Sokağa giren kamyonun tangır tungur sesiyle uyandım. Mahallenin bütün gürültüsü benim odamda, içimde…Bağrışmalar, sabahın kör vaktinde çalışan motorlar, traktörler, mevsimlik işçilerin bağa, bahçeye gitme telaşı…Şimdi kiraz zamanı bizim buralarda. Sabahın hayhuyu, gün içinde usluca derin bir sessizliğe bırakır yerini. Yazın ağustos böcekleri, kışın telefon direklerinin üstündeki kumrular şenlendirir mahalleyi. Çocuk sesi de duyulmaz pek; bayram seyran olacak da anca o zaman. Herkes evlendi barklandı gitti tabii. Yerini çoktan yaşını başını almış, yüzü gözü buruşuk kadınlara bıraktı. Akşamüstü oldu mu kapı önleri beli bükülmüş kadınlarla dolar.
Bir hayat ve iki göz odadan ibaret evin, en arka tarafı burası. Eskiden olsa odamdan tüm sokağın kapılarını görürdüm. Tadilatla duvarı biraz yükselttiler. Kimi zaman sararıp kararan, kimi zamansa kireç vurduğumuz bir duvar. Gökyüzünü neredeyse hiç göremiyorum. Artık ince uzun bir aralığa bakıyorum. Sokak lambaları da söndümü gözlerim duvara karşı karanlığı seyrediyor. Her gece böyle. Işığı da görüntüsü de azaldı. Şimdi göremiyorum tabii küçük penceremden. En çok da yeşil demirli kapıyı. İçimde bir ümit! Kapının sürgüsü tak tak diye açıldı mı kulak kesilirdim. Şimdi arada bir kumrular konuyor duvarıma. Koklaşmalarını izliyorum. Kimi zaman didişip birbirini kovalayıp duruyorlar. Ya o sesleri, bakışları. İçimde olup bitenleri bir tek gri kanatlar biliyor.
Aynanın karşısında saçlarımı tek örgü yapıp, mor oyalı çemberimin altına kıstırdım. Birleşen kara kaşlarımı elimle düzelttim. Tıkırtılarımı duyan anemin ünlemesine yöneldim aksak ayağımla. Bitişikteki komşumuz ve teyzemle avluda bazlama yapıyorlar. “Kız Ayşee iki üç çanak getir, yetmeyecek buradakiler.” Kaç defa dedim “Bana böyle kız Ayşe deyip durma ortalık yerde” diye, yok dinlemez aldırmaz, “Bi sabah da sen kalksan yoğursan şu hamuru, kaldın başıma…” diye söyleniyor, “Hamur fazla geldi,” deyip duruyor. Teyzemin sesi çıkmıyor. Annem konuştukça teyzem hep susar böyle. Ama annemin sesi hepsini bastırıyor Bazlamanın kokusu evin dört bir yanını sardıkça sarıyor. Dumanın yukarılara doğru harelenen görüntüsüyle eller hızlı hızlı hareket ediyor. Bakıyorum esmer yüzlere işleyen ellere. Biri hamuru toparlıyor şekil veriyor, diğeri sacın üstündekini alt üst yapıyor…Bir diğeri çukur çanakta mayalanan hamurları takip ediyor. Komşu nefes almadan konuşuyor da konuşuyor. Arada bir gözleri bana değiyor. Kara kuru gelinini yine övüp duruyor. O olmasa n’aparmış da elinde iş bırakmazmış da görgüsü, terbiyesi kimselere benzemezmiş de…. Lafı sakız gibi uzatır da uzatır. Annemle teyzem, kulak verir her seferinde, merakla yeni duymuş gibi. Bilirim ben o göz süzüşünün altındaki manayı, acıyan gözlerinin altından kıs kıs güler durur…
Çanakları bırakıp yanlarından ayrılıyorum, sokak kapısına yönelirken annem “Şu iş bitsin de öğlen aşağıki mahalleye çeyiz görmeye gideceğiz, davet ettiler, şimdi gitmezsek olmaz” diyor. “Gidemem gelmeyecem, çağırma beni öyle yerlere artık, ilçeye çarşıya gidecem, elimdeki işleri teslim edip dönücem” dedim. “Ahh olmaz öyle şey yahu, niye gelmiomuşun? Gelecen!” “Off yetti artık, görürsün sen gelmeyecem işte! Niye gidecekmişim ki ezberledim defalarca” Her seferinde çağlayan, cıvıldayan, gerim gerim gerilen o körpelerin arasında fısır fısır konuşmalarını duymazlıktan geliyorum, içimdeki ateşi söndürüp duruyorum.
Sokak kapısını açıp betonun üstünde biraz oturuyorum. Gelen geçene bakayım diyorum, kimseler yok. Çaprazımızdaki yeşil demirli kapının sürgüsü açılıyor. Bir anda kalbim yerinden fırlayacak gibi oluyor, yıllar da geçse yaşlanmayan heyecanımı susturmaya çalışıyorum. Kocamış, soluk benizli tıknaz kadın, demir kapının önüne yığılmış odunları el arabasıyla içeri taşıyıp duruyor. Bir ara kafamı çevirdiğimde o kararmış gözlerin bana baktığını görüyorum. Aynı soğuklukla ben de ona bakıyorum. Genceciktim, güzeldim ben de bir zamanlar! Neymiş efendim o topal ayağımla nasıl ev bark idare edermişim de oğluna nasıl karılık yaparmışım. Ne yaptı etti çarçabuk evlendirdi oğlunu karşı köyden biriyle. İçimdeki duvarlar işte o zamanlar yükselmeye başladı. Elimdeki iki şişin arasında attığım her iki ters bir düz ilmek ördüğüm bir duvardı aynı zamanda.
Biraz oturduktan sonra kalkıp içeri geçiyorum. Kapıyı öyle bir çarpmışım ki! Telefon tellerine sıralanmış kumrular, üstüme gelircesine uçuştular. Ateşin başındaki, gözleri kısılmış, yanakları al al olmuş kadınlar, ter içinde bakakaldı. İşlerini bitirmiş toparlanırlarken önlerinden boş kapları, üst üste yığılan bazlamaları alıp mutfağa geçtim. Arkamdan fısır fısır bi sesler. Kapları mutfak çeşmesinde yıkadıktan sonra süzülsünler diye dizdim. Kendime bir tepsi içinde biraz tereyağı, biraz salça, biraz da peynir hazırladım. Çayımı alıp geçtim çardağın altına. O karanlık, cızırtılı yanık ses, bir yandan “Gelmezsen çok ayıp olur, hep böyle yapıyon, el alem ne der, artık insan içine çıkamıyom vaalla, bıktım senden, yedin eledin beni” diye söylenip duruyor. Yüreğimin bastırılmış sesi ayağımın cansız zayıflığına inat öylesine kuvvetli çıktı ki “Ölsem de kurtulsam senden” deyiverdim. Sus pus oldu.
Öğle vakti güneş avluya yükselirken dantellerimi alıp kendimi sedirin üstüne attım. Dolmuşun kalkmasına daha zaman var. Bu iki saat içinde elimdeki işleri toparlayıp götürücem çarşıya. Önümüzdeki aya yetişecek olan siparişlerim de bitmek üzere. Hiddetle parmağıma doladığım ipi halka halka tığa bıraktıkça sakinleşip yeniden düşüncelere daldım. O sıra karalı morlu şalvarını giymiş annem, kaldığı yerden devam ediyordu. Söylene söylene, beddua ede ede gözden kayboldu. Demir kapıyı hızlıca çektikten sonra bile sesini hala duyar gibiyim.
Kendime önce bir kahve koydum. Yemeği ocağa sürdüm. İki odayı süpürdüm. Radyo dinlerken bi gayret elimdeki işi yapadurdum. Tığın ahengiyle gere gere, çekiştire çekiştire. Ellerimin arasında parlayan inceliklere bir an hayranlıkla bakakaldım. Bir zamanlar bunları kendim için yapardım. Şimdi onların hepsi el sürülemeden unutuldular. Sarardılar. Tığı sokup çıkartırken ocaktaki pilav ve fasulye de çoktan pişti. Ben dolmuşa yetiştim.
Düz saçları alnına düşmüş, dükkân sahibi gözlüklerinin altından “Şimdi herkes böyle yapıyor ablacım, çok getiren var, koyalım dursun burada, çıkar müşterisi.” dedi, “Göz nuru yapılan bu ince işlerin alıcısı olmaz mı be ablacım” Ben “Hoş hazırları da çıktı tabi artık, bakan olur mu bunlara bilmem” derken lafım kalıverdi ortada. Şen şakrak bir gülüş saçıldı etrafa birden. Kafamı çevirdim. Tanıdım. Bildim ben. O soluk benizli tıknaz kadının gelini girdi içeri. Ayaklarımın bağı çözüldü. Tezgâha tutunarak dik durmaya çalıştım. Titreyen ellerimi bastırarak güçlükle durdurabiliyordum. Bir müddet öylece kaldım. Satıcı yeni müşterilerine yönelmişken camın üstüne bastırdığım ellerime bir an baktı sanki. Hızlıca çektim, nereye koyacağımı bilemedim ellerimi. İşleri teslim edip hemen döndüm sırtımı. “Bunlar satılsın yenilerini de getiririm” lafını nasıl söylediğimi bilemeden ayrıldım oradan.
Beş arabasına yetişmem gerekiyordu. Tren yolunu geçer geçmez yolun kenarında bekleyen soluk mavi renkte, hırpani görünüşlü dolmuşa kendimi dar attım. Dolmuşta dokuz on kişiyiz. Daha kalkmasına var. Kolonya ve tütün kokulu dolmuşun içinde oyun havaları bangır bangır çalıyor. Dolmuşun yolcusunu bekleyen toy muavini elinde sigarasıyla volta atıyordu. Çantam dizlerimin üstünde ellerimi ovuşturup duruyorum. Yolcular birer ikişer gelirken kafam cama dayanmış gözüm dikiz aynasındaki “Üstüme gelme, ben zaten dolmuşum” yazısına takılıyor. Gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum. Bu yazıyı kim asmış olabilir muavin mi şoför mü anlayamıyorum önce. Kendime muavin canlı kanlı baksana şoförüdür, demek o da aynı dertten mustarip demekle yetiniyorum. İçeride mağazadaki o kadın. Söyledikleri kulaklarımda hala. Karnı burnunda “İkiz olacak, ikisi de erkek, yatak örtüsü, şöyle cam göbeği mavisinden” Ağzı kulaklarına varıncaya kadar gülüyor da gülüyor. Söz veriyorum kendime. Unutacağım onu. İliklerime kadar işlemiş olan o unutulmaz ümidi içimde öldürmeye ant içiyorum. Camın ardında insan siluetleri, ağaçlar, dükkanlar önce geniş sonra daralan yollar geçiyordu ben iyice göremeden. Solgun yüzüm cama yapışmış.
Gün inmişti annemden önce eve varmıştım. Akşam sofrasında gördüklerini, geline alınanları anlattı tek tek…Şimdi neler çıkmış neler, artık herkes işin kolayına kaçıyormuş, her şeyin hazırı varmış, o yağ gibi süzülen parıl parıl gecelikler dolaplara asılmış, gelinin kayınvalidesi paket paket hediyeler yapmış, paketler açılıp durdukça herkesin gözleri büyümüş de büyümüş…İki lafın arasında “Ne kısmetli gelinmiş” deyip durdu. Beni sormuşlar da ne diyeceğini bilememiş, utanmış. “Kes benden umudunu artık,” der demez irkildi. Sofradan geriye doğru çekildi. Buz gibi ayranı dikiverip kalktım sofradan.
Sofrayı toplar toplamaz pencerelere çöreklenen karanlıkla odama çekildim. Pencerenin önünde bir divan karşıda küçük bir televizyon. Zamanında çok laf etse de annem dinlemedim, ayrı odada televizyon mu olurmuş yeni yeni adetler çıkarıyor muşum falan filan…Yalnızlığımı çekip alıyor benden desem de anlamaz, alaya bile alır beni!
Akşamları tepemde cılız çıplak bir ampul işimi görür. Elimde örgü diziye dalarım. Ara ara çiğdem çitlerim. Dizinin heyecanına kaptırmışken örerim de örerim. Kırmızılar, pembeler maviler… Mevsimine göre. Kimi zaman dantel kimi zaman bebelere örgü. Yetiştiremediklerim bile olur. İpi parmağıma dolayıp bir heyecan anında hızlanıyorum, bir sessizlik anında ben de yavaşlıyorum. Durgun, nefes almayan hayatımın içinde derin derin alınan soluklar gibi bu diziler de örgülerde. Yoksa nasıl geçer şu ağır ve yoksul zaman…
Geç saat varana dek dizi izledim. Bir ara kanalları dolanırken Tarık Akan Gülşen Bubikoğlu filmine denk geldim. “Seninle her yer cennet, benimle evlenir misin” diyor bir çift yeşil göz. Belli ki kader onları bağlıyor. İn gibi derin sessizliğin içinde ağır ağır doladığım ipi öylesine çekiştirmişim ki parmağımın ucu kıpkırmızı olmuş. Küçücük televizyonda büyüyen aşklarını çat diye kapattım. Sırtımı duvara bırakıverdim. Ağlamak istedim doya doya. Yapamadım. Tıkandım kaldım. Doğruldum tekrar. Camı açtım. Parmağıma doladığım ilmekleri, yavaş yavaş gevşettim cılız ampulün altında. Her ilmek atışımda içimde kopanlara tanık olan o duvara karşı oturdum. Gözüm duvarda. Kim bilir belki yarın o kumrular gelir.
edebiyathaber.net (21 Kasım 2024)