Uykusuzlukla yorgunluk arası bir karmaşa içinde uyandım.
Evde sessizlik var.
Babam ve annem yine fabrikadalar. Kardeşlerim çıraklıkta… Hafiften bir müzik sesi geliyor kulağıma, yan odadan. Lili Marlen’i çalıyor teypte. Liseli kardeşimin eşlik eden sesi de cılız. Belli ki beni uyandırmamak için kısmış sesi. Yoksa gürültüden durulmazdı evde.
Salona geçiyorum, yüzümü aynada görmek için.
Birden sevinç ve şaşkınlık duyumsuyorum bedenimde. Duraklıyorum bir an için. Karşımda, televizyon vitrininde, bir heykel minyatürü duruyor çünkü.
Düşünen Adam, evet evet Düşünen Adam’ın küçük ve ak bir minyatürü… Hem de annemizin elimizi değdirmediği cam eşyaların arasında duruyor. O bırakmazdı ya… Düşünceler aklımda koşuyor, istediğim bir şey, oldum olası sanatsal ürünlere düşkünüm ama bir türlü… Ne ise ne… Odaya, kardeşimin yanına gidiyorum. Bana bakıyor, bir yandan da elini teybin ses tuşuna uzatıyor, sese güç veriyor hemen. Bağırıyorum duyması için, kırmak istemiyorum onu, kıs şunu demiyorum.
‘Onu kim aldı? Kim koydu oraya?’ diyorum.
‘Ayla,’ dedi.
Bir daha sordum emin olmak için.
‘O işte,’ dedi, ‘altında da sana bir not var…’
‘Niçin uyandırmadın beni’ der gibi baktım. Aynı tarzda ‘kızabilirdin’ gibi baktı o da bana. ‘Düşünen Adam’a koştum. Vitrinin camını açtım ivedilikle. Onu kaldırdım.
Göründüğünden de ağırdı. Altındaki notu aldım. Onu yerine koydum. Camı kapamadan notu okumaya başladım bir çırpıda:
‘Sana göre ne düşünüyor?’
Bana göre mi? Bir ona baktım, bir nottaki tümceye. Kafamdaki bütün kayıtları karıştırdım bir anda. Yanıtını bulamadım. Salonda şaşkın şaşkın dolaşıyordum, liseli kardeşim bir tepside kahvaltılık getiriyor.
Dikiliyor karşıma…
Onu görünce açlığımı anımsıyorum. Birlikte oturuyoruz masaya, atıştırmaya başlıyorum ama aklımda o tümce, gözümde heykelcik… Kulaklarımda netleşmeyen bir uğultu gibi kardeşimin sesi…
Heykelin güzelliği üstüne konuştukları…
…Bugün var olan yaşam, kendisini daha da sürdürmek için alabildiğince şiddete başvuruyor. Öğrenci, işçi ve toplumsal olayları bir sonuç olarak değil, aksine bir neden olarak anlatmaya çaba harcıyor. Bu yüzden tüm gücünü halkın sesini susturmak için kullanıyor. Bu gün aslında çürümüştür. Biz, birlikte olduğumuz sürece onların gücü vız gelecektir. İçerideki canlarımızla dayanışmamızı daima canlı tutmalıyız…
Ortalık nasıl da karışmıştı.
Nasıl da coplar uçuyordu canlar üstünde. Sonra, göz gözü görmeyen sis içinde kurşunlar, bağırmalar, koşuşmalar bir alanın talan edilişiydi yaşadığımız. Ara sokaklara dalıyorduk, olanca gücümüzle. Yanı başımda biri vardı: orta boylu, esmer, narin ve sert bakışlı bir kız. Elini uzatmıştı, tutmuştum. Sımsıcaktı eli. Koşmuştuk birlikte.
Bir tanıdığımın evine sığınmıştık.
Soluklanma sırasında demişti adını: ‘Ayla.’
Akşamüzeri çıkmıştık saklandığımız evden.
Kalabalık sokaklardan yürümüştük kent merkezine. Düşünceliydik ikimiz de. Ben yanımdakini düşünüyordum, o ne düşünüyordu acaba, hiçbir fikrim yoktu?
Oysa öğrenmek için neler vermezdim ki…
İlk ben konuşmuştum:
‘Seni hiç görmedim, kimsin? Mitingde ne arıyordun?’
‘Öğrenciyim. Babam orta öğretimde öğretmen, annem de ilkokulda… Merakımı gidermek diyeyim olur mu?’ demişti içtenli sesiyle.
‘Neyi merak ettiğini anlayamadım?’ demiştim. O anda şaşkınca sormuştum sorumu.
‘Okuyarak kurtulmak varken, siyasetle uğraşıp kendinizi öldürtmeniz bana saçma geliyor…’ demişti ardından da.
‘Aslında bunlar… Uzun uzun konuşulması gereken konular, öyle ayaküstü yanıtlanmaz bence. Kısaca söylemek istersem, insanlar hangi düzeyde ortam yaratırsa, ortam da aynı düzeyde insanlar yaratır. Dolayısıyla biz bu yaşamın ürünleriyiz. Babalarımız bizi düşünerek zamanında yeterince uğraşmış olsalardı, bugün biz yarınımızı düşünmek durumunda olmayacaktık…’
‘İşçiden çok işçileşiyorsunuz bu durumda, öyle mi?’
‘Hayır hayır, öyle değil, kraldan kralcı değiliz. Yalnızca işçilerin yanındayız. Onların yol göstericisi durumunda olabiliriz. Sana bu bağlamda kitaplar da verebilirim, istersen…
Susmuştuk sonra, konuşmadan yürümüştük yan yana. Evlerini göstermişti. Bizim gecekondunun birkaç sokak altındaydı evleri.
Ve sık sık buluşmaya başlamıştık…
Arkadaş olmuştuk onunla…
…İhanetler, ihbarlar, çözülmeler, asılmalar yıldırmamalı bizi. Yüreklerinizde en küçük bir kuşkuya yer olmamalıdır. Korkuyu içinizde yaşatmamalısınız. Çünkü korku, ağaca, ya da tahtaya giren kurt gibidir, kemirdikçe kemirir, ilerlemeyi hiç bir güç durduramaz…
İçimi kemiriyor, ‘Sana göre ne düşünüyor?’ sorusu.
Gözüm vitrindeki heykelcikte. Saatlerdir ona bakıyorum. Yapayalnızım evde şimdi. Ona gidemem. Babasının, anasının tavrını biliyorum: ‘Kızımızı sen alıştırdın bu yola. Onu rahat bırak, tek çocuğumuz, yalvarıyoruz…’ Kurdukları dünyada, bu söylediklerini haklı gösterecek durumlar var maalesef. Bunu kabulleniyorum. Onları kınamıyorum artık. Yavrusuna düşkün olan biz insanlar değiliz sadece. Neden, bana hep kitap getiren bu kız, şimdi bir heykel getirdi? Onu neden televizyonun altındaki bölüme koydu? Bu heykel, neden çıplak ve ne düşünür?
Televizyonun üstünde babamın bile bir zamanlar korktuğu ve şimdi istekle okuduğu kitaplar var, heykelin bunlarla ilişkisi olabilir mi? Düşünen Adam’ın eli çenesinde, bakışları bir noktada toplanmış, üstelik çırılçıplak…
Düşünen Adam, kitaplar…
Başıma ağrı girdi düşünmekten.
Çıkıp kurtulmalıyım buradan. Bu oda bana, yaşadığım yanlışları mı anımsatıyor? Olası mı? Yanlışlarım nedir? Ayla’yı bulmalıyım…
Başım zonkluyor, en yakın eczaneye uğramalıyım hemen.
…Evden uçarcasına çıkıyorum. Korkuyu büyütmemek için… Sokaklar sisli, insanların yüzleri seçilmiyor. Gölgeler iri, koşuyorum. Sokaklar sokaklarla, onlar da caddelerle, caddeler kent meydanıyla birleşiyor. Her ara sokaktan ayak sesleri gittikçe yaklaşıyor. Beynimdeki karıncalar beni kemiriyor adeta. Bir sokağın köşesinde duruyorum. Sokağın ana caddelerden birine açıldığı köşe bu. Sis gittikçe artıyor. İlerdeki sokak lambası ışıl ışıl… Etrafımı görüyorum. Orada sis yok. Adım atmaya hazırlanıyorum ki… Bembeyaz bir araba yanaşıyor aydınlık yere. İçinden kara giysili adamlar çıkıyor. Arabanın arkasından sandık sandık yiyecek indiriyorlar. Yüzlerini seçemiyorum. Demir ökçeli ayak sesleri yakınımda, irkiliyorum. Arabadan yana koşuyorum, adamlar aldırmıyor bana. İndirdiklerinin sebze ve meyveler olduğunu görüyorum. Denkleri al al hepsinin, şaşıyorum buna. Bir şeyler sormak istiyorum, o sırada bir gölge sokuluyor yanıma ve soluma beyaz ışıklı bir çubuğu olanca gücüyle saplıyor. Bir iskelete bakar gibi görüyorum onu bana saplayanı. Koşuyorum bütün gücümle, bir ara sokağa, ama…
Üniversitenin önü ana-baba günü.
Oldukça kalabalık. Gençlerin sayısı kadar polis ve jandarma var. Belki de onlardan çok. Bir ağızdan çıkar gibi gür ve net birkaç slogan yükseliyor arada bir, sonra bir yasak türkü duyuluyor. Polis ve jandarmalar ürperiyor olmalı. Bir ses onlara yürümelerini emrediyor. Onlar vücutlarıyla kaynaşmış sopalarını kaldırınca ilk güvercinler kanatlanıyor saçaklardan. Kalabalıkta bir kıpırtı yok. Yalnızca dalgalanma var.
Ayla’ya bakıyorum.
Görmem olası değil onu biliyorum yine iki keskin radar gibi gözlerimle kalabalığı tarıyorum… Yürüyorum. Bir polis bana doğru dönünce kaçıyorum. Oradan uzaklaşıyorum hemen. Nasıl kızdım kendime…
Düşünen Adam, neleri anımsatıyor böyle? Ne düşünür? Yürüyorum, dünyada bir tek canlı benmişim gibi, dışımdaki hiçbir şeyi, hiç kimseyi görmüyorum. Öyle bir duygu içindeyim.
Taş kaidenin üstüne oturmuş, bir eli çenesinin altında, diğeri bir dizinden aşağı sarkmış, gözleri tek noktaya dalmış ve durgun, kendi kabuğunda, dünyadan soyutlamış kendini… Ya da dünyada bir tek kendi var, yaşamanın nedenlerini yitirmiş veya ne bileyim, haksızlığa uğramış, terk edilmiş gibi yapayalnız bir havası var gibi… Belki de içine yaptığı yolculukta yanlışlarıyla doğrularını tartıyor içindeki terazide, kim bilir belki de benim gibi düşünüyor. Çıplak olması neden? Soruların arkası kesilmiyor içimde…
Eskiyi anımsatan sloganlar duyuyorum birden. Duruyorum. Şaşkınım. Düş olmalı bu? Daha onun kâbusunu mu yaşıyorum yoksa… Hayır hayır. Sloganlar düş değil, gerçek, karşımdalar haykıranlar. Kimi, tedirginlikle kararlılık arası bir ses topluluğunun dışa vurumu olarak kulaklarıma kadar geliyor.
Bir grev yerindeyim, önünden geçiyorum.
Grev mi?!
…Geceleyin gelme, dedim ona. Gözcü biziz bugün. Gelirken sabah bize uğra, anlat babama olanları, meraklanmasınlar. Nasılsa işçidir bilir grevin önemini. Bak, dedim, sana anlattığım yollardan gel olur mu?
Bana bakışını anımsıyorum.
O genç, o dinamik ve dost canlısı yoldaşı… ‘Grevler işçinin okuludur. Orada kendi dünya görüşünü ve yaşamını öğrenir. Bilinçlenir var olana karşı. Ekonomik kazanımlarla hâkim sınıfın kalelerinde delikler açar. Bu uğraşı alanını hiçbir zaman siyasal savaşımın önüne geçirmez…’
Bir karakuş girdi bu konuşmanın arasına.
O dost, o yoldaş, gelmesini söylediğim sokaklardan geçerken içindeki topçunun ateşini kesmişler…
Ayla, kabuğumu kırıp, bu acıları tekrar yaşamam için mi yaptın bunu ha? Zaten yüreğim yaralı, tedirgin ve hüzün çemberindeyim… Suçluluk eritiyor beni biliyorsun… Sırası mıydı sığınağım bildiğim o evden beni bir tümcenin peşinden sürükletip gerçek acılarla kucaklaştırmanın.
Bana bu işkenceyi niçin yapıyorsun? Neden bana bir kitap ya da ucuz yollu bir tablo değil de, Düşünen Adam’ı getirdin? Hoş kitap okuduğum da yok uzun zamandır, babam okuduklarını anlatıyor, dinlemiyorum onu… Şu sırdalar bir şey düşünemiyorum, anlamıyor musun bunu? Okuduklarımdan, yaşadıklarımdan ve yaptıklarımdan bile endişe duyuyorum ve septik bir düşüncenin anlayışına doğru kayıyorken bana niçin acı çektiriyorsun?
Onca yaşadığım acı yetmedi mi?
Dostluklarımın buza yazılı olmasını istemedim hiç. Bütün dostluklarım mermere kazılıdır. Üzeri toz toprak kaplı mermere… Silmeye-süpürmeye gücüm de yetmiyor artık. Çok yorgunum. Etkisiz elemana benzetsem kendimi yeridir. Düşüncenin ağırlık merkezi sanırdım kendimi. Ben, alt tarafı duvarda bir tuğla olduğumun bilincindeyim şimdi. Yön veremiyorum yaşamıma. Koşullar nereye, ben oraya… Akarsuda yosun tutmuş kayalara tutunarak, akıntıya kapılmamaya çalıştım, olmuyor; olmuyor işte. Başaramadım. Gezegenimizdeki bütün hayvanlara özgü içgüdüsel davranışları (beslenme, barınma, çoğalma) gerçekleştirme başarısı için uğraş vererek geçiyor günlerim.
Revizyonizm engin bir deniz… Ben de içinde kum tanesi…
Yaşamak kolay…
İçgüdüsel gereksinimler için yaşanıyorsa…
İhanet etmedim, itirafçı olmadım. İşbirlikçi, hain asla… Kendimi ince eleyip sıkı dokuyorsam suç mu bu? Doğru bildiğim çok şeye yeniden eğiliyorsam…
Bunu yapmamı sen de istiyordun ya, unuttun mu?
Peki, Düşünen Adam da niçin?
Monoton bir yaşam içinde olduğum için bunu kendim mi yaratıyorum yoksa? Olabilir mi? Orada, vitrinde duruyor. Kitaplarımızın altında… Düşlerimdeki ben olamaz o.
Bugün ne kadar da uzun sürdü.
Bütün günler böyle mi acaba?
Uğraşsız günler insana işkence midir?
Ya da iş denen olgu insanı düşünceden ayrı tuttuğu için midir ki günler yerini akşama tez bırakır?
Neler de düşünüyorum.
Babam, annem ve kardeşlerim uyuyor. Gecenin bu vaktinde ayaktayım. Işığı söndürüp uzanayım, gün doğacak nerdeyse… Işığı söndürdüm, dışımızdaki insanların bizim için düşünecekleri her tümce için. Gece lambasını yaktım. Oysa evdekilerle ne kadar şey konuşurduk her akşam. Bu akşam niçin konuşmadık? Benden mi kaynaklandı yoksa? Konuştuk da anımsamıyor muyum? Olası mı bu? Beyin denen bu makine salt bu heykele ve onun altındaki tümceye şartlandıysa neden olmasın ki.
Gecenin son haberlerini dinlemeliyim, düşüncemin yoğunluk merkezini dağıtmak için. Televizyonu açıyorum hemen. Saçları dökük adam tok sesiyle haber sunuyor… Sanki bir robot, hiçbirisinden etkilenmiyor gibi tekdüze sesiyle okuyor durmadan… Üniversite olaylarını aktarıyor uzun uzun… Ölenleri, yaralıları, yakalananları sıralıyor… Başka bildiği yok sanki. Kapatıyorum…
Ayla’ya bir şey oldu mu acaba?
Neden Aylalar değil de Ayla?
Kendime kızıyorum birden.
Ne oluyor bana, neler oluyor, neler?
…Bir gardayız, üç kişi. Ben ve iki candan arkadaş… Biri edebiyat, öbürü kimya bölümünden… Düşünceliyiz. Dışımızdaki insanlara aldırmıyoruz. Onlara kırgınız biraz. Onlar için ne canlar verenlerdik, onlar o sessiz çoğunluk… Biz canlıydık, onlar robotlar gibi yürüyorlardı. Konuştukları dil ise apayrıydı…
Bir ağacın altındaki çeşmeye gittim. Elimi, yüzümü yıkadım. Su içtim. Bir daha, bir daha hiç içmeyecekmişim gibi… O sırada bir takım sesler duydum ama dönüp bakmadım. Dudaklarım avucumdaki sudan bir türlü kopmuyordu. İçiyordum, içiyordum… Kana kana…
Trenin sesiyle irkildim. Baktığımda tren gardan çıkmaya başlamıştı. Garda kimse kalmamıştı, arkadaşlarım bile… Onlara kızdım bir an için ‘su içene yılan bile dokunmaz’ deyimiyle kendimi sakinleştirdim ve trenin arkasından koşmaya başladım, olan gücümle. Öylesine koşuyordum ki… Trenin son vagonunu tuttum tutacağım gibi bir şey… Son vagonun üstünde onları gördüm, birer yontu gibiydiler. Bir şey beni olduğum yerde durdurdu. Onlara baktım. Tren uzaklaşırken göğüslerinden birer kuş çıktı ikisinin ve göğe doğru yükseldiler. Kuşların ikisi de kısa bir süre sonra biçim değiştirip iki kocaman resim oldu gökyüzünde...
Ondan yardım almadan bulmalıyım bu heykelin ne düşündüğünü. Onu nereden almış olabilir? Rahmine düşmediğimiz bu kalleş kentin pazarlarını dolaşmalıyım. Orada bir ipucu bulabilirim belki.
Bu umutla dışarı çıkıyorum. Çarşının dükkânlarını dolaşıyorum akşama kadar ama bir ipucu bulamıyorum. Ayla’yı arasam, evlerine gitsem diye geçiriyorum içimden. Babasına verdiğim sözü hatırlayıp cayıyorum düşüncemden.
Yanımdan bir polis otosu geçiyor o anda, irkiliyorum. İçinde birkaç kişi var otonun. Birkaç genç adam… Yürüyorum tekrar, çarşının gürültüsünü duymuyorum. Rüyada ya da çölde yürür gibi yalnızım yine, kendimle baş başa…
…Yavrularımızı ve bizi yiyip bitirmek isteyen bu oyunu bozmalıyız. Bu oyun önce de oynanmıştı. Oyun dışımızda hazırlandı, her zaman olduğu gibi. Bu oyunu onların istediği gibi oynamamız bize telkin edilmemişti. Kendiliğinden bu oyunu onların istediği biçimde oynadık. Sahne değiştirilmiş, oyun aynı oyun… Çirkin ve kötü! Hüzün, ölüm ve gözyaşı dolu olan bu oyun zararımıza…
‘İnsanlar hangi düzeyde ortam yaratırsa, ortam da aynı düzeyde insan yaratır,’ demiş Karl Marks. Evet birbirimize girdik. Sonra yalancı aynalarda gördük kendimizi, erken gelen turnalarla yaralandık ve küçük denemelere giriştik yeniden, yeni bir yaşam için. Sisli bir ortamda… Farkına varamadık, hazırlanan oyunu oynuyorduk ama göremedik bunu. Takılan at gözlükleri, yanımızı, yöremizi görmemizi engellemişti.
Ardından birbirimizin kanını içtik. Geçmiş oyunun tekrarı olan başlangıcı yaşadık. Sermayenin günlük işlerini görenler önce uzaklaştırıldı. Sonra yansızlık adı altında militarizm oturdu koltuğa. Sisli ortamda demeçler yağdırmaya başladı. Büyülü ortamın içinde çoğu canımız direndi umarsızca. Kanlar, ölümler, ihanetler arttı. Sisli ortamda demir ökçeli ayaklar yürüdü bir bir, kondulara, kapılara, okullara… Yaşamın her alanı tırpanlandı. Yaşadıklarımızın birer aynası olan kitaplarımız toplatıldı. Bu aynalar bir bir kırıldı. Sonra yeni aynalara dönüştürülmek üzere ateşe atıldı. Kimi başarılı olduğunu sandı, kimi bu işin yürümeyeceğini düşünüp vazgeçti ama kimi de yaşamına devam etti. Kimi günah çıkardı. Kimi daha da güçlenmek ve her şeye sağlıklı bakmak için eleştirel bir tavırla eğildi kendilerine. Bunca zamandan sonra… Oyundan çoğumuz payımızı aldık. Kimi karşılığını ölümle ödedi. Kimi sakat kalmakla, kimi ömür boyu yatmakla zindanlarda… Kimi tezgâhlarda hâlâ, kimi tecrit saksılarda… Kimi uzak dağ başlarında… Kimi kırlangıç misali başka topraklarda… Ama kimi de serçedir, Eylülist yağmurlarda bile yurdunda. Kimi sessiz, için için yanar yaşadıklarına. Oyunun kuralı gereği gençlerin tümü yaşadı acıyı. Acı, var olanın güçlenmesi için karşı çıkanları susturmanın bir aracı olarak daima vardı zaten.
Gözbağı ile alınıp götürülmüşüm o günün sabahı.
Nereye, nasıl, ne ile anımsamıyorum.
Bildiğim yaşayacaklarımdı.
Bir mahzendeydim.
Vücudumun suda olduğunu görüyordum. Daha doğrusu hissediyordum. Gözbağım açılınca karşımdakilerin özel giysileri olduğunu gördüm. Bu onları gizliyordu. Giyitleri kara karaydı. Filistin askısı, sündürme dayak, sürümeler suyun içine beni. Acılarımın ardı arkası gelmedi. Sonra manyeto… Sonra küçük havuza atılmalarım. İçine tuz atıyorlardı. Vücudumun şişlikleri insin diye. Acıları daha da çoğalttılar, bilinen, bilinmeyen nice yöntemlerle; bunları sıralamanın ne yararı var şimdi. Nice zaman sonra bir posa gibi, bir arsaya bırakıldım. Belki de ölü sanıyorlardı beni. İvedilikle saklandım bir süre. Gece olsun istedim. O zamana kadar biraz toparlandım. Eve girdiğimden az sonra da bayıldım. Beni aramaları sonuç vermeyince ailem vazgeçmiş aramaktan, sormaktan… Sonra onlara dönüşüm, çölde susuz kalanın su bulduktan sonraki sevincinden kat kat daha çok bir sevinçle özdeşti. Kendimi uzun bir zaman eve kapadım. Her şeyi yadsıdım. Bu, kendime yaptığım en büyük kötülük belki… Korkuyu içimde yaşatıyorum belki.
Oysa…
Yüreğimizde en küçük korkuya, kuşkuya yer vermemeliydik… Bana anımsatmak istediğin, kendimi eve hapsetmiş olmam mı yoksa? Bu tavrıma karşı mısın? Bunun için mi o heykeli…
Düşünen Adam, Bakırköy Sinir Hastalıkları Hastanesinin bahçesindeki… Evet evet… Bana bunu mu anlatmak istiyor… Benim şey olduğumu mu? Sanmıyorum, ama neden bu heykel… Ev benim için bir delinin kapatıldığı hücre, öyle mi Ayla, bunun tek noksanlığı da Rodin’in Düşünen Adam’ı mı? Bu amaçla getirmiş olamaz. Bu benim kuruntum. Bana göre ne düşünüyormuş, nereden bilebilirim. Hiçbir şey düşünemiyorum ki… Yanlışlarını, aldatılmışlığını, yalancı dostlukları, acılarını, geleceğini düşünüyor olabilir.
Bunların dışında ve benim anımsayamadığım, daha neleri düşünüyordur kim bilir. Bu bilmece soruyu ona sormalıyım aslında. Yanıtını biliyor mudur? Bilmese sorar mı? Neden sormasın ama? Kafamdaki karıncalarla hızlı hızlı yürüyorum eve. Bir ara gözüm bir çınar ağacının altındaki satıcıya takılıyor. Satıcı (ağaç gibi sanki) onunla yaşıt geliyor bana. Zaten insan salt yaşadığı zaman dilimiyle sınırlı değil ki. Çınar kadar yaşlı gördüğüm satıcıya sokuldum. Sattığı şeylere baktım. Eski kitaplar, önce bunlara bakıyorum. Sonra bu kitapların üst tarafındaki heykelciklere takılıyor gözlerim. Kimi hayvan, kimi çocuk, kimi kadın heykelcikleri… Her biri ayrı güzel… Sindire sindire bakıyorum onlara. Su taşıyan kadınlar, eşeğe ters binen N. Hoca, sevimli bir atı ve yavrusunu tutan bir genç kız, uçuşan, yuvasında bekleşen kuşlar…
Bir süre sonra da aradığımı bulmuşum gibi içimi bir sevinç kapladı. Durdum. Ağzım kurudu. Kulaklarım hiçbir sesi duymaz oldu. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başladı. Gözlerim iri iri açıldı. Yutkundum birkaç kez, sonra kendimi toparlamaya çalıştım ve gördüğüm şeye iki adım attım. Çınar yaprakları onu gizlemeye çalışıyordu sanki benden. Bembeyaz bir çocuk heykeli karşımda duruyordu. Alçıdan mı, mermer tozundan mı anlamıyordum ama apaktı ve karşımdaydı. Elimi uzatsam dokunacaktım.
Çocuk bir taşın üstünde oturuyordu. Oturduğu kaidenin üstünde de ak bir örtü vardı. Bu kaide, bir dikdörtgen prizmaya benziyordu. Çocuk çıplaktı. Sağ ayağını sol ayağının üstüne atmıştı. Sağ ayağının üstünde kalınca bir kitap tutuyordu. Gözlerinde ve yüzünde anlatılması güç bir mutluluk vardı. Hissedebiliyordum.
Düşünen Adam’ın ne düşündüğünü kendime göre artık anlamıştım. Kaşla göz arası onu satın aldım. Koşarcasına eve yürüdüm. Rahatlamıştım. Mutluydum biraz, bir kuş gibi kendimi hafif buluyordum.
Evde kimse yoktu, liseli kardeşimden başka… O da okula gitmeye hazırlanıyordu. İçeri girmemden bir süre sonra çıktı. Yalnızdım artık. Heykelciği ambalajından çıkardım. Önce uzun uzun ona baktım, sonra da televizyonun üstündeki bölüme, kitapların önüne yerleştirdim. Sonra koltuklardan birine oturdum ve onlara baktım. Düşünen Adam ile kitapların arasındaki kitap okuyan çocuk heykelciğine.
Onun, ne düşündüğünü kendimce somutlaştırdım: Yanlışlarını düzeltmek, kendine yeniden yön vermek, hatalarından ders çıkarmasını bilebilmek bağlamında düşünüyordu bence.
Nerede, nasıl yanlış yaptığını öğrenmek için okumayı ilk iş olarak düşünüyordu… Düşünen Adam, kitapların arasında yaşamına yeniden biçim vermeyi düşünüyordu.
Peki, benim yaptığım bu değil mi?
Bunu yapmadığımdan mı acaba, Ayla..?
Bunu gerçekleştirmem için mi bu oyuna başvurdu, acaba? Kendimi bulmam ve kendime gelmem için ha. Kendimde değil miyim ben? Dışarı ile ilişkilerimi askıya aldığıma göre bu doğru değil mi, niçin kabullenmiyorum ki…
Yalnızca kendimi düşünmüyor muyum?
Doğru değil mi bu?
Gerçekçi olmak kendini saklamak değil ki…
Eğri oturup doğru konuş malı… Öyle ya… Herkesin yaptığı bu değil mi sanki hayır hayır düşündüklerim olsaydı Ayla böyle yapar mıydı? Bunların ortamını hazırlar mıydı bana? İnsanlar hangi düzeyde…
Ne kadar da doğru bir yargı bu…
Ne yapmalı?
Bulunduğum durumu kabullenmem, yeniden doğrulmam için başlangıç olamaz mı? Neden olmasın… Buradan başlayarak yaşamımı yeniden düzenlemeliyim. Düzeltebilirim… Düzeltirim be… Yaşamı güzelleştirmek tutkumsa, buna yakın çevremden girmeliyim ve aydınlanıp ısıtmalıyım yanımı yöremi. Sonra sevdanın ürünlerini yetiştirip dağıtmalıyım evrene…
…Asıl görev, emeğin kendiliğinden yapısından kurtulup kendisi için var olmanın savaşımını sürdürmeye kararlı olmaktır. Bu bağlamda ise yapılması gereken örgütlenmek, bilinçle donanmak ve en geniş bir birliktelikle ilk etapta yapılması gereken için bir çığ gibi büyümektir. Bunun için şu da unutulmamalıdır ki kendine güven, inanç ve her şeye karşın umudunu yitirmemek coşkusu insanın yüreğinde daima canlı, taptaze olarak kalmalı…
Çünkü:
inançsız yaşamak ölümden acı
insanın öküzden kalmaz ki farkı
tersine çevirmek için bu çarkı
inancım uğruna ölmek isterim. (Harun Karadeniz)
Aylaların kararlı ama emin, bıkmaz bir sabırla ve ağır ağır amacına doğru büyüyen tırpanına artık ben de güç vermeliyim.
edebiyathaber.net (12 Kasım 2024)