Nerede olursam olayım, bu iğrenç bakış, iflah olmaz şu ses bir türlü peşimi bırakmıyor. İşin gerçeği artık fark etmiyor. Tüm silahlarım alındı sayılır. Bir iki tane dişim, pörsümüş dilim ve hayatta kalmama yetecek kadar cümleden başka bir şeyim kalmadı. “Benim!” demek cüretini gösterdiğim, yücelikten kovulmuş, bu şimdinin belası eski nimetler, sahip çıktım diye birer kokuşmuş lokmaya dönüştüler zaten. Yürürken ayaklarımın altında hissettiğim yumuşak doku, şu çürük kokusu ve devasa reklam panoları beni yordukça yoruyor zaten. Yordukça yoruyor. Tabii çizilen yörüngede bir sinek gibi kıytırık bir hayretle dönmeye devam ediyorum. Ve bu deveran esnasında öldürmek yasak, ölmek yasak, gülmek ve görünmek yasak… Yalnızca kör bir soğukta ellerim çatırdarsa işte o zaman kaşlarımın kalkmasına müsaade var. Evet, hayret etmek de yasak. Bütün bunları bana, yıllar evvel, ben küçük bir çocukken burnunun üzerine betona çakılan kadının ayyaş kocası yasakladı. Salık verdiği tüm yolları yürümüş bulundum. Kendisi zaten Allah’ın nefes alıp veren mahlûkatından biriydi sadece; kirli, sapsarı bir nefes. Alıp verdiği her bir soluk dişlerinin arasından geçerken, içine ruh üflenmiş bir sanat eseri değil de, irinle doldurulmuş bir şeytan bozması olduğu epey belli oluyordu esasında. Nihayetinde sefildi, beni de sefil yetiştirdi. Tırnaklarımı ağaçlara geçirmeme asla müsaade etmedi. Çünkü hemen ardından, keskinleşen tırnaklarımı yüzüne geçireceğimi biliyordu. Yani öyle veya böyle, bir intikam kahkahası taşıdığımı gizleyecek hâlim yok. Acınası bir trajedi daha alıp buraya konulabilir tabii ama kimin umurunda. Etrafımda kimler var biliyor musunuz? Ağız dolusu bir kibarlık ve etine dolgun bir medeniyeti üzerlerine bir üniforma gibi giyinmiş içtenlik yoksunu çöp yığınları. Hep birlikte kokuşuyoruz. Olan biten hep düne, hep yarına aitmiş gibi bizi bir türlü gam, tasa tutmuyor, bir türlü gülümsemekten vazgeçemiyoruz. Biz diyorum, çünkü buna mecburum. Tıpkı susmaya, çalışmaya, akşam dönüşlerine ve öfkelenmeye mecbur olduğum gibi.
İşte yine şikâyet ederken yakalıyorum kendimi. Kutsal olanı ihlal ettiğimden olsa gerek, bitmez tükenmez bir sürüngenliğe mahkûm edilmişim gibi cehaletimin üzerinde uyuyorum. Tüm bunlara rağmen, uyanacağım her bir sabah için ayırdığım küflü paslı merhabalarım var. Hem de hiç kullanılmamış, hiç üzerinde ayak gezinmemiş merhabalar. Çocukluğumdan satın aldığım lanet olası gerçeklerden kalan bir azık. Başkaları da var tabii, söz gelimi yasaklanmış zevkler, mahrem duygular ve işte soğukta çatlayan ellerimin sessiz uğultuları… Sabahın ayazında yırtılan yanaklarımla birlikte bir riyazet örtüsü diye kabul ettiğim pişmanlığım beni bu yaşamda mahsur bıraktı. Kalbimde giderek eriyen bir inanç, düşünecek başka neyim var ki? Yine beni tam burada durduracaklar. Tok ve kendinden emin bir sesle “Dur!” diyecekler, “Elindeki küreği ve şu yarı ölü bebeği yere bırak!”. Peki efendim. Emme basma tulumba gibi, “Elbette efendim, özür dilerim efendim, teşekkür ederim efendim, işte her şeyim burada, şu ruhum, şunlar da pek maharetli ellerim. Alın, hepsi burada. Şimdi ne kadar ödemem gerekiyor acaba?” Ah, sesim kısık, sesim kesik bir hiçliğin içinde bir haşerat kavmi tarafından rezilce yutuluyor. Ahenksiz bir ıslık duyuluyor ben konuştuğumda. İşte bir merhaba daha, yüzüne bakılamayacak kadar çirkin, derisinde cüzzam, bir de ıslanmış nezarethane köşelerinde, kışın fırtınada… Kan bulaşığı bir tabağın önünde dizleri karnına çekili. Buğulu sesiyle kimsenin yüzüne bakmadan: “Merhaba”.
Anlaşılan o ki, benim açtığım cepheye kimse gelmeyecek. Tek başıma koca bir gökyüzünü, kızıl bir rüzgârla yanıp kavrulan kocaman yeryüzünü savunmam gerek. Hani ben küçücük bir eklemin kımıldanmak endişesiydim? Bozuk bir niyettim de merhametten damağım çatlıyordu? Hayır! Şimdi kalabalık caddelerde karnıma bıçak sokacak bir kambur arıyorum. Ama o kambur çoktan sahibi belirsiz piç saatlerin tik takları arasında eriyip gitmiş olsa gerek. Yine de vazgeçemem. Benim, bir ırgat gibi onurumla fakat zorluklar içinde debelenip durmam boşu boşuna mı? Yüzüme kusulan onca kibri ben heybeme katıp da yıllarca sırtımda neden gezdirdim o zaman! Gelip yüzüme çizmeleriyle basınlar diye mi? Lütfen. Önceleri utangaç bir tavırla kabarmış duvarları kemiriyordum yalan yok. Ama tiksintimin bu kadar büyüyeceğini bilemedim işte. Alnımın giderek silikleştiğini, dizlerime kadar inen sapsarı sidik lekelerinin keskin kokusunu unutabilmek için tutup bir cinayete kalkışacağımı düşünemedim. Nereden bilecektim ki?
Her şeyden sonra hıncımı, (bu bir hayatı anlamlandırmak çabası değildi) masum bir kadından çıkartmak, sonra birlikte halıya uzanıp evin içini gazla doldurmak akıllıca değildi tabii. Birincisi, bu yasaklanmıştı. İkincisi, düşüşüm henüz tamamlanmamıştı. Daha hastalanıp yataklara düşmemiş, dünyanın güzelliğine methiyeler düzmemiş, ziyaretime gelenlere yalan yanlış, uyduruk aforizmalarla süslenmiş cümleler kurmamıştım. Ama artık anlamaya başlıyorum. Yıkılmak üzere olan bir evde periyodik olarak tekrarlanan bir tıkırtı hayra alamet değildi. Ki boynunda çürüklerle ve kınayan bakışlarla kollarıma sıkı sıkı tutunmuş bu ikna edilmiş kadın, benim ne mesnetsiz bir zavallı olduğumu, ne aciz bir hayretle bocalayıp durduğumu görmüş olacak ki, sesine iliştirdiği merhametle beni mutlu etmeye çalışıyor. İtiraf etmem gerekiyor ki vicdanımın sesini artık duyamıyorum. Hâlbuki bir mendilin düşerken çıkardığı tahammül edilemez o sesi duyduğum günler vardı. Bir serçe kuşunun ölüsünü gözyaşlarıyla yıkamışlığım… Şimdiyse cinayete kalkıştığımın ertesi günü bir harabede, içimde taşıdığım intikam kahkahasını bir kadının zevk çığlıklarında duymak istiyorum. Bu nasıl mümkün olabilir? Çocukluğumun ilk ölümünde, yüzümün sol tarafındaki kanı bir şair silmişti hâlbuki. Pantolonunun askılarından tutmuş, simsiyah gövdesini sürüye sürüye gelip “Bu annen mi?” diye sormuştu. Ben de başımı annemin kanlı gövdesinden kaldırıp ona herhangi bir bakışla bakmıştım. Hatırlıyorum. Sonra bir sigara yakıp cebinden çıkardığı mendille yüzümdeki kanı silmişti. Silmişti ve beni bütün ağaçların sahibi olduğuna inandırmıştı. Tabii ben çok sonraları, dişlerim epey kirlendikten sonra, bir cehennem çukurunda, o şairin kıpkırmızı bir ağaç tarafından telef edildiğini gördüm. Peki, ben orada ne yapıyordum?
Ben, her zamanki gibi bir kâşiftim. İçten pazarlıklı hamlelerle aşındırıp durduğum topraktan, dil döktüğüm dağlardan, zifiri karanlık olsa da içinde harıl harıl çalışan sürgünlerin olduğu mağaralardan alacağım her şeyi aldım. Derimde biriken hıyanet lekeleri, işte hırsız gölgelerden aşırdığım birkaç sırlı cümle,ve beni büyüten, aklımı çalan, hırsımı güden adama bir tür gizli zevk gibi itaatimle sakat bir sinek gibi oradan oraya sürüklendim durdum. Ha o çukur, ha öbürü, ha annemin göçerttiği yolun kaldırımları, ha etlerimin çürütüldüğü hapishane. Babam, diye geçiriyorum içimden, Tanrı’nın kanlı tükürüğü.
İş yerimin onuncu katında, tuvalet aynalarının karşısında dikiliyorum. Ellerim önümde bağlı. Gömleğimden iğrenç bir ter kokusu yayılıyor. Aynada gözlerinden korku akan sefil bir mahluk. Bol kıyafetlerin altında yırtılmış etlerden bir ceset ve örtündüğü küçük müstehzi gülüşü. Somurtkanlık nöbetlerinden kalan derin izler belli oluyor yüzünde. Ah yüzüm, diyorum içimden, çok güzel bir kadının kusmuğu. Ona ne soracağım şimdi? Neredeyim ben? Tertemiz fayansların üzerinde ayakkabılarımdaki bu çamur da ne böyle? Kanlı yorganlarımı kim bilir, yine ormanda mı bıraktım? Belki bir daha eve dönemeyeceğim. Kendime bambaşka bir bataklık icat etmem için tırnaklarımı biraz sivriltmem gerekli. Babam orada bir yerde, tekerlekli sandalyede beni bekliyor. Titreyen ellerinde uzun bir sigara, şakaklarında yediği yüksek voltajların merhabası… Gırtlağıma tüneyen bu nefretten bıktım usandım artık. Yasak diyorum benimle harabede cinayet, haz delisi arka sayfaları hayatımın, yasak tek başına zâhid olmak, yalnızlığımın parmakla gösterilmesi yasak.
Yine de bekleyeceğim. Vazgeçersem, ayak bileklerime sarılı, şangırdayıp duran zincirlere kesik başlar dadansın. Atılırsam mutlaka bir kuyuya atılayım ve üzeri kalın bir taşla örtülsün. Ah, diyorum kendi kendime, güneş doğduğunda ilk defa doğsa, ceplerime diktiğim gizli odacıkları unutsam, bir kelime hatıralarımdan eksilse ve bütün yaşamım yerle yeksan olacakmış gibi korksam. Hiç utanmadan, ne şairden, ne babamdan, ne yassı ölüsünden annemin… Birkaç dakika daha geçtikten sonra dişlerime dizili hakkaniyetsiz sözlerin hepsinden vazgeçiyorum. Soğuk geceleri özlüyorum; Annemin gözyaşlarıyla ısıtmaya çalıştığı, fakat sırtındaki morluklarla yeniden buz kesen, ceplerime kırıntılarını sakladığım geceler.
*: Feyyaz Kayacan, Okuma dersi
edebiyathaber.net (7 Haziran 2022)