Gitme arzusuna karşı kalmalar, istemsizce boyun eğişler, Pandora’nın kutusu gibi açılan evler, etrafa saçılan yamanmış yaşamlar, travmalarla ağırlaşmış ruhlar, çaredeki çaresizlik… İnsan mahremiyetinin ve zamanla sırta yük olan sırların döküldüğü bir bohça misali “Annemin Kaburgası”.
Burçin Tetik’in İletişim Yayınları’ndan çıkan öykü seçkisi dokuz öyküden oluşuyor. Kitaba adını veren ilk öykü “Annemin Kaburgası”, anne – kız ilişkilerinin sancılı yönlerini öne çıkartırken içine bir tutam lezbiyenlik bir avuç da feminizm katılarak kaleme alınmış. Bu yönleriyle öykü, tam anlamıyla bir kadın hikâyesi: “Oysa benim en birincil görevim annemin kızı olmaktı. Gerekirse onun hemşiresi, doktoru, aşçısı, temizlikçisi, iğnecisi, bakıcısı olacaktım. Annelerin kızları olmak bunu gerektirirdi. Halbuki erkek olup aynı işleri yapsam özverimden, anneme bağlılığımdan ötürü ne çok övülürdüm.”
Cinsiyet ayrımcılığının evlatlık rolü üzerinden aktarıldığı ve vejetaryen öykü kahramanıyla renklendirilerek bir solukta okunan öykünün en dikkat çeken özelliği, cesurca aktarılan birkaç mesajın birden başarıyla olay örgüsüne sığdırılmış olması. Farklı bir bakış açısıyla dişil cinsin Adem’in kaburga kemiğinden değil de bir başka dişinin kaburgasından yaratıldığı mesajının dolaylı yoldan verilmesi, okuru toplumun geleneksel bakış açısı üzerine düşünmeye yönlendiriyor. Toplumsal sancıların gerçekçi bir yaklaşımla öne çıkartıldığı kurgu, keskince sunulan bıçak sırtı yaşamların ilk örneği olarak öne çıkıyor.
“Yabanperi” adlı öyküde, geçmişin tatlı anıları arasından sıyrılan bir gerçekle sarsılıyor satırlar. Babasının eşcinsel olduğunun ayırdına varan fakat anlamlandıramayan küçük bir kızla başlayan öykü, mahallece gittikleri huzur dolu bir piknik ortamıyla devam ederken olay örgüsü sürpriz gelişmelerle ilerliyor. “Yabanperi”, sınırsızlık ve değişim kavramlarının hakim olduğu bir anlatı: “Yabanperi akılsızlığıma acırmış gibi kafasını eğip yüzüme baktı. ‘Burası dediğin neresi? Burası nerede biter sence, az ötedeki ağaç da burası mı?… Sınırlar çizmeden rahat duramaz mısın?’… Sonra birden duruldu, hiddetinden utanmış gibi önüne bakarak üzeri kıllı elleriyle elbisesinin eteklerini düzeltti. Tırnaklarında, elbisesiyle aynı yanardöner renklerde ojeler ışıldıyordu.”
Almanya’ya giden işçi ailelerinin yaşamlarından kesitlerin yer aldığı gurbetçi hikâyelerinden gerek “Müllerstrasse’de Bir Ev” gerekse “Frau Mahler’in Mektubu” adlı öyküler, aynı zamanda içlerine ustalıkla yedirilmiş birer kadın hikâyesi barındırıyor.
“Yarım Saat” adlı öykü ise sonu baştan tahmin edilemeyecek, hayal gücünü zorlayacak denli sürprizle biten yine bir eşcinsellik hikâyesi. Diğer öykülerde olduğu gibi burada da okur, öykü kişileriyle birlikte ikilemler ve insan ruhunun med – cezirleri arasında gidip geliyor. Kapalı kapılar ardında yaşanan gel – gitleri cesurca ortaya döküyor yazar.
Çocukluk yıllarında oluşan ruhsal yaraların yetişkinlikte sızlayan izlerinin sürüldüğü bir öykü olarak “Çocukluğumun Evi” çıkıyor karşımıza. Bu travmatik öykünün teması ise kadına şiddet. Gerek üslûbu gerekse anlatımındaki duyarlılığıyla Burçin Tetik, günümüzün önde gelen sorunlarından birini başarıyla vurguluyor: “Çatalın dişlerinin annemin kalçasında yarattığı yan yana dört derin morluk, kat kat giysilerin arasından sesini duyurmak için çığlıklar atardı. Kardeşimin okul çantasını yerden kaldırırken elini leğen kemiğine götürmesinde duyardım annemin acıyan yerlerinin sesini. Annem değil, yaraları konuşurdu benimle.”
Öyküde, sıcaklık umudundaki insanın, kucağına düştüğü üşümenin acımasızlığı, evlerle benzerlik gösteren zihinler, insan olmanın dayanılmaz ağırlığı ön plana çıkıyor: “Hafızamın antresinden çıktım, evin kapısını kilitledim. Her bir odayı tek tek gezerken döktüğüm benzin dış kapının altından sızıyordu. ‘Haftaya görüşürüz Derya Hanım,’ deyip yanan sigaramı kilitli kapının eşiğine fırlattım. Kendime yeni ayakkabılar almayı düşünerek psikoloğun muayenehanesinden çıktığımda, çocukluğumun evi alevler içindeydi.”
Kitapta eşcinsellik ile göçmenliğin ana ve yardımcı temalar olarak yer aldığı öykülerden biri de “Beden Göçü”. İki ülke ve iki beden arasında gidip gelmelerin yaşandığı yine bir med – cezir hikâyesi. Bir ülkede ve bir bedende yerleşmişken önceki yaşamın izlerinden kurtulmanın imkânsızlığı sezdiriliyor okura. “Beden Göçü” kimlik, toprak ve beden sahiplenmesinde aklı karışan bireyin geldiği yerin anlatıldığı bir öykü: “Başka bir bedene göçerken arkamda koskoca bir ülke bırakmıştım işte. Belki de her göçmenlik nihayetinde kendi yüklerimizden kaçmaktı. Ben de eski ismimden, sırtıma yük memelerimden, beni taşıyamayan tüysüz bacaklarımdan yeni bir bedene kaçmıştım.”
Seçki, diğerleri gibi kendini soluksuz okutan “Keramet” adlı öyküyle sona eriyor. “Keramet”, bir aile içi taciz hikâyesiyle birlikte verilen transseksüel bir bireyin hikâyesi. Cinsiyet kaymasının kabulüyle gelen toplumsal sınıf kaymasının ana olay örgüsünü oluşturduğu öykü, okuru farklı yaşamların içine sürüklüyor.
Realist bir bakış açısıyla kaleme alınmış bu öykülerin tamamı, bireyler üzerinden toplum sorunlarını ortaya koymaları açısından önem taşıyor. Bu bağlamda cesaret, meydan okuma ve özgürlük duyguları aşılayan toplumsal gerçekçi bu kurgular, günümüz insanının geçmişten gelen travmalarla toplumsal baskıların altında ezilişinin ve zorluklara direnerek bir umut ışığı arayışının hikâyeleri.
Yaşan-amay-an hayatların kederi ile yer yer okuru sarsan bu hikâyeler yazıldıkları ve okundukları sürece gelecek adına bir umut ışığı her daim var olacak demektir.
Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (23 Kasım 2020)