşam mesaiden döndüğünde genç karısını divanda yatarken bulmuştu. Çok fazla üzülmemişti düşük haberine. “Gene olur, genciz,” demiş, o akşam evde durmuş, ertesi akşam lokale gitmişti.
İkinci düşüğünde sadece çarşaf bağlamıştı Nuray Hanım. Kâzım Bey işten döndüğünde “Gene olur, genciz,” dememişti. Aynı akşam lokale gitmişti.
Nuray Hanım, vücudunu sürüye sürüye oturma odasına girdi. Son gücüyle kollarına abandı, yorgun bedenini divanın üzerine çekti. Nazmiye çekirdek tabağını aldı, masanın üzerindeki döküntüyü diğer elinin yan tarafıyla tabağın içine şöyle bir sıvazladı, içeri girdi.
Aradan zaman geçti. Sancı çeken biri için uzunca bir zaman, dertsiz bir kişi için kısacık bir zaman. Yatsı ezanı okundu, bitti. Nuray Hanım gözlerini tavana dikmiş, sessizce yatıyordu. Açık balkon kapısından odaya dolan gecenin ilk serinliği içini ürpertti. Islak şalvarının ıslaklığı tenini yakıyordu adeta. Kollarını göğsünün üzerinde birbirine kavuşturdu. Koltuk altlarının ekşimiş ter kokusu döşemelerin deterjanlı temizlik kokusuna karışıyordu. Belindeki sancıyla, kalbindeki yalnızlığın acısı birbirini derinleştiriyordu.
Kâzım Bey zili çaldı, kapıyı açan olmadı. Bir daha çaldı, yok. Nuray Hanım kılını kıpırdatmadı. Kilit içinde dönen anahtarın sesi holde duyuldu. Yaşlı adam söylene söylene holün lambasını yaktı. Lacivert rüzgârlığını portmantoya astı. Ne diye aratmıştı ki lokali? Az beklese ölür müydü? Yeni modalar mı çıkartıyordu başımıza? Portmantonun önünde duran terliklerini giydi, oturma odasına yöneldi Kâzım Bey. İçerisi karanlıktı, elektrik düğmesine bastı. Odanın halısı yere serilmemişti. Buna bir anlam veremedi, kel kafasını kaşıdı. Sonra girişteki eksik döşemeyi gördü, işte o zaman kan beynine sıçradı. Bunu tamir etmek için kim bilir ne kadar para isterdi namussuz ustalar.
Divanda yatan Nuray Hanım’ı azarlarken hiç kendini tutmadı Kâzım Bey. Mahalleye sesi taşar mı diye umursamadı, avaz avaz bağırdı: “Bu ne hâl Nuray! Rezil kepaze etmişsin güzelim döşemeyi. Hay ben senin yapacağın işin içine edeyim!..” Sustu Nuray Hanım, cevap vermedi. Döşeme parçasını cebinden çıkardı, yattığı yerden Kâzım Bey’e uzattı. Ama hayalinde, o tahtayı, tam da o anda, kocasının kafasına doğru hiddetle fırlatmak vardı.
edebiyathaber.net (16 Haziran 2020)